30 Temmuz 2015 Perşembe

OTİZM VE BİLİŞİM ENFORMATİĞİ

Yazacaklarım belki de pek çoğunuzun ilgisini çekmeyecek hatta otizm kelimesini ilk kez duyanlar ya da sadece duymaktan ibaret olanlar da çokçadır, tahmin ediyorum.
 
Ancak her geçen gün artan sayıdaki kimileri için ise yeni bir umut ışığı olabilecek, hayati değerdeki bir konudan bahsediyor da olabilirim, kim bilir. Her geçen gün artan sayıda dedim; çünkü adım adım etrafımızı sarıyor, vaka sayısı artıyor tıpkı kanser gibi otizm denen, hastalık demeye dilimin varmadığı ve öyle nitelendirmeyeceğim "olağanüstü" durumun.
 
Sebebi halen tam olarak bilinmiyor ve neden otizmli çocuk sayısının hızla arttığı.
 
Otizmle oldukça uzun süreden beri ilgiliyim ve yıllar içindeki edindiğim gözlem ve araştırmaların üzerine çıkıp ufuk çizgisine baktığımda, görebildiğimi umduklarım belki bazı meslektaş ve tıp insanlarını şaşırtabilir ancak bu durum; aksi ispatlanmadıkça düşüncelerimi değiştireceğim anlamına gelmez.
 
Otizmi, bilgisayar bilimleri tarafından bir daha tariflememe izin verin. Sanırım oldukça sıradışı bir tanım olacak, bazı okurlar için:
 
Zaman, canlılar dünyasını sınırlayan boyutlardan birisi. Bir olayı diğer olaya göre değişimini görecelendirmek için referans alınan ve bize göre sabit bir ritmi olan, akıp giden, önüne bent kabul etmeyen, elle tutulamayan, kaba konulmayan, metreye kiloya vurulamayan değişik bir birimdir, zaman. Konumuz dışı olsa da zamanın da sabit bir birim olmadığı, günümüzde giderek "kısalmaya" başladığı ölçümlenmiş, bilimsel bir bulgudur.
 
Zaman kavramsal olarak sabit birim aralıklarla değişiyor gibi düşünülse de canlıların zamanı algılayışları birbirinden farklıdır. Örneğin küçük canlılara göre insan, tahammül edilemeyecek ve ne söylediği anlaşılamayacak kadar ağırın da ağırı, hareket eden ve konuşan  bir dev olarak algılanabilir. Anatomik olarak, birebir aynı temel yaşamsal organlara sahip olsalar da bir fare ile bir fil karşılaştırıldığında; kas kasılmasından nabzın atmasına kadar herşeyin çok farklı hızlarda çalıştığını tahmin etmek, hiç de zor değildir.
 
Zaman kavramı ile başa çıkabilmek için, bilgisayar, telefon gibi bilgisayar türevleri, hatta pek çok elektronik devrede de saat sinyal üreteçleri kullanılır. Bu devreler yaptıkları her işi, tıpkı insanın kolundaki saate bakarak zaman kavramını algılayıp ona göre işlerini tanzim etmesi gibi; bünyelerinde bulunan saat sinyal üretecine (clock pulse oscilator) bakarak düzenler ve ona göre gerçekleştirirler.
 
Hatta her temel eylemin kaç saat sinyalinde gerçekleştirileceği de, bu işleri yapan ve bir bilgisayar sisteminin, akıllı bir elektronik devrenin beyni durumundaki işlemci (CPU) kataloğunda ilan edilir.
 
Konumuza geri dönüp, bu bilgileri adapte edelim: Peki ama insan beynindeki, bütün eylemlerimizin süratini ayarlamakta kullandığımız saat sinyali üretecinin ayarıyla oynayıp, olduğundan daha hızlıya yükseltirseniz ne olur?
 
 
Teorik olarak; herşey çok hızlı çalışmaya başlar. Birim zamanda daha çok nesneyi görerek değerlendirir beyniniz. Daha hızlı okuyabilirsiniz. Hızla akan yazılar ve sembolleri kaçırmadan hafızanıza alabilirsiniz... Kulağa çok hoş geliyor değil mi? Özellikle hızlı okuma kurslarına giden insanlar buna bayılacak. İşte otizmin temel karakteristik özelliklerinden biri de budur. Beyin işlem frekansı, normale göre oldukça yüksektir. Bundandır son on yılda, başta Microsoft firması olmak üzere pek çok uluslararası yazılım firması, yazılım test ekibinde otizmli insanlara yer veriyor. Çünkü hızla akan yazılardan ve anlamsız gibi görünen kodlardan ibaret akan ekranlardaki en ufak detayı bile atlamıyorlar!
 
Gıpta ile bakılabilecek bir resim çizmiş olabilirim ama gerçek böyle değil: Sürekli olarak böylesine yoğun bir bilgi bombardımanına yüksek frekans altında maruz kalmak, beyin için sarsıcı olmakta. Sağlıklı insanlardan oluşan sosyal çevredeki bilgilerin akış hızı ise onlara, örnekleme hızlarının yüksekliği nedeniyle; anlamsız boşluklar dolu, anlaşılamaz süreçler olarak gelmekte. Bu tahammül edilemez bir durum.
 
Dolayısıyla otizmli bir kişi ile bizim normal kabul ettiğimiz dünya arasında iletişim problemi kaçınılmaz. Çünkü iletişimin sağlıklı olabilmesi için bir vazgeçilmezdir; eşzamanlılık; gönderenin gönderdiğini alıcının aynı zamanda karşılaması. Oysa otizm örneğimizde; biri yüksek hızda gönderirken diğerinin yavaşlığından dolayı, bilgiler alıcı önünde birikir ya da biri o kadar yavaş bilgi gönderir ki alıcı beyin gönderilenler arasında bağlantı kuramayacak kadar çok uzun süre beklemek zorunda kalır.
 
 
Ve sonuç: İletişime giremeyen; anlayan, hisseden ama derdini, ortadaki faz kaymasından ötürü bir türlü anlatamayan her canlının içine düşeceği gibi öfke nöbetleri geçirir ve kendine zarar verme davranışı gelişir.
 
Özetle; tıbbi nedenleri henüz berrak olmamakla birlikte, otizm beynin bir enformasyon temelli sıradışılığıdır ve zarar verici olmaması için dış dünya ile uyumu, iletişimin regülasyonu sağlanmalıdır. Derecesine ve kullanılan yöntemlere göre büyük oranda giderilebilir, doğal dünya ile senkronizasyon kurulabilir. Son yıllarda özel öğretim ve rehabilitasyon merkezlerinde bir takım egzersizler bu amaçla yürütülmektedir.
 
Bize gelince; böylesi bir enformatif engelde, enformatik çözümler; yani bilgisayar bilimlerinin sağlayabileceği engin katkılar var, otizmli insanların hayatlarını daha yaşanılabilir kılmak, etkileşimlerini sağlamak için.
 
Bunlar ile ilgili çalışmalar ve araştırmalar var ve devam etmekte. Bu çalışmaların başarı sağlayabilmesi, kamuoyu tarafından ciddiye alınmasına ve desteklenmesine bağlı. İşte böylesi bir konuyu hem yıllardır araştırıyor hem de bu alanda bir çözüm üretme çabasını sürdürmeye çalışıyoruz.
 
Açıkça söylemeliyim ki bu; Türkiye'de yalnızlığa mahkumiyet demek. Dikkat kesilmesi gereken, desteklerine gereksinim duyulan herkesin öylesi fotojenik ve önemli işi varki.
 
Kırgın olduğum çok insan var, ilgi talep ettiğim; çocuklar adına ama onlar oturdukları koltukların baki olacağını düşünmedeler ve tribünlere gülümsemede. Kaldırımın taşını değiştirmek, böylesi bir zulümden minicik yürekleri kurtarmaya maddeten değil manen bile destek olmaktan daha çok pirim yapıyor olmalı. Öyle ya; önemini anlayamadıkları şeyin nesini destekleyecekler.
 
Cem TURAN

29 Temmuz 2015 Çarşamba

BÜYÜK VERİ ZAMANA GÖRE DEĞİŞİR

Veri saklama kapasitelerimiz hızla artıyor. Bir gardrobu andıran devasa cüsseli ve sadece 5 MB kapasiteli disk birimini kamyona yüklemeye çalışan insanlara ait olan resim, 1956 yılına ait bir IBM arşivi. Dünya üzerinde biricik cihazın o gün için ne anlam ifade ettiğini anlamak için biraz empati yapmak yeterli olacaktır.


5 MB (MegaByte) = 5.242.880 Byte karakter demek ise ve işlenecek bilgilerin delikli kartlarla bitler ve byte'lar şeklinde tek tek verildiği düşünüldüğünde; oldukça büyük bir birime tekabül ettiği görülür. Değil bireysel kullanım veya sıradan bir işletme için, olsa olsa devlet kurumları ve özel çalışmalar için kullanılabilecek enginlikte bir kapasitedir, bu. 5 MB'lık böyle bir kapasitenin içeriği, şüphesiz zamanın çok büyük verisidir.


Diğer resimde; 2005-2014 arası olan sadece 10 yıllık dilimde, telefonlarımızdan fotoğraf makinelerine kadar bireysel alanda kullandığımız micro SD kart kapasitesindeki radikal değişimi görmektesiniz. 10 Yılda 1024 kat artış gerçekleşerek, sıradan bir hafıza kartının bile GigaByte seviyesinde bilgi tutabildiği görülmektedir.

2014 yılına ait resimdeki 128 GB kapasiteli, parmak ucu kadarlık alan işgal eden hafıza kartının içine tastamam, 137.438.953.472 karakter sığabilmektedir. Bu rakam 1956 yılında kamyon tutularak özenle taşınan 5 MB'lık diskin tam 26.215 (Yirmi altı bin iki yüz on beş) katıdır.

Bugünün disk kapasiteleri ise TB (TeraByte) seviyesindedir. Bugünün kişisel bilgisayarlarının içinde rahatlıkla kullanabilen, avuç içi büyüklüğünde ve ağırlığı gramla ölçülen, sıradan bir 5 TB'lık disk ise 5 MB'lık diskin tam 1.048.576 (Bir milyon kırk sekiz bin beş yüz yetmiş altı) katıdır. Erişim hızı da bir o kadar radikal farkla yükselmiştir. Maliyeti ise, 1956 yılındaki diskin yaklaşık, bir vidası kadardır.

Bilgi depolama kapasitelerindeki bu mantıkları zorlayan artış ve yaygınlaşma, daha çok veri tutma alışkanlıklarını doğurmuş, veri üreten daha fazla cihazın gelişmesine olanak tanımıştır. Bu eğilim ise daha da yüksek kapasiteli hafıza çalışmalarına zemin oluşturmaktadır.

Birbirini karşılıklı tetikleyen bu iki kuvvet, büyük veri kavramını sürekli olarak daha da genişletmektedir. Bugünün dünyasında büyük veri kavramı süratle PentaByte, HegzaByte seviyelerini zorlamakta ve orada da durmayacağı net olarak bilinmektedir.

Cem TURAN

PEKİ AMA NEDİR BU BÜYÜK VERİ?

Bir sürü cicili ve anlaşılmaz sözler duyacaksınız "Büyük Veri" ile ilgili olarak. Kimileri için anlaşılmaz sözler etmek, seçkinliğin şanındandır. Özellikle teknik insanlar için.

Bir kısım meslektaşlar, büyük verinin ne olduğuna dair anlaşılmaz, algılanmaz, bir ayağı yerde bir ayağı gökte ifadeler üretmeye devam ededursunlar; bence büyük veri, tutup klasik yollarla işleyebildiğinizden daha fazlasını ifade eder. 


Veri bilimci aşık ise "büyük veri" hiç ulaşılamayan maşuk gibidir; siz yaklaşırsınız, o daha da açılır ve uzaklaşır.

Bir diğer çarpıcı tespit: Büyük veri hep vardı, mağara devrinde bile. Sadece insanlar veri tutma kapasitelerini artırdıkça, bu verileri işlemekle yeni yeni yüzleşmeye başladılar. Daha da doğrusu; dünyanın verisinin her zaman işlenebilenden daha çok olacağının farkına vardılar. 

Dolayısıyla; bir başka tanıma daha çıkabiliriz buradan: Veri bilimcinin "büyük veri" ifadesi, matematikçinin başa çıkamadığı büyük sayılar için icat ettiği "sonsuz" sembolüne benzer ve soyut yanı ağır basar.

Cem TURAN​

SÖZ: O HALDE, YAŞASIN HATALAR!

Hayatımızda hatanın, iniş ve çıkışın olmadığı an; öldüğümüzün resmidir.

O halde, yaşasın hatalar!

Ama bir şartla: Kendini tekrar eden bir örüntü çizmemek kaydıyla. (Daha sonra yazacağım)


SÖZ: BİR GERÇEĞİ ANLATMANIN BİNBİR YOLU VARDIR.

"Bir gerçeği anlatmanın binbir yolu vardır. Öğretmenliğin demi de seçilebilen yol sayısının çokluğunda olmalı."



HAYATI AYARINDA YAŞAMAK

Hayatı hazmederek, tadına vara vara yaşamalı. Mezar taşınızda "Rahmetli iyi taksit, fatura ve kredi öderdi" diye yazılmasını istemiyorsanız.

Hareketliliğiniz entelektüel boyutta olsun daha çok, sizi geliştirsin. Manevi denizlerde kulaç atın, bazı kıyılara ilk siz ayak basın. 


Bir ilim insanı olmaya çalışın. İlim insanı önce ilmin peşinde koşmakla olunur. Zengin olma, fukara düşme  tümüyle nasip işidir çünkü onu belirleyenin Allah olduğuna inanırız biz.

Oysa ilim insanı olmak, zahmet işidir: Her kim o yolda gayret gösterir, bu fiili bir dua olarak kabul görür ve o kapılar insana bir bir açılır. İlmi pazara çıkarıp, şovmenliklere alet edenler müstesna.

Hayatı ayarında yaşamalı: Tıpkı bir ilacın prospektüsünde veya bir cihazın kullanma kılavuzunda yazdığı gibi insanın da bir kullanma talimatı var. Kim bunu görmezden gelirse, kuyruğunu santrifüje kaptıran kedi gibi olması, kaçınılmaz ve sonrası malum.

Almayı, yaptırtmayı, tüketmeyi de kesin mümkün olduğunca. Kendiniz yapmaya çalışın bazı şeyleri, birlikte yapın veya sevdiklerinizle, sevdikleriniz hatırına, sevginiz hatırına. Tüketmek tükenmektir, gün be gün. Üretmek ölümsüzleşmektir, adım adım. 

Hani bir kredi kartı reklamı var ya; "paranın satın alamayacağı şeylerden (!)" dem vuran. Yürüdüğünüz yoldan geçtiğinizde, ardınızdan yadigâr öyle; satın alınamaz, değerli izler bırakın siz de. Umarım öyle yaparız, her birimiz. O zaman ölüm geldiğinde, "hoşgeldin" diyebiliriz, manen ölümsüzlüğün huzuruyla.

Cem TURAN

GÖLE GİRMEYİN (VERİ BİLİMİ)

İnanılır gibi değil; istatistiklere göre, ülkemizde sadece göl ve göletlere serinlemek için girerek boğulanların yıllık ortalama sayısı 900'müş. Katliam gibi!

Eşim geçtiğimiz günlerde yine beni bir mağazadan içeri sokuverdi. Girişteki gömleklere onun tepkisi ne kadar güzel olduklarını söylemek iken benim için israf derecelerini zorlayacak kadar yüksek fiyatlı olduklarını ilan etmek oldu. Hatta tepki gösterdim; aynı fiyata aynı kalitede neredeyse üç gömlek alınabiliyordu.

Mağazayı dönüp dolaşıp çıkarken göz ucuyla yine kapıdaki o fahiş ilan ettiğim gömlekleri kestim göz ucuyla. Bu kez hiç de fahiş gelmediler gözüme hatta normallerdi. Ne de edepsizlik etmişim az önce, diye düşünmedim değil...

Oysa buna tek neden; mağazanın içinde gördüklerimin, mağazanın girişindeki anormalliği, ben mağazadan çıkana kadar bilinçaltımda normale, hatta cazibe boyayacak yoğunlukta dezenformatik hipnoza maruz kalmamızdı. İşte size pazarlama, işte size perakendeci hokkabazlıkları.

Şimdi dönelim her yıl göllerde yiten 900 cana. Normal mi yoksa anormal mi? Tıpkı" şu kıyafetle ne gider?" sorusu gibi yanıtı yanına ne getirdiğinizde. 


Dezenfomatik yanılsama üretmeyi iyi bilen kitle iletişim pirleri öyle bir kompozisyonla sunarlar ki size verileri; infial uyandıracak hallere "himm, yok canım o kadardan birşey olmaz" dedirtiverirler.

Kurumlarda ve devlet kademelerinde görev yapan veri bilimciler veya veri kompetanları, rapor hazırlayıcılar da bu tür fırsatları, amirlerinin gözüne girmek için iyi değerlendirirler. Bir pire pekala sayı hokkabazlıklarının elinde bir deve, acilen tedbir alınması gereken bir dev de karar erkini gaflete düşürmek için bir pireciğe sanal olarak dönüşebilir.

Bu ise, günümüz istihbarat, casusluk, yeraltı örgütlerinin önemli bir enstrümanıdır. Kim gözüne kestirdiği rakip ülkenin kralının, tevatür dezenformasyonla uyutulmuş, gaflet içinde herşey yolunda sanıp zevk ve sefaya düşmesi anını istemez? Ki en zayıf andır o an, bir ülke için.

Dolayısıyla, bilgi herşeydir: Ya bir bomba ya bir şifa. Ehil ellerde yönetilmelidir: İster basit bir şirkette ister koca bir ülkede.


Göllerde ölen 900 insan sayısı... Alın, trafik kurbanlarının ya da terör kıyımlarının, töre cinayetlerinin, birbirini kesip duran çöl bedevilerinin yanına götürüp koyun nasıl durdu şimdi?

Uzun lafın kısası; göle girmeyin. Göller zahiri denizlerdir, gerçek yüzme alanları değildir. Tıpkı veri göletleri gibi. Neyin içinde yüzdüğünüze dikkat edin ve kimin sizi yüzdürdüğüne.

Cem TURAN

27 Temmuz 2015 Pazartesi

NE İSA'YA NE MUSA'YA DERLER YA; YARANMAK NE MÜMKÜN

Geçtiğimiz günlerde iki ayrı dostuma, "sizinkiler" diyerek beni afaroz edercesine, kendi görüşlerinin dışında bir yerlere montelemeleri üzerine halimi anlatma ihtiyacı duyarak yazılar yazmıştım. Bunların karmasını aldığımda, ortaya herkes için ibret alınması gereken hususlar olabileceğini düşündüğüm bir metin çıktığından sizinle de paylaşmak istiyorum:

Bir işi yapan olmak, bir işe bakan olmaktan çok daha üzerinde konuşulmaya neden olur ve dikkat çeker, bu kaçınılmaz.

Bir arabada giderken pek kimse yolcunun nasıl oturduğunu, cama yamuk baktığını eleştirmez, hemen her yolcunun odağında sürücü varken; nasıl kullandı, ne hata yaptı...

Bu doğal bir durum çünkü sürücü olmak bir eylemdir, icra makamında bulunuştur ve onun eylemi bir kitleyi, araba yolcularının tamamını etkiler.

İster bir araba ister bir ülke; ölçek ne olursa olsun, durum hiç değişmez. İcra makamı eleştirilme makamıdır.

Bu makamda bulunan hata yapma riskini ancak hiçbir şey yapmayarak sıfırlar o da o makamın hakkını vermemek olur. Her eylem, her idari karar; kendi içinde hatayı da barındırır. Bir işte mutlak hatanın sıfır olduğu tek an ölüm ve sonrasıdır. Yani hata yoksa ölmüşüz demektir, iyiki vardır hatalar.




Eleştiriyi biz hep kötü bir anlamda algılıyoruz oysa bir konuyu kritik etmek, artısını eksisini değerlendirmek, hem doğrusunu övmek hem yanlışını yermektir. Özellikle fanatik ellerde eleştirmek maalesef, muhatabın hiç bir olumlu yönünü görmeden yapılan, kuru sıkı bir frene dönüşüyor. İş yapana bir zulüm, cesaret kırıcı bir hal alıyor. Oysa eleştirmekteki amaç; iş yapanı daha iyi ve doğru olana sevk ve teşvik olmalı. Objektif ve yapıcı eleştiri böyle bir şey. 

Bilmem kimci olmakla adeta savaşım var: Allah'ın verdiği akıl, vicdan ve iradeyi yok sayarak herhangi bir kimseye derin, körü körüne, bağnazca tabi olmak, düşünen biri için; insanın kendini ve mükemmel varoluş tasarımının reddi anlamına gelir.

Ama herkes ve her konu için: Beşiktaşlılığımdan tutun Atatürk'ten çıkın, Ak'ından Kara'sına kadar... Yaşam hatadır, yaşayan hatalıdır, hatasız iş olmaz. Kimseyi putlaştırmam; yererim de överim de, eleştirilere kulak tıkayıp affedilmez olduğunda silerim de.

Ne kimseyi övmem beni oncu yapar, ne kimseyi yermem; beni onun düşmanı...

Ve adaletin, eşit olmak, eşit mesafede kalmak olduğunu kim söyledi? Mıknatısın N ve S kutupları birbirini çeker ve kutuplar karşısında ne kadar kendi tarifine uygun bir kutup bulursa, o kadar iştahla çeker. Yeterki bağnaz bir taassup içinde, sorgulamasız bir fanatizmle, yularını başkasına vermişler kabili bir hayata bakış olmasın.


Okuyanlar farkında olmalı; eleştirilerim ve özellikle tenkitlerim bizatihi kişilikleri hedef almaz hiç; ama yaptıkları işe verip veriştiriyorum. Özel hayatımda da hep davranışları eleştiriyorum ama insanların öz fanatizmileri ve öz benperestlikleri o kadar ayyuktaki; o eleştiri hemen kişiselleştirilip belden aşağı çekiliyor çünkü bizde davranışları karşılıklı eleştirerek sosyal iyileştirme mekanizması değil, kişiliklere, soylara, ırklara, memleket ve bölgelere vurup hır çıkarma güdüsü ağır basıyor.

Mademki dünyanın bütün uyuşturucu eğlencelerinin arasında, düşünmeden şuursuz bir yaşam süregelen bunca hemcinsiniz var iken size zahmetler vererek, beyninizi zorlayarak bu tür yazılar okumaktasınız; o halde bu ricam size: Fanatizme uymayın, bir iş yapmak isteyeni eleştirerek doğruyu gösterin, "bizden değil" diyerek tüh, kaka ilan etmeyin.

Tek bir hayatımız, tek bir dünyamız, tek bir ülkemiz var ve direksiyondakine, her kimse sahip çıkın, bildiğiniz doğrularla yön gösterin ama şarampole yuvarlanmasını asla beklemeyin; hırsınızın sağduyunuzun önüne geçmesine izin vermeyin lütfen. Direksiyona kim geçerse geçsin, derdi bizi salimen götürmek olduğuna inanın. Derdi başka olan lider çıkarmaz bu ülke, buna inanın. Hepimiz o arabanın yolcusuyuz ve artık dolanmakla zaman kaybetmemeliyiz.

Kısaca; bizimki sizinki diye birşey yok ve olmamalı ki, birbirini yiyen bir adım ötedeki çöl bedevilerinden bir farkımız olsun. Biz biriz ve ortak bir akıl üretir, geliştirir ve uygularız. Öyle yapmalıyız, buna can pahasına inanıyorum.

Deyimde öyle geçtiği için kullandım, yoksa başlarına hazret koymak isterim: Ne İsa'ya ne de Musa'ya yaranamadım vesselam. Nasıl yaranayım; övdün mü karşıdan top atışı, yerdin mi buradan süngü, gülle. İnsanoğlu ne de çok seviyor övülmeyi. Oysa tüm görüşleri yoldan çıkaran şey, dalkavukça yapılan alkışlar olmuştur.

İşte bundandır; zayıf bir ağım var insanlarla; az ama öz olsun. Tenkiti hatasını düzeltmek için nimet, övgüyü mahcubiyetle karşıladığı teveccüh olarak görsün. O da bana aynı şekilde hakkı ve sabrı tavsiye etsin, kusurumu bana bildirsin, başkaları umursamazca alkışlarken. 

Şayet ben dalkavuk cemaatinin ortasında bulunmayı dileseydim, bu kadar derin filtrelerden geçirmeseydim doğru insanlığa yoldaşlığı; insanla uğraşmadan, en yakın hayvanat bahçesindeki şempanze kafesinin önünde alırdım soluğu. İnanın onlar zahmetsiz, ne yapsam tekrar ediyor, yaptıklarıma çılgınca alkışlar savurup, beni çok eğlendiriyorlar. Oysa ben daha iyi, erdemli bir insanlık ve böylelerinden oluşan yaşanılır bir dünyanın gayret ve özlemi içinde, belki de tam bir ütopyayı umuyorum. 

Samimiyetimin delili şu olabilir: Eğer otuz yıl önceki bir sınıf arkadaşım ya da şimdi birlikte çalıştığım arkadaşlarım, önlerinde saygı ile eğildiğim hocalarım, ve hayatımı paylaştığım her kim beni bundan farklı bir hal üzere tanıdıysa söyleyebilir mi?

Derdim ne İsa'ya ne de Musa'ya yaranmak. Devekuşu değilim ki, başımı kuma gömeyim; olsa olsa gerçekleri aramak, tembellik etmeden ve bulduklarımı hem hayatıma tatbik etmek, hiç üşenmeden hem de paylaşmak, kimseden saklamadan.

Cem TURAN

23 Temmuz 2015 Perşembe

21. YY ŞEHİTLİK MERSİYESİ

Hiçbir mesele taşımaz değer
Atan masum bir kalp kadar.
Ve hiçbir şey olmadı muteber
İstiklale verilen nefes kadar..

Dünyanın hiç eksik olmadı
Hem Habil’i hem de Kabil’i.
Kum gibi Kabiller çoğaldı,
Başkaca mahlukâta boyandı.

Sanıyorlarki sözümüz havada;
Yurtta da barış, dünyada da.
Biz sözler uğruna oluruz fedâ
Kalsak da tek Habil dünyada.

Olmadık biz kimseye düşman
Ne bugün ne de bir başka gün.
Lakin olduysak değil yalan;
İnsanlığa düşmana düşman

Benzemez bünyemiz kimseye,
Her halimiz alamet-i fârika.
Yoktuki onlar dünyada
Bizim dün dediğimiz günde.

Telaş ondan; kapatmak farkı
Alt etmek madde ile manayı.
Sandı ateşleyip barbarca silahı
Biter, masumdan alınca canı.

Şaştı Frenk, biz çok sevinince
Yas içinde tevekkülü bulunca.
Bilmez; Habil de boldur bizde
Hak yeter şükr-ü şahadetimize.

Andolsun; değiştik biz silahı
İlimle fenle vereceğiz yanıtı.
Mana ile yoğurup maddeyi
Şâd edeceğiz ruh-u Mehmed’i.

Cem TURAN

(Şahadetleri bizde aziz emanet kalan şehitlerimiz anısına,2023 Külliyatı’ndan)


22 Temmuz 2015 Çarşamba

ÖZ ÇEKİM Mİ ÖZ TEŞHİR Mİ?

Bir selfie çılgınlığıdır, gidiyor. Dikkat ederseniz; yakıştırılan "öz çekim" Türkçe ifadesini kullanmadım çünkü karşılığı değil. Olsa olsa "öz teşhir" olabilir denkliği.

Uluslararası Psikoloji otoritesince psikolojik bir rahatsızlık olduğu tescil edilmesi bir yana, öyle kareler görüyorum ki; güleyim mi yoksa ağlayayım mı; bilemiyorum.


Diğerleri hadi neyse ellerinde cetvelleri yok diyeceğim ama bu "ihlaslı, takvalı, muhafazakar" kesimin paylaştıklarına bakın:



Abla Hacca gitmiş; almış arkasına Kâbe'yi, çekmiş öz teşhirini, vermiş yayına bir güzel; eş dost, konu komşu alkışta!

İmam efendi almış eline kamerayı, ardına da cemaati; vermiş en cakalısından pozu, "aha da kılıyoruz" gibisinden "öz teşhir" yayıncılıktan çıkarıvermiş fotoromanını. Mahalle galeyanda!

Abi inzivaya çekilmiş Ramazan'da, Allah kabul etsin lakin çıkar çıkmaz basmış deklanşöre, altına da yazınca "uçuştaydım, şimdi indim" diye, bütün yeni sosyete infialde!

Ellerine 100'er lira sıkıştırılan fukara ile belediye görevlisi foto teşhirde!

Yardım kuruluşları, hayır dernekleri Afrikalı'dan gecekonduluya kadar arkasına alıp selfie'de!

...


Acil'deki hemşire son nefesine direnen hastayla; ameliyattaki doktor içi dışarıda vakayla, ölü yıkayıcısı bile mevta ile öz teşhirde!

Katil kurbanıyla, polis eylemciyle öz teşhirde!

Ne de çok şeyimiz varmış meğer, pazar tezgahında teşhir edilecek.

Korkuyorum, bu eğilim böyle sürdükçe ne olabilir sorusuna hayal gücümün ürettiklerinden:

Ölüm döşeğinde adam, Azrail'le, yerini bulduktan sonra sonra zebaniyle öz gösterimde...

Deccal çıksa; onunla selfie çektirmek isteyen de çıkacaktır herhalde.

...

Genellikle bu tür yazılarım serbest geliştiğinden, ilk paylaşımdan sonra belki birkaç kez daha çekidüzen verir; elini yüzünü düzeltirim. Dolayısıyla okuyanlar, hatalardan arındırılmamış her evresini görme imkanına sahiptirler. 

İşte bu yazımın da başına böyle bir iş geldi ve görüşlerine çok değer verdiğim, sevgili bir dostum paylaşmakla teşhir etmek arasındaki küçük bir nüans farkının ne kadar da önemli olacağını hatırlattı bana.

Gerçekten de paylaşmak kimi zaman güzelliklerin yayılmasına ön ayak olabilir ama diğer taraftan; öyle işler vardır ki, ruhu gereği; bir elden diğerine geçişin dahi ifşası değerinden çok şey götürebilir, sıradanlaştırabilir, gizli kalması ayan olmasından evla olabilir. 

Velhasıl kantarın topuzunu iyi ayarlamak gerekir bu konuda da. Niyetlerdir burada belirleyici olan ve kimlerin, ne sıklıkta yaptığı. Dikkat edilmesi gerekir; özellikle topluma namzet olanlarca.


Cem TURAN

21 Temmuz 2015 Salı

CIRCIR NİYE, AĞUSTOS BÖCEĞİ DEĞİLSİNKİ


İstersen bir silkelen ve cebinden dökülen aletlere bak da ondan sonra Atatürkçülükten, milliyetçilikten söz et.

Bindiğin arabadan evindeki aletlerin markasından bahset; kuru nutuklar atmadan, fanatik putperestlik yapmadan önce....

 Lafla peynir gemisi yürümez pirim, Ağustos böceği gibi cırcırla yaşanmaz.

Ya üret ya üretmeye çalışan yerli girişimleri can pahasına destekle, alımınla katkı ver, gönüllü tanıtım elçisi ol. Tıpkı gelişmiş ülkelerin bilinçli vatandaşlarının yaptığı gibi.

Pırıl pırıl gencecik mühendisler, korkudan hayallerinin projelerini gerçek kılmak için girişimcilik değil, elde CV ve referanslarla yine oraya buraya "kapak atma" telaşındalar. Kalplerindeki aşkı öldürüp bir maaş uğruna inanmadıkları, istemedikleri şeyler arasında ömür çürütmeye talipler. KPSS kuşu oluyor çoğu da; devlet kapısında "yemlenmek" için.
 

 Bunun sebebi sensin! O gençlere sorduğumda diyorlar ki; "Bu memlekette üretene ekmek yok. Çok çok tüccar olunur. Alıp elalemin malını, üstüne kâr koyup bir güzel satarsan belki. Anca bunu bilir buranın insanı. Etrafına bak bir, semermiş holdingleri gör. Neyden büyüdüklerine bak..."

Kahretsin ki, yerden göğe kadar haklılar. Bunun sebebi sensin, ey halkım. İyi bir tüketen olmaya programlandın. Her konuda milliyetçilik damarın kabarırken, elalemin çapullarını kullanmak hiç seni incitmedi. Üretenini desteklemedin sen. Bilakis; yabancı markalar kullanmayı zayıf kişilikleri tatmin aracı, birer sosyal statü göstergesi olarak gördün; aynen sana öğretildiği gibi. Bir türlü kurutulamayan ablak bir marka budalalığı içinde almakla tatmin olan tuhaf yaratıklar ülkesi haline geldi buralar...

Eğer dilersen, bugünden tezi yok; değişir resim, düzelir makûs talih, döner şerler hayra ve ardında senin nefesini duymaya başlar, yerli üreten. Unutma senin elinde; gençlerin endişesini gidermek, onları emir eri olmaktan çıkarıp üretmek konusunda cesaretlendirmek.

Alman'ın cebinde Alman telefonu, Koreli'nin altında Kore arabası, Japon'un evinde Japon televizyonu, Amerikalı'nın ofisinde Amerikan bilgisayarı varken sen nasıl gelişmişliği tesadüfe bağlarsın?

Gel değiştir dünyaya bakışını ve akşam başını koyduğunda yastığına, rahat uyu; sayende dönsün çarklar, zahiren değil; taş üstüne gerçekten konsun yeni taşlar. O zaman rahat edecek ruhları, bu ülkeye hizmet etmiş, emek vermiş, candan geçmişlerin.

Ziya Paşa ne de güzel demiş: "Aynası iş kişinin, lafa bakılmaz."
"Atam sen kalk, ben yatayım" demekle de bu memleket mamur olmaz.

Cem Turan

ÇEKİRDEKLE BİLE UYUŞUR İNSAN, GELİŞMEK DİYE BİR DERDİ OLMADIKTAN SONRA

Eskilerin derin bir sözü var: Su testisi su yolunda kırılır. Yani hangi ortamda bulunuyorsan, üzerine onun kokusu siner. Hangi minval üzere yaşıyorsan, akıbetin de ona göre şekillenir. Kimlerin içindeysen, onlardan yazılırsın; onlardan olursun. Su kabının şeklini alır... 

Ve diğer önemli gerçek: Eylemlerdeki tekrar alışkanlıkları, alışkanlıklardaki toplu ısrar ise kültürleri oluşturur. Diğer bir ifadeyle; yapılan eylem zamanla, bizzat özne olur, özne de yapılan eylem.


Evet, su testisi su yolunda kırılır; çünkü testiye su doldurulur, testinin canı, suyla doldukça daha da su çeker. Dolayısıyla; git gel, testi suyla yatıp suyla kalkar. Eh, vadesini de suyla haşır neşir iken doldurması kadar doğal bir final beklenemez sanırım, testi için.

Testinin suçu yok elbet, o sadece bir mecaz. Gerçek yaşamda ne testiler ne yollarda kırılıyor; bir bakalım:

Karanlık işlere bulanmış bir mafya babasının bir "kaza kurşununa" kurban gitmesi herhalde kimseyi şaşırtmaz ya da bir kasabın önlüğüne kan bulaşması, bir bahçıvanın elinin toprak olması da sürpriz değildir çünkü gerçekten de su testisi su yolunda kırılır.

Dedik ya; testi sadece yakıştırılmış bir sembol: Ne testiler var, testiliğinden bihaber ve akıbetinin bir mücevher sandığına düşmek olacağı hayaliyle yaşayan.

Bir su testisi su çeker, çektikçe daha da su ister ve boğazına kadar suya batar ta ki miyadı orada dolana, birisi elinden düşürüp kırana kadar ya da...

Bir bağımlı da uyuşturan duman, zehir, içki çeker; içtikçe daha da ister ve boğazına kadar onlara gömülür ta ki ecel onu orada bulana dek ya da...

Bir hırsız çaldıkça daha fazla çalmak ister, kendine ait olmayanı daha da büyük iştahla alır, onun için sıradanlaşır gasp ve boğazına kadar gömülür ta ki suçüstü "enselenene" kadar ya polis ya da Azrail tarafından ya da...

Bir obez yedikçe daha çok yemek ister çünkü midenin de huyudur bu; genişledikçe daha da bekler ta ki çatlayana kadar ya da...

... Ya da biraz farkındalıkla, bu ahvallerinden kurtulmak için bir gayretin içine girebilirler. Bunu yapabilirler. Bir karıncanın davrandığı kadar varoluş nedenlerine bağlı kalarak, "başaramasam bile gayretlilerden yazılırım" diye düşünürler ve acınaklı akıbetlerini değiştirmek için süt teknesine düşmüş kurbağa gibi çırpınıp tereyağı üretebilmeyi ve üzerine çıkıp kurtulabilmeyi göze alıverirler, "atın ölümü arpadan olsun" demek yerine.

Yarasa aydınlıktan kaçınır, çünkü onda göz yoktur ve aydınlık ona bu eksikliğini hatırlattığından olacak; sevmez ışığı. Kaçar mağaraların kuytuluklarına, kaçtıkça daha da derinlere gider, zifiri karanlığın bir sakini olur ta ki bir şekilde canı teninden ayrılana dek.

Bir insan öğrendikçe daha çok farkına varır öğrenmesi gerekenlerin ve daha bir iştahla bilgi talep eder çünkü beynin de huyudur bu; tadına bir vardı mı bilginin, gelişir ve geliştikçe daha da bilgi talep eder ta ki son nefese kadar çünkü beyin ölmeden hayat bitmez; tıp bunu böyle bilir.

Lafı dolandırmadan söyleyeyim: Bilgiye kendini kapatmış, aydınlığa, gerçeği aramaya, sormaya, sorgulamaya, nasihate ve nasihat vermeye, öğrenmeye ve öğretmeye kendini mühürlemiş, içine şeytan kaçmışçasına ilimden ve öz gelişimden kaçan, bunlara tahammül edemeyen kişilik, mutasyona uğramış, hastalıklı bir insanlıktır. Çünkü bunlar kendilerini, kendilerini var kılanı, onun disiplinlerini, insana özgü erdemlilik ve değerlerin tümünü birden inkar etmekte, görmezden gelmekte ve sonuç olarak; zaman içinde su testisi gibi; o yolun yolcusu olup, göremeyen körlerden olmaktalar.

İnsan olmak zor bir zanaat ve iki ayak üstünde yürüyebilmekten daha fazla kıymetli öz güdü ve yönetime ihtiyaç var. Herşeyden önce insan okuyabilmeli, görebilmeli, duyabilmeli önüne geleni ki yorumlayıp, üzerinde düşünüp kendini geliştirici sonuçlar çıkarabilsin ve onu başkalarına girdi olarak sunabilsin.

Su testisi su yolunda kırılır gerçekten. Taklitçiliği bırakıp doğru düzgün insan olmaya, daha iyisini sorarak sorgulayarak bulmaya çalışanlara, çevresine damıttığı birikimleriyle aydınlık katanlara, kısaca; yaşayana ve yaşatana ne mutlu. Kırılacaksa böyle bir yolda kırılsın testi ki hiç olmazsa "okumaya çalışanlardan" yazılsın.

Belki de çekirdek çitleyip "Batsın bu dünya" şarkısını dinlemeli. Böyle yapanı hiç de az sayıda değil. Kısa süreli bir bağımlılıktır çekirdek, paket bitmeden bırakmak biraz irade ister. Pekala içinde kaybolunabilecek bir uyuşturan olabilir. Niyet düşünmekten uzaklaşmak ise neden olmasın?

Cem TURAN

20 Temmuz 2015 Pazartesi

ŞİİR: ALTIN KAFESTE KUŞ


STAJA GİTMEK, GERÇEKLER YURDUNA

Kimilerinize tuhaf gelebilecek, son beş yıldır fırsat buldukça yapmaya çalıştığım bir alışkanlığımdan söz etmenin zamanı geldi herhalde. Gerçekten kimilerine tuhaf hatta sağlıksız geleceğini biliyorum çünkü insan oldum olası; gerçeklerine, yaptığı yolculuğa, o yolculuğun sonundaki duraklara odaklanmaktan kaçar, yol boyunca gördüğü eğlenceli manzaralarla avunur ve oyalanır. Oysa her yol bir gün biter, her yolculuk bir gün nihayete erer. Yolculuğun amacı da varmak değil midir, ulaşılmak arzu edilen bir yere? Bana göre de asıl tuhaf; neden yola düşüldüğünü unutmak, yol kenarında bir adım sonra görüş mesafesi dışına çıkarak, dikiz aynasından da görülmeyecek ve tarih olacaklara gereğinden fazla kapılmak olmalı.
 Benim için bir tür staj, saha çalışması, ön pratik, modelleme gibi bir şey bu: Zaman ekseninde biraz ileri gitmiş gibi yapıp, saati ileriye sardırıp olayları ve olaylar içindeki kendimi yorumlamak; ayrı bir eğitidir, benim için. 


Neden mi bahsediyorum? Tabiki ölümden. Özellikle kimi iş çıkışlarında, komşuluğunda bulunduğum cami avlusunda musalla taşına yatırılan merhum ve merhumeler için son insani görevde bulunmak isteyenlere yetişiyorum kimi zaman. Kılınan cenaze namazlarının ardından ben de avlu çıkışında bekleyen ve ahaliyi cenazenin defnine götürüp getirecek araçlarda alıyorum soluğu.
Böylece ben de bir taraf oluyorum, cenaze yakını; sağlığında hiç tanımadığım insanların son yolculuğuna ortak. Yol boyunca araçta oturanların hallerine kulak kesiliyorum. Avludaki manzaradan sonraki dersimi yol boyunca o araçta alıyorum: Otobüsün ikili koltuklarına oturmuş insanların birbirleri ile diyaloglarına ibretle kulak misafiri oluyorum, kablosuz ve uzak menzilli radardan farksız dikkatimle. Yaşanan diyaloglardan anlıyorum, kim mevtanın gerçekten yakını, yaşamından önemli bir varlığı ruhlar alemine uğurlamakta o an ve kim uzaktan, köşeden ilintili konu komşu: Kiminde buğulu ve uğurlanan ile hatıraları o an gördüğü her halinden belli olan dalgın gözler,  kiminin ağzında geçen haftaki maçın değerlendirmeleri...
Sonunda mezarlığa varılır; önceden hazırlanmış, iki metrelik bir çukurun etrafında toplanılır. Söylenecek sözün bittiği, bir alemden diğerine geçişin adeta eşiğinde durulur. İlle de ben bu anı maddeleştireceğim diyen olursa; misafirinizi uğurladığınız, otogar, havalimanı gibi mekanlarda sıkça yaşanan bir ayrılık sahnesi gibidir. Bilet tek yönlüdür, yolculuk; dönmemek üzere.

Yeşil renkli belediye arabasının demirbaşı hoca efendi çıkagelir, elinde taşınabilir amfisiyle. Açar ses düğmesini sonuna kadar ve hiç tereddüt göstermeden başlar kelam etmeye haziruna. Oradakilerden çoğunun kırk yılda bir, bir beşerin defnedilmesine tanıklık etmelerinden kaçırdıkları bir detayın farkına varır, irkilirim: Mezarlıklar Müdürlüğü'nün kadrolu hocaları, soluksuz define gidip gelmekten biraz fazlaca profesyonellikteler. Yani dil okur, ağız söyler ama kalpleri, hergün defalarca yaptıkları bir işi tekrar etmekten; fabrikasyon bir işi yürütmekten, ziyadesiyle yorgun. Kim için orada olduğundan daha çok mesaisinin gereği olarak zorunlu bir hizmeti üretip bir an önce gitmek isteğini hissettiren örnekler de görüyorum, üzülerek.

Dolayısıyla fazlaca şablonlaşmış bir etkinlikte bir faninin dünyadaki nihai istirahatgahına nakli, kalabalık bir şehirde yaşamanın sonucu olarak sıradanlaşmaya doğru gidiyor gibi görünüyor.

Ve işte o an: İçinde bir zamanlar belki de yeri göğü inleten kudrette, etkisi ve gücü yüksek, kazancı ve hayat standartları kalburun üstünde, ayağı lüks arabalardan yere basmaya fırsat bulamamış, yüce yüce mevkilerin insanı bir zatın; kesilerek yaşamına son verilmiş bir ağacın yontusu, kuru bir tabut içinden çıkarılan ve beyaz bir kefene sarmalanmış; içinde kimin, nasıl bir halde olduğu meçhul; markasız, etiketsiz, söylendiği gibi cepsiz cismi; civardakilerin gayreti ile son kez havalanarak toprakla buluşturuluyor.

"Sur" zamanına dek, bir daha ayrılmamacasına sırtı toprağa verilip yüzü kıbleye döndürülen beyaz örtülü beşerin son görülebilirliği; üzerine doğru toprak savuran küreklerle son buluyor. Bir bayramlık veya ameliyata girecek doktorun hijyenliğini çağrıştıran bembeyazlığın toprağın karalığının örtücülüğü altında eridiği, son derece ağır anlamlar içeren, düşünen insanı alıp başka başka deryalara götüren, empatinin en babayiğidinin yaşandığı çok özel bir an...

İşte odur hatasız, programın dünyadaki son kodu ve beyazdan bir kumaşa sarmalanmış, çaresizlik içinde yeni yatağına taşınarak konan ve üzerine kara toprağı, yorgan niyetine serpilen insanın yerine koyabilme egzersizleridir; insanı pişiren ve kalbin nazlı gözünü aralayan.
O zaman bunca patırtı içinde verilen yarışlar, uçuşan maddeler, ardı arkası kesilmeyen testler, sınavların "bakılabilir öğreticiliğine" mahkumluğundan daha çok "görülebilir eğitimin" telaşına düşüyor insan.

Var mısınız? Bir hafta sonunuzun bir iki saatini ayırıp, hiç tanımadığınız bir insan için kılınan cenaze namazı ile başlayan ve mezarlıkta tamamlan; kendini dinleme, empati ile düşünme ve yeniden yapılanma stajına?

Yoksa bundan; kaçamayacağı gerçekleriyle yüzleşmekten korkup kafasını devekuşu gibi dünyaya sokup çıkarmayanlardan mısınız?

İnanın, doğru yerde ve doğru zamanda biraz empati size de çok iyi gelecek.

Cem TURAN

15 Temmuz 2015 Çarşamba

ALMAKLA MUTLU OLMAK

Pembe panjurlu bir evde yaşlanma hayaliyle evlendiler...

Sonra ihtiyaçları için değil; sağa sola, yoldan çıkaran tüccarların oyunlarına kapılıp çılgınlar gibi alışveriş yaptılar, var olan eşyalarını uyduruk farklar bulup yeniden aldılar.

Artık kendileri evlerinde sığıntıydı, eşyalar oturuyordu her yerde. Anti sosyal yaşamın bu yalnızlaştırıcılığında, kırk yılda bir birileri gelip de caka satarlar diye köşe bucak, tepeleme eşya doluydu. Doğan çocuklarını bile eşyaların arasında kaybettikleri olmuştu.

Evin israf azmettiricisi olan hanımının aklına parlak (!) bir fikir geldi: Yeni ve geniş bir ev!

Hayır demek ne mümkün; yorganlarının boyuna posuna bakmadan uzatıverdiler ayaklarını, sere serpe. Hayatlarının belki de beşte birini ipotek altına alıp borçlandılar, altın dişli bankerlere ve geçtiler daha geniş bir eve.

Ya sonra durdu mu bu iştah, başlarını sokup barınabildiler mi huzur içinde? Ne gezer: Yeni eşyalar, koltuklar, dolaplar, her rengin her tonunda ayakkabı, oyuncak, üst baş...

Hacim yine tükendi kısa sürede, eşyalar boğdu herkesi. Arada bir bazılarını atarak yer kazanmaya çalışsalar da içine düştükleri israf ve harcayarak mutlu olma, şatafata özenme, başkalarıyla malda aşık atma hastalıklarından dolayı; kısa sürede doldurdular yerlerini, daha da fazlasıyla.

Armut dibine düşer misali, çocukları da kapıldı aynı hastalığa. Artık markasız giymeyen, kendini sahip olduğu metalarla kabul ettirmeye çalışan kişiler oldu, zavallıcıklar.

Evin hanımının derdi belli: Yeni bir ev almak, daha geniş; daha çok mal yığmak için. Beyin ise aklı fikri yeni model bir arabada. Oysa önceki yıl, diğerini alırken "herhalde bununla emekliliği" görürüm diye kendisini avutuyordu.

Birgün rüzgar tersten esti ve onlara çok acı şekilde öğretti gerçeği. Çöp biriktirmekten daha önemli değerler olduğunu anladılar, sağlık ve canlar yitince.

Evin beyinin ölüm döşeğindeki son sözleri şöyleydi: 

- Ey evimizin camına bir kerecik pembe panjur var mı diye bakmayan hanımım. Ben de uydum sana ve derin bir pişmanlık ve utanç içinde gidiyorum. Ruhunu mala satanlardan oldum, çünkü evin öğretmeni sensin bildim, ne desen doğru belledim. Öyle öğretti büyüklerim; evin öğretmeni, idare edeni, iktisatçısı hanımdır; ona uyarsan sırtın yere gelmez dediler. İşte sırtım yerde. Oysa ben,  sirkeye ekmek banarak yemeye "Ne güzeldir o" diyen bir peygamberin dinindendim.

Cem TURAN

BİT PAZARINA NUR YAĞARSA İLETİŞİM KAVAĞA ÇIKAR

Yeni çılgınlıkların satılabilirlik oranları düşüp bir yenisi daha çıkmadığında, ciroları doğrultabilen; moda 70'lere kadar dip yapmış ve geçmişin yüksek topukları yeniden keşfedilmişti.

Edebiyat da günümüzün türlü kural tanımaz, "serbest" şiir ve yazılarıyla epeyce bir meşgul edildikten sonra yeniden vezin, cinas, teşbih keşfediliyor mu, nedir?

Siyaset bile arada bir sine-i millet denemeleri yapıp duruyor; hiç olmazsa yağmasa da gürlüyor...


Malum; onca su köpüğü gibi, bir gözüküp bir yiten popçuların uyduruk lakırdılarından sonra, halk müziği icra etmek, yeniden popüler oldu.

...

Darısı insanın yaşam algısının ve iletişim denilen; diğerleri ile etkileşimin dinamiklerine.

Umarım o da geçmişe rücu eder de insan yeniden insanı ve insansılığı keşfeder.

Neden olmasın? Geçmişe rağbet olsa bit pazarına nur yağardı diyenler: İnanın, bit pazarında daha doğal, daha yalın, daha orijinal, daha yaşam kokan, daha iş gören, daha insan elinden çıkma ve insana uygun şeyler bulabilirler.

Cem TURAN

ŞİİR: AYNI AĞIN ÇOCUKLARI

Ağ ağın içinde, o da bir başka ağın peşinde...
Kendimiz öreriz; ya iyilik ya da kötü ve malayanilerle.

Kendi ürünümüz ağdan bir dal dokunduğunda
Bundandır; ya acıtır ya da şifa olur yaralara.

Madde ile örülü ağda ne isabet eder, madde ve katılıktan başka?
Mana ve değer yüklü ağda, ne okşar histen ve değerden başka?

Hani der ya müslümden başka; toprak toprağa, küller küllere...
Karışır elbet, ne varsa civarında; değen aynı ellere.

Bizdeki karşılığı; şaşı kalkar, körle yatan
Pek kimse değişmez, beslenen aynı sudan.

Sosyal ağ dedikleri, işte böyle menem birşey
Çevreden alır şeklini, yaşayan her bir birey.

Aynı ağın çocuklarıyız; kah kalkan kah düşen
Katılanla büyüyen koca bir ağdan beslenen.

Şaşarım bundan; kiraz ağacından dut umana
Edilendir bulunan, kanmayın toza dumana.

Cem TURAN

LEZZETLERLE BARIŞIN, ÖZELİKLE LİMONLA

Faydalarını bilmemden ötürü, bir limonsever olduğum söylenebilir. Limonsuz bir salata bence faydalarının pekçoğundan feragat edilmiş birşey anlamına gelir. Limon kabuklarıyla yapılmış bir kek hem leziz hem şifadır. 


Çok özel bir aromadır, limonda olan. Gastronomide özel bir yer tutar. Geleneksel mutfağımızın vazgeçilmezidir. Limonun en çok kolonyaya yaraşması da tesadüf değil.Limon içindeki etken maddelerin uyumu da bugün ağ analizi yapılarak bilgisayarla ortaya konabiliyor.

Yazıkki kimileri halen keyfekeder bir seçenek olarak görüyor limonu, bağnaz bir taassupla. Bu, limon hakkında derin bir cehalet eseri ve limona yapılan büyük bir haksızlık. Limon sağlık için vazgeçilmezdir ve amaç bir gıdayı ekşileştirmek olmadığından sirke veya ekşi soslar onun muadili değildir. Ekşilik, limonun biyolojik faydalarının bir sonucu, göstergesidir. Limon yiyin, hem de bol bol. Midenize rahatsızlık vermediği sürece. 

Limonlu gıdalar tüketin. Doğal limonatalar için. Endustriyel limon sularından, hazır limonatalardan uzak durun. Başta kanser, organ oksidasyonu, toksite, tansiyon ve damar rahatsızlıkları hatta şeker gibi pekçok ciddi hastalığın önünde, sizi koruyan bir set olduğunu görün.

Bir C Vitamini deposu da olan limonu kestikten sonra hemen tüketmeye çalışın. Eğer kısa süreli muhafaza gerekiyorsa, buzdolabına koymadan önce kesik yüzeyini mutlaka koruma altına alın. Örneğin bir çay tabağına yüzükoyun yerleştirmek de pratik bir yol olabilir, kısa süreli. Lokantalarda ve maalesef bunları umursamayanların mutfaklarında dışarıya ya da buzdolaplarına, keserek gelişigüzel saatlerce hatta günlerce bekletilen limonların hiçbir faydasının olmadığını da söylemek gerek.

Bir kanser hastası için biraz geç bir bilgi olabilir, zaten onlara değildir sözüm. Geçlikten kastım; bir arazın önlenmesinde çok daha başarılıdır beslenme rejimi, oluştuktan sonra süreci geri sardırmak çok daha yoğun bir efor ister. Hastaların kimilerine zararlı bile olabilir fazla limon. Onlar mutlaka doktorlarına uymalılar. Ama eminim onlar için altın kıymetindedir bu bilgiler, baş üstünde tutacaklardır. Fakat sorun; henüz bu dertlerle karşılaşmamış insanların duyarsızlığında. İnatla, biraz ekşisiz tad uğruna limonsuz bir hayata devam etmelerinde.


Sağlıklı bir beslenme, şu dört tadın da alındığı sofralarda olur: Ekşi, tatlı, (normal) tuzlu ve acı. Bu konu Tıbb-ı Nebevi'de de yer bulur. Lezzetler, gıdalar için bir foksiyon göstergesidir. Bizim deyimimizle; ifa edilen görevlere dair bir bayraktır. Herhangi bir nedenle bu tadların birinden kaçınmak, bir sağlık sorununa işaret edebilir; velevki mental bir sorun olsun.

Bizler, edindiğimiz doğrularla yolumuza devam edebiliyorsak akıllıyız. Geçmişte bize öğretilen alışkanlıklarla, şuursuz bir yaşam sürüyorsak; akıl bunun neresinde? İşte size gerçekler, gelsin bol limonlu salatalar, hafif acılı yeşil sivri biberler.

Lezzetlerle barışık, sağlıklı bir ömür dileğiyle...

Cem Turan​

SANAL BİR DİN UYDURDULAR ACILARIN ÇOCUKLARI

Eskiden şov dünyasının, insanların duygularını acite etmek için icad ettiği; acıların "küçük" çocukları dönemini yaşamıştık, uzunca bir dönem. Küçük Emrah, Küçük İbo, Küçük Bergen ve diğerleri. 

Müzik ve film sektöründe bayatlamış bir tarz olmasından, terkedilmiş gibi gözükse de son yıllarda oluşan "din piyasası" acıklı şovlarla "cirosunu" artırmaya devam ediyor.

Din "sektöründe" iki kişiliği anlamaya yetmiyor melekem:

Biri Adnan Hoca, diğeri de fon müziği üzerine acıklı ses tonuyla din satan, kadrolu medya hocaları.

Birincisini ben bilmem, ikincisi asıl konum olacak: Bilim dilinin esamesi okunmayanlar. Bir tılsımlı fon, üzerine Medine fukarası tadında acıklı bir ses, hatmedilmiş ya Siyer ya Meal. Sadece şuursuz bir tabi oluşu, taklit edişi sakız gibi empoze ediyor.


Karşılığında gelsin yüzbinlerce lira, şan, şöhret: Düpedüz şov sanatı.

Babadan oğula geçen televizyon hocalığı herhalde sadece bizde olur.

Belediyede memurken, Peygamber Efendimiz'in hayatını yani Siyer-i Nebi'yi sermaye yapıp acıklı hocalığa terfi etmek de sadece bizde.

Öyle bir muhitte geçti ki yıllarım, bu saydıklarımın çoğunu üreten yer oldu, komşularımdı pek çoğu. Dolayısıyla statü değişim süreçlerini gözleme şansım oldu pek çoğunun. 

Gözyaşı geceleri diye şeyler icad edip prodüksiyon holdinglerine dönüşenlerden, dernek ve vakıf kolonileri kuranlara, ekranlardan Peygamber Efendimiz'in tevazusu ile kitleleri ağlaştırırken özel şoförlü lüks arabalardan inmez hale dönenlere kadar; epeyce bir ibretlik hayat üzerinde ampirik notlar düştüm. İçlerinde belediye başkanlarına danışman olanlar bile var. Herhalde imar konuları üzerine mülahazalarda bulunacak, hazretler.

Ramazan döneminin piyasası var. Biraz daha gayretle, eski parayla; trilyona doğru gidiyor sahur ve iftar hocalıklarının vizitesi.


Yaptıklarını aç ve fakir bir mahallede döner ustası olmaya benzetiyorum. Camekânın önünde, elde döner bıçağı; bir sürü atraksiyon. Pirim yapan, rating kazandıran, temcit pilavı gibi dön dolaş aynı hareketleri tekrarlamaktan ibaret, göstermelik bir şov. Kokutuyorlar, gösteriyorlar, ağızlarının suyunu akıtıyorlar insanların ama dirhem vermiyorlar, veremiyorlar, bir sürü vebale giriyorlar. İnsanlara fiili bir fayda yok; uzatıp da kimseye bir çeyrek ekmek verip karın doymuşlukları yok: Millet aç kardeşim aç! 

Aydınlanmaya, sorgulamaya, bilimi eline alıp sahibini aramaya, varlığının nedenlerini araştırmaya, düşünmeye ve kendi maharetiyle delillendirmeye... açlar. 

Düpedüz ekranda hep aynı cilalı yüzler insanlara "sizin düşünmenize gerek yok, biz sizin yerinize söyleriz; tabi olun, yeter" diyorlar. Bunu yapanların da ekseriyeti, kendi de düşünerek bir ilim damıtmış değil. Onlar da vaktiyle düşünebilenlerin, araya araya bulup ilim deryasında yüzenlerin yadigâr kitaplarından satıp duruyorlar.

"Oku" diye bize denmemiş gibi, onlar insanları din adına uyuşturdukça, başkaları okuyor hayatı. Varlığın varlığını sorgularken ilimde ve fende gelişiyorlar. Bulgularının ardındaki müthiş mühendisliği gördükçe adım adım yaklaşıyorlar gerçek, farkındalıklı inanca. Artıyorsa bundandır, Batı'da Müslüman sayısı. Ekranların din simsarları, içinde ilim ve tahkik olmadan Binbir Gece hikayesi tadında, din üzerinden usları uyuşturmaya devam ededursunlar; araya araya buluyor hakikati elin oğlu. Öyle nüfus cüzdanında hazır bulanlar  gibi de olmuyor, onların din algısı.

Sonra da İslamafobia'dan bahsederiz. Din diye boş bırakılan sinelerin  terörü  dine bağlamalarının sebebini de ekran hocaları kendileriyle bir sınamalılar.

Aklıma dini kazancına, çıkarına sermaye edenlere yapılan mübarek beddua geldi. Umarım geç olmadan islah olup yaptıkları büyük yanlıştan dönerler. Filmin sonunu merakla bekliyorum.

Cem Turan

ÇOK DİSİPLİNLİ HAYAT: İKİ ELİN SESİ VAR

Hayatı ve dünya arenasını bir maden ocağından farksız işletiyoruz, insanlık olarak. Elimizde bilim kürekleri kazıp durduk bunca zaman. Eskiden küçük gayretlerle büyük keşifler yapabiliyorduk, sıkı mesafeler alabiliyorduk tek başımıza.

Gün be gün derinlere daldık: Kazdık, kazdık, bulduklarımızı birbirine çatarak farkındalığımızı artırmaya, yaşam kurgusunun arkasındaki tasarımı ve tasarımcıyı anlamaya çalıştık. Dengeli bir şekilde, tutunarak gidenler her bulduklarıyla biraz daha hayranlık duydular bu müthiş düzene, biraz daha tesadüflere yer olmadığını gördüler.


Kimilerinin ayakları kaydı; kah derin çukurlarda yitip gittiler kah grizu patlaması sonucu yok oldular. Bilim küreğini kullanmanın da bir yolu ve yordamı var elbet; dikkatli olmak gerek.

Gel zaman git zaman, o kadar derinlere ulaştıki hakikat madenciliğimiz; bugün öyle sıradan kürekle birşeyler çıkarmak neredeyse imkansızlaşmaya başladı. Bunun için farklı türdeki bilim kürekleri birbirine montajlanarak, çoklu mekanizmalarla daha derin kazılara girildi ki buna çok disiplinli (multidisipliner) çalışma diyoruz.

Diğer bir ifade ile; farklı bilimsel alanlar güçlerini birleştirerek tek başına delinemeyen kayaları delmeye, daha da derinlere ulaşmaya başladılar. Bir düşünür bu önemli evrenin altını şu şekilde çiziyor: "İnsanlık tarihi boyunca yapılan en önemli icat, birlikte çalışma becerisinin kazanılmasıdır."

Çok disiplinli çalışmaların yapıldığı alanlarda kazılar hız kazandı ve ortaya umulmadık miktarlarda büyük cevherler çıkarıldı. O kadar büyüklerdi ki buna "büyük veri" (big data) adını verdiler ve halen bunları ne yapacağını, nasıl anlamlı ve medeniyete yön verir halde işleyebileceğini tartışıyor insanlık. 

Riskli paragrafı sona sakladım. Şimdi sıkı durun. Malzemesinin insan olması ve geniş kitleleri ilgilendirmeleri nedeniyle en büyük veri dağları üzerinde oturan ve bu nedenle en fazla bilişim ve enformatik gibi alanların desteğine ihtiyaç duyan iki alandaki enteresanlık hep dikkatimi çekiyor. Bu alan mensupları her nedense, başkalarıyla çalışmaktan haz etmiyorlar ve bu tür farklı disiplinlerin alanları hakkındaki tasarruflarını bir tür mütecaviz girişim olarak görüyorlar. Bunlardan birisi Tıp, diğeri ise İlahiyat.

İkisi de istisnaları ayrı olmak üzere, tek kürekle kazmayı her şeye rağmen yeğliyor, görünüyorlar. Oysa günümüzün problemleri tek önlüğün örtemeyeceği kadar büyük, tek kürekle bitirilemeyecek kadar devasa ve yoğun. 


Daha da garibi; kimi tıp insanı sözüne muhalefet edeni sağlıksızlıkla ve ölümle, kimi ilahiyatçı ise kendisine uymayanı günaha girip cehennemi boylamakla adeta tehdit ediyor. 

En çok lafını ettiğim "sosyal genetik" ifadesini burada kullanmak durumundayım. Çünkü geçen asırlar içerisinde insanların bu tehditlerden olacak en fazla çekindiği ve korkuyla karışık saygılı oldukları iki meslek de bu alana aittir. Bu durum, sosyal genetiğimize işlemiştir. Toplumumuzda hangi branşta olursa olsun, doktorlar da din görevlileri de "hoca" olarak anılır ve saygı gösterisinde bulunulur.
Cem TURAN

SORU SORABİLMEKTİR, BİLİM

Bir bilim insanının en tipik özelliği gerçekten de adım adım gerçeklere götürecek doğru sorular üretebilmesidir. Bu soruları gerek kendisine gerek başkalarına sorarak bir sonraki soruya zemin hazırlamasıdır.

Sanıldığı gibi; bilim insanları herşeyi bilen kişiler değildir ancak soru sorma cüret ve zahmetini gösterirler. Soruların bittiği gün yaşam ve dolayısıyla bilim bitmiş demektir.


Soru sormayı ayıp ve gereksiz kabul eden toplumlar daha baştan bilimi sindiremediklerini ortaya koyarlar. O durumda da ne bilim yaşayabilecek ortam bulur ne de teknoloji ürer, sanayi gelişir, gerçek bir kalkınma olur. Sonuç; bağımlı bir tüketenler toplumu olur.

Sorunun yasak olduğu toplumlarda fanatizm, bağımlılıklar, taklitçilik, körü körüne tabi olma, batıl inanç ve hurafeler yaygın olur.

Soru sormak gerek, yaşama adım atmak, en kıymetlisi; farkında olabilmek için.

Cem TURAN

RAMAZAN PİDESİ


Çocukluğumda iftar telaşı sarınca ortalığı,

Çocuklara pide kuyruğuna girmek düşerdi.

Ah o ne sabır bekleyişiydi öyle,

Mahalleyi kokutan taş fırın önünde

Tarifi mümkün olmayan bir halet,

Bekleşir aç mideler sanki pakt-ı nefaset.

Ah ya, nereden de yetişti aklıma

Daha da beter, o koku şimdi geldi burnuma.



Bilemedim şimdi; yaşlandığıma mı üzüleyim

Yoksa kokunun aynılığına mı sevineyim?

Canım pide, dumanı üstünde çıtır pide

Allah seni nasip etsin her eve.


Cem Turan

MEDENİ DÜNYADAN MODERN DÜNYAYA MEKTUP VAR

Eğer amaç "ne?" sorusuna yanıt vermekse birkaç destelik kelime haznesi ile yaşam sürmek mümkün. Yan etki; dil kullanımı ile ilgili beyindeki nörotik yolların körelmesi. Tıpkı terkedilen ve artık kimsenin yaşamadığı bir dağ evine giden yolun üzerinin arsız otlar bürünerek kaybolması gibi. Son yıllarda, kendini ifadeden yoksun bir nesil türediğine kanaat edilmiş olacak ki; dile ait bu yolların kapanmasını önlemek için özellikle teknik bölümlerin müfredatına"sözlü ve yazılı anlatım" diye bir ders konulduğunu görüyorum üniversitelerde, bunun pek de yeterli olmayacağını bile bile.

Bir iletişimde "ne" kadar "nasıl" sorusunun da peşine düşmeli insan. İşte o da hayatı yaşanır kılan sanatın doğuş nedeni. 


Gelişen moderniteyle birlikte, sadece fonksiyonelliğin yeteceği gibi tuhaf bir kolaycılık hastalığına düştü insan. Yaptığı binalar bile düz, şurup kutusu gibi dikdörtgenler prizması şeklinde çünkü amaç barınma. Bir de Beyazıt'tan Aksaray'a kadar yaya bir yolculuk yapılmalı; sağa sola bakarak. İstanbul Üniversitesi, Süleymaniye, Vezneciler konakları, taşa dantel havasını veren Valide Sultan...

Hangisi daha kalıcı, anlamlı, hangi dönemde olursa olsun değerli?

O halde kağıt üzerine mektup yazıp postaneden atmak, nostaljik bir olay olmamalı. Tabi eğer kalıcı olmak ve ne söylendiğinden çok, nasıl söylendiği önemseniyorsa.

Atatürk'ün yazdığı mektuplar önemli bir mirastır, gençlik için. Padişahların mektuplarının üzerine kurgulanmış diziler izlediniz, son yıllarda. E-Posta olsaydı acaba bunlar olur muydu?

Düşünceleriyle toplumu etkileyenlerin, bilim insanlarının, filozofların ve diğerlerinin birbirlerine yazdıkları mektuplar asırlardır önemli rehberlerdir, mektubat denilen bir külliyat doğururlar. Newton'un mektupları okumaya değerdir, Darwin kitaplarından bir satır bile okumadan saldıran tembel fanatikleri yalanlar mektuplarıyla, Einstein'in bize okumadan inananlarca anlatıldığından çok daha derin ve çok yönlü bir kişilik olduğunu, haykırır mektuplarında; bize mektuplarında öğretir gerçek bir bilim insanının nasıl olması gerektiğini. 


Daha geçenlerde, yurtdışından sipariş edeceğim bazı kitapları belirlemek için oldukça köklü bir yayınevinin merkezindeydim. İçeri girdiğimde, altın varaklı bir çerçeve içinde duvara asılmış ve 1960'lara ait bir mektup karşıladı beni. Yayınevinin o tarihlerde çıkarmaya başladığı bilim ve teknoloji dergisinden övgüyle bahseden ve altında; dönemin cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'ün ıslak, "gerçek" imzasını taşıyan bir mektup. Artık bir tarih.

Oysa çoğumuzun e-posta hesapları "yer açmak" için hunharca silmeye ayarlıdır. Hangimizin internetin Türkiye 'de yaygın kullanıma girdiği 90'lı yıllardan kalan ve özenle sakladığımız bir elektronik postası var. Bırakın onu, geçen yıldan bıraktığınız bir şeye de razıyım. Halbuki iletişimin çıktısı, sadece günübirlik anlaşımlar için üretilmiş kelimeler olmamalı.

Arşivimde rahmetli babamın rahmetli anneme, evlenmelerinden önce yazdığı mektuplardan birkaçı var. Artık birer tarihi vesikalar. Bir değerler. 

Maddeyle tıka basa doymuş bugünün insanına nasıl bir hediye sunmalı ki, hiç olmazsa özel bir günde; onu etkilesin, unutamadıklarından olsun? İnternetten seçilen basitlik ürünü , fabrikasyon bir SMS mi alıcısını özel hissettirecek?

Eşe dosta alınmış AVM poşetli veya "internette zahmetsiz ve süratli edinilmiş" bir hediye mi daha büyük inovasyon bugün yoksa sadece ona özel, orijinal el yazması; üzerine ter, belki gözyaşı ama mutlaka emek ve sevgi bırakılmış, "gerçek" bir mektup mu? Hangisinin bizden yadigâr kalıcı bir seda bırakacağını bir düşünün. :)

İnsanların hızlı iletişim adı altında birbirlerini adeta sıradan teferruat durumuna düşürdükleri bir dünyada, "gerçek" posta kutusuna, "gerçek" postacının bıraktığı, sizin için "gerçek" mürekkeple, "gerçek" kağıda yazılarak "gerçekten" size verilen değeri bas bas bağıran "gerçek" bir mektuba paha biçilemez. Ve insan bunu hak eder, çünkü gerçektir.

İnsan fani olabilir ama sanal değil. İki sıfat arasındaki temel fark; ardında kalanlardır. Korkarım sanal dünyanın bir var bir yok, sinyallerle kurulmuş anlık ortamları kalıcı insansı medeniyetler inşa etmek için çıktı üretmiyor. Çekildiğinizde varlığınız da yokluğunuz gibi yalan ve hikaye oluyor. Evet iletişebildiniz anlık mesajlarla ama kalıcılaşamadınız. Siz gittiğinizde, size ait veri alanı formatlanıp başkasına tahsis edilmiş olacak bile. 


Değersiz bir veri kaydından ibaret olmayı içinize sindirebilir misiniz? Belki. Bankacınız ekranındaki okuduğu rakamsal veriyle tanımlar sizin ne kadar muteber, saygıya değer olduğunuzu ama telefon açıp size yalancıktan ilan-ı aşk etmekten geri de durmaz. Ama aynı riyakarlık, dostluk ilişkisinde de yaşanıyor, hazır şablonlara ve anlık mesajlara kurban ediliyorsanız, bu durum sindirimi güç bir yozlaşmadır, bana göre ama bunu meşhur Z kulağına anlatmam biraz güç.

Son söz: Bir kişiyi alınabilir hediyelere boğup iki satır onun için ıslak bir yazı, mısra üretip bir zarfa koymamış olmak, çağın gerekliliği ve modernite değil; insanın zaman karşısında dağılması olabilir. 

İletişimde kalıcılık bir medeniyet ölçütü ise mağara resimleri, açık ara önde gider. Tuhaf ama gerçek. Biz de hiç olmazsa kağıda yazalım arada bir, içine umutlarımızı, özlemlerimizi ve sevgimizi de koyup postalayalım, gitsin.