22 Aralık 2015 Salı

ŞİİR: MİNARE GÖLGESİNDE

Biz büyümüş çocuklar, minare gölgesinde
Uçmayı, al bayrağın çırpınışında öğrendik.
Ezan değdi kulaklarımıza, sudan önce
Ve hormonsuz bir inançla beslendik.

Küçük şeyler vardı, bakarsan elde
Böylece sabır, kanaatle eğitildik.
Her daim bir özlem oldu zihinde
Onun rüyasında, aramayı belledik.

Neler geldi başa, bulandı derde
Kâh düştük kâh zehirlendik
Ne bir an geri durduk, belki aheste
Ne de söz dinleyip ileri gittik.

Hayallerimiz vardı, ışıyan gözlerde
Kulakla görür, kalple dinlerdik.
Onu da aldılar, kalmadı bize
Artık, çiçeği burnunda maddelerdik.

Birisi, bir taş alıp attı kuyuya
Topumuz çıkarmayı beceremedik.
Aramayı bırakıp dalınca keyfe
Tüketip tüketip bitiremedik.

Bağlı uydular gibi olduk ele
Önce can demekten göremedik.
Mal, makam gütmekten cebe
Dünyada ne ararız, bilemedik.

Kanma; dikilir baş her ekinde
Meğer hasatta hepimiz devrildik.
İşte o zaman minare gölgesinde
Yanık bir sela ile yolcu edildik.

O zamanda sor bir kendine
Ne bıraktık, ne ile bilindik?
Tabut, değdiğin en son madde
O da kaldı, oysa bunlara didindik.

Cem TURAN


3 Aralık 2015 Perşembe

BİLGİSAYARDA DAHA EMEKLEME EVRESİNDE BİLE OLMADIĞIMIZ İŞ: "BİZ VAR SAYISALLAŞTIRMAK ANLAMI"

Küçük bir oyun oynayalım:

Örneğin; tutumlulukla ilgili bildiğiniz bir deyim ya da atasözünü hatırınıza getirmeyi deneyin. "Anımsamanız" ne kadar zaman aldı?

Sağolsun, teknolojinin bugün geldiği ve içine hemen her insanı dahil ettiği seviyede, eskiden sadece ilgili teknik insanların kullandığı veri birimlerine herkes aşina. "GigaByte" dediğimde artık, kendisini teknolojiden uzak addeden insanlar bile ya telefonundan ya USB belleğinden ya da internet aboneliğinin limitlerinin seçiminde bahsedilen bu tür ifadeleri yadırgamıyorlar.

Biraz bilgiçlik yapıp Byte ailesinin diğer fertlerini de size takdim edeyim: Gazetede, kitapta, ekranda okuduğunuz her harfin sayısal dünyada 1 Byte olduğunu düşünelim. Kaba bir ifadeyle Gigabyte, onlardan bir milyar tanesini ifade eden üst birim. Gigabyte'ın küçük kardeşleri malum olduğu üzere, KiloByte ve MegaByte. Büyük kardeşler de var elbet: TeraByte, PetaByte...
Bizim kahramanımız, günümüzün halen en karizmatik birimi olan GigaByte olsun. 640 KiloByte'lık ana belleğe sahip bilgisayarlar döneminden, bir program yazarken Byte olarak tanımlanabilecek bir değişkeni, daha büyük hafıza alanı işgal eden tamsayı (integer) olarak tanımlamanın bile çarpılmaya müstahak bir israf olduğu gelenekten gelen birisi olarak, bu birim benim için fazlasıyla büyük.


Bu kadar tatsız ön bilgiden sonra aşağıdaki sorulara birlikte yanıt arayalım:

1. Yaşınızı bilmiyorum ama dünyaya gözünüzü açtığınız andan bu yana duyu organlarınızla kaç harflik (Byte'lık) bilgi topladınız çevrenizden ve hafızanıza işlediniz? Ya istem dışı olarak vücudunuzda akıp giden, kalbin kasılmasından küçük dilinizin yemek kaçmaması için doğru zamanlamayla nefes borunuzun girişini açıp kapamasına kadar, sinir sisteminizin taşıdığı hayati bilgiler? GigaByte bir milyar harf dediysem, gözünüzde büyütmeyin. İnsanın kalbinin günde ortalama, 100 bin kezden fazla attığını düşünürsek bu süre içinde göz, kulak, burun, cilt ve diğer algılarımızla beynimize yağdırdığımız bilginin büyüklüğünün yanında GigaByte'ın denizde damla gibi bir kapasite kaldığını söylemek, sanırım mübalağa olmaz. 

Bir tek insandaki böyle bir verisel kapasiteyi karşılayabilecek bilgisayar teknolojisi bulunmamakta. İnsan hafızasına dair bilgisayar birimince rakamlar öne atanların bu iddialarını tam anlamıyla test edecek bir mekanizmamız olmadığı gibi, zamanla bu tahminlerin geçersizliğinin anlaşılması üzerine revize edildiğini de görüyorum. 

Metreyle hafıza ölçmek gibi garip bir durum, inan beynini sayısal, nicel birimlerle değerlendirmek. Aklıma zavallı Einstein'in ölümünden sonra beynine yapılanlar geldi. Yazıkki; gramla, metreyle zeka ölçmek uğruna parçalayıverdiler kafatasını. Sonunda en gelişkin insan beyni olduğu ve yüzde 10 kapasite kullanım oranı gibi tevatürler kaldı yadigar.

2. Sahip olunan böylesi; sınırları muamma olacak kadar engin bir veri ambarının, veritabanının içerisinde bir bilgiye ulaşmak, "anımsamak" için harcadığınız zamanı yukarıda sizden dilediğim gibi; tutumlulukla ilgili deyim veya atasözü sorgulaması yaptığınızda ölçtüğünüzü umut ediyorum. 

Masal bu ya; aynı kapasitede bir veri kaynağından, günümüzün en verimli sıralama ve arama algoritmaları desteğinde bile olsa, bir bilgiyi arayıp bulmak sizce ne kadar zaman alır? İşte size çözümsüz bir durum. Açıkçası, ömrümüz vefa etmeyebilir, sonucu görmeye.

Vücudumuzdaki nörotik ağ nasıl yönetilir, nasıl bir algoritmayla bir anlık zaman içinde veri konumlaması yapabilir?

En kötü durum, aranan bilginin hafızamızda olmamasıdır herhalde çünkü bulmak için hafızamızdaki tüm alan taranarak tüketilmiş demektir. "Elma" kelimesini telaffuzum bitmeden dahi beyin onun kaydını bulur, onun üç boyutlu görüntüsünü kafanızda çizip gösterir. Hatta koku ve aroma da ekler üzerine. Peki bir de "anastapalis" meyvesini sorgulayın. Yanıt yine hemen gelecek ve "kayıtlarda bulunamadığı" ilan edilecektir. Bulamaz tabi, ben uydurdum. Bu süreçte tüm hafıza varlığı değerlendirildi ve sonucu size olumsuz olarak iletti. Ya bu boyutta, işlemi yapan bir bilgisayar olsaydı ne olurdu dersiniz?

3. Yeniden bulduğunuz deyim ya da atasözüne dönelim: Büyük olasılıkla içinde "tutumluluk" kelimesi veya aynı kökten türeyen, birebir eş anlamlı olabilecek başka bir kelime yoktur. Örneğin; "ayağını yorganına göre uzatmak" deyimindeki kelimelerin hiçbirinin tutumlulukla, dengeli olmakla ilgisi yok. Topu topu; ayak, yorgan ve uzatmak ama birlikte, değişmeyen sırada kullanıldıklarında oluşan deyimin zihnimizdeki izdüşümü olan resim aradığımız konu içinde değerlendirilebilir. Böyle pek çok deyim ya da atasözünü çıkarabilir beyin, peşi sıra; "ak akçe kara gün içindir" gibi.

Bir kelime aramadan çok daha kompleks olan çağrışım, anlam (semantik) kurgulu bir aramayı beyninizin ne kadar sürede yaptığını değerlendirin ve beyninizle gurur duyun. Çünkü bunu layığıyla yapabilen bir "doğal dil teknolojiisi" henüz geliştirilemedi. Kem kümle bile anlaşamıyoruz henüz. İnanmıyorsanız, bir insan kadar güzel, dilde geçen kültürel dönüşümleri de yapabilen, tercüme eden bir yazılımın henüz olmadığını görün. Google'ın tercüme robotunu kullanın örneğin ve pişman olun kullandığınıza, anladıysanız Arap olun.


Kritik bir hatamız olduğuna inanıyorum: Anlamı sayısal olarak modellemeye kalkıyoruz. Oysa her zaman semantiğin nicelikler dünyasında sayısal bir karşılığı bulunmayabilir. Beynin fonksiyonlarını modellemek yerine işlediği bilgiyi modellemeye çalışıyoruz. Elimizdeki aletler, tümüyle sınıflandırılmış veya sayısal olarak ifade edilebilen türde olduğundan sezilebilir, çağrıştırabilir soyut sistem ürünlerini işleyebilmekten halen çok uzağız.

Güzel şey, bir canlı olmak, standartlara sığmamak, kalıba oturmamak, büyük oranda taklit edilemez olmak ve bu özgün fonksiyonlarımızla halen teknolojiyle alay eder durumdayız. 

Daha iyi bir yol bulana kadar, semantik'ten sayısal modele geçişte verebileceğimiz yegane çıktı: "biz var, sayısallaştırmak anlamı".

Cem TURAN

9 Kasım 2015 Pazartesi

MATEMATİĞİ NEDEN SEVMİYORUZ?

Matematiği sevmeyenler ülkesiyiz. Bilimsel ve teknolojik gelişimimizin önündeki önemli bir engeldir, matematik özürlü olmamız. Hayatım matematiği sevmediğini haykıran öğrencilerin yakarışlarıyla geçti. Oysa matematik kadar büyülü, hayatın her şeyine bulaşmış bir disiplin göremiyorum. 

Matematiği anlamanın yolu tarihi sevmektir aslında. Yanlış duymadınız, tarihi sevmek. Hiçbir alan, matematik kadar haksızlığa uğramamıştır sanırım. Ezberciliğe kurban ettiğimiz, öğrendiğimiz her teoreme sanki gökten zembille inmiş gibi muamele ettiğimiz, öğrenciliğimiz müddetince öğretmenimize "neden böyle, bunu kim, neden düşünmüş, yaşamın hangi sahnesi bu teoremin oluşmasını mümkün kılmış... ? " kabilinden, irdeleyici soruları sormadığımız bir derstir matematik. İrdelemeyince anlamaz, anlamayınca da sevmeyiz. Oysa neredeyse insanlık kadar eskidir matematik. Hiç olmazsa Babiller, Antik Yunan'dan başlayıp kitaplarımıza girmiş konuların nereden geldiği konusuna biraz eğilmek gerek. Gökyüzündeki büyülü dünyanın, astronomik gözlemlerin geometrinin, trigonometrinin gelişimine açtığı yolları bilmek gerekir. Felsefeye de biraz bakmak gerekir. Öklid'in, Pisagor'un biyografilerine bir göz atmak gerekir. Bilimin ilginç tarihi içinde matematik uğruna dönen entrikaların Holywood filmlerini aratmayacak ilginçlikteki heyecan verici hikayelerini öğrenmek bir matematik öğrencisine mutlaka çok şey katacaktır. 


Matematik yaşamın modelleme aletidir, canlıdır ve her yerdedir. Bunu bilmek bile matematiği sevmek için yeter. Sevilen şeyin peşinden gidilir, zorluklarına göğüs gerilir, öğrenilmesinden keyif alınır. İşte o zaman anlaşılmaz şeyler anlaşılır.

Şüphesiz matematik sorgulayan insanı sever ve ona kendisini gösterir. Aksi halde sadece bir şiirden ibarettir, sadece ezberlenir.


Cem TURAN

TOPRAKTAN İNSAN OLMAK

İnsanın hamuru topraktandır ve bu insanın var oluşunun, varlık nedeninin tanımlandığı önemli bir sırdır. İnsanoğluna durmaksızın okumak, öğrenmek, anlamaya çalışmak, kendini ve kendinin de dahil olduğu medeniyeti olumlu yönde geliştirmek, sorgulamak, araştırmak, çevresel koşullarla yaşamı süresince üzerine sinen yanlışlıklardan, kötülüklerden arınmak ve kaçınmak; görev olarak verilmiştir. 

İnsanoğlunun hammaddesi topraktır; bir çömlek ustasının sürekli dönen tezgahında şekil bulan kil kitlesi gibi ömür boyu şekillenmeyi, sosyal yaşamın en büyük armağanı olan eleştirilmeyi kabul etmek, bu eleştirilerle kendini tekraren tartıp referans doğrularıyla test ederek benliğinden, hatalardan arınmış yeni bir ben üretmeyi başarabilmektir; ideal insan modeli. 


Hayatın kişinin yüzleştiği kurgusu, zımpara taşı gibi onu sürekli eğeleyip düzeltirken kendisine, hamuru çerden çöptenmiş, işlenemez hammaddenmiş gibi muamele eden insanlar çoktur; ne eleştiri kabul ederler ne kendilerine bir an için dönüp bakarlar, "ben ne yapıyorum, neden varım?" diye sormak için. O denli katıdırlar, şekil almaya ve ömür boyu sürmesi gereken eğitime o denli kapalı.

Oysa dünyada hayal edebileceğiniz en sert madde bile hiç ummadığınız biçimlerde şekillenebilir yaratılmıştır. Yerinden kımıldamaz, kırmaya insanın gücü yetmez görülen devasa dağlar, kayalar bile, oyuklarına güz yağmuruyla sızan su damlasının kışın dondurucu etkisiyle genleşmesine dayanamaz, ortadan yarılıverirler. Sadece bu örnekten bile, düşünen insanın kendisine çıkarabileceği önemli dersler var ki insan dağların heybetli kayalarından daha sert olamaz, olmamalı: Esnek, eğitimle şekillenen, eleştirilerle kendini sivrilten, sınırlarını her geçen gün daha iyi bilen olmaktır, insanın hal-i münasibi. 

Ne hazindir; doğruyu bilen ama yanlışta ısrar eden kişilik olmak. Ne ikiyüzlülüktür; söz ile doğruluğunu kabul ettiği şeyleri davranışlarına yansıtmamak. Sözün aslı; insanın ölümü, kendisini şekillendirmeyi bıraktığı andır çünkü yaşam, kişinin sürekli olarak kendisini yontulamasıdır. Bu ise herkesin cesaret ettiği veya işine gelen bir durum değil. Böyle insanlar kolay ayırt edilebilir; içlerine girdiğinizde kendinizi zombiler; dolaşan ölmüşler içinde hissedersiniz.

Ne mutlu; kendisini her an mikroskobun lamına koyup inceleyebilenlere, başkalarını rahatsız eden huylarını ve yanlış olan ne varsa, arınmak için çaba gösterenlere. 

İşte bu ideal hal; ömür boyu devam eden bir döngü içinde sürdürülmesi gereken ana program satırlarından birisidir, insan için.

Cem TURAN

6 Kasım 2015 Cuma

TARİH, DEMOKRASİ VE GELECEĞİ YAZANLAR

Demokrasi...

Bundan 2500 yıldan fazla oldu, bu topraklarda; Ege kıyılarında uygulanmaya başlayalı, Antik Yunan'da. Böyle bir kültürün, tarihin üzerinde bunca yıl oturup da demokrasiyi halen emanet duran bir elbise gibi üzerimize iliştirmek ayıp olur.

Bunca zaman, hiçbir şey yapmadan böylesi mirasın üzerinde oturana dahi kokusu sinmeliydi demokrasinin. İşine gelmese de çıkarına ters düşse de demokrasi deyince akan sular durmalıydı; hiçbir kişi, zümre bir diğerine göre üstün saymamalıydı kendisini, diğerlerine göre. Bal tutan parmağını yalamamalıydı.

İnsanlar işlerinde ehilleşmek, uzmanlaşmak, işlerinin en iyisini yapmaya odaklanmak yerine ilişki ağlarından, birileriyle çekildikleri resimlerden, uzatılan kartvizitlerden medet ummamalıydılar.


Ama oldu, ben bildim bileli hep oldu. Güncel sosyal hastalıklarımız, ne kadar uzun bir geçmişe sahip olursa olsun; tarihi varlıkların üzerini örtüyor, istifade edilmez kılıyor.

Tarihi de pek sevdiğimiz, dikkate aldığımız ve en önemlisi; yorumladığımız söylenemez. Ya böbürlenmek için bizi güçlü gösteren tarafını cımbızla alıp kullanırız ya da sınavlar geçmek için ezberleyip unuturuz. Gereksizdir, çöpe atılmalıdır, satılmalıdır geçmişten kalan.

Oysa geçmişte aramalı geleceğin anahtarlarını. Tarih evrenseldir. Geçmiş insanlığın ortaklaşa ürettiği bir mürekkep. Zamane bizler, elimizde divit. Geçmişin mirası mürekkeple ancak yazılır gelecek. İnsan bir gecede biten mantar değil, köklü bir medeniyet. Okumak gerek, anlamak gerek, yormak gerek ve geleceği yazmak gerek.

Cem TURAN

5 Kasım 2015 Perşembe

BİR DEVRİN SONU: İSTATİSTİK BİTİYOR MU?

İstatistik çalışmalara hep şüpheyle yaklaştım. Geçmişin izlerini kullanıp gelecek hakkında tahminlerde bulunmanın bazı gizemli, gizemli olduğu kadar da tehlikeli sonuçlar doğuracak yönleri olduğunu düşünen birileri içimde hiç susmuyor.

Nasıl sussun; günümüzün dinamik yaşamına bakın: Hemen her gün devrim niteliğinde kırılmalar yaşıyoruz, dünya daha önce hiç tecrübe etmediği yeni olayları bir bir yaşayıp tüketiyor. Şartlar, koşullar, ortam sürekli değişiyor ve istatistik, özellikle yaşama dair alanlarda da geçmişin şablonlarının geleceği çizeceğini iddia ediyor. Oysa ben, insanın istatistik tevatürler kaldırmayacak kadar renkli ve sürprizlerle dolu olduğunu düşünüyorum ve onun dahil olduğu toplusal hayatın da.


1 Kasım 2015'te Türkiye oldukça ilginç bir genel seçim yaşadı. Sonuçlar, istatistik tabanlı çalışan bütün kamuoyu araştırma şirketlerini deyim yerindeyse; alabora etti. Hiçbiri ortaya çıkan reel tabloyu tahmin edemedi. "Tahmin" hatası büyüktü.

Bir başka hal dikkatimi çekti aynı seçim sürecinde: Yaklaşık iki aya sıkıştırılmış bir süre sonunda gerçekleşen bu seçim, bugüne kadar yaşananlardan çok farklı atmosferde cereyan etti. Buna bir örneğim de kamuoyu araştırma sonuçlarının geçmiştekiler gibi ifşa edilmesinde gösterilen iştahsızlıktı. Kimse durumdan emin değildi, bir önceki seçim sonuçlarının etkisinde kalınmış ve yine benzer bir tablonun ortaya çıkmasına neredeyse büyük "olasılık" olarak bakılıyordu. Buna göre siyasi partiler birbirlerine koalisyon konusunda ince mesajlar bile gönderiyorlardı. 

Bu tuhaf belirsizlik her seçimde adeta milletin iradesini, idrakini silkeleyen kamuoyu araştırmalarının sonuçlarından halkı nispeten uzak tuttu. İyiki de tuttu, millet kendi öz dinamikleriyle, özgür iradesiyle, manipüle edilmeden, ağız tadıyla oy kullanma şansını yakaladı ve sonuç tam anlamıyla milli iradenin tecellisiydi. İşte bu durum, 1 Kasım seçimlerini öncekilerden ayıran önemli bir teknik detay olarak tarihe geçti. Veri analizcilerinin durup düşünmesi için önemli bir kapı araladı.

Daha önce de dile getirmiş olmama rağmen ilk kez bu seçimde savımı test ve ispat şansı buldum. Öncekilerinde kamuoyu şirketlerinin "istatistiki tahminleri" ile dolup taşan televizyon ekranları ve gazeteler buna fırsat bırakmıyordu. Diyeceğim o ki; kamuoyu araştırma şirketleri basına sürekli yansıyan istatistikleriyle, sadece seçmenlerin eğilimleri hakkında tahminde bulunmuyorlar. Daha önemlisi; ilan ettikleri tablolara göre seçmenin bilinçaltına çalışıyorlar. Yani aslında geneli yansıtmasa da bir istatistik sonucu çokça gündeme getirmek, sosyal bilinçaltında hipnotik bir algı yönetimi ortamı sağlıyor. Tıpkı bir kişiye kırk kere aynı şeyi söylerseniz, kendini onun varlığına inandıracağı gibi; birleşerek tek ve ulusal bir irade ortaya koyan insanlar üzerinde istatistiğin "irade programlayıcı" bir etkisinin olduğunu, bugün daha net olarak söyleyebilirim.

Düşünün bir kere: Size seçim tahmin istatistiği bombardımanı yapılıyor. Olacağı iddia edilen bu tablodan memnunsanız pozisyonunuza yapışırsınız. O andan itibaren etkisiz elemansınızdır hatta rehavete kapılabilirsiniz, "oy vermesem de olur" deyip gitmeyebilirsiniz. Memnun değilseniz ya tersine çevirmek için gayri ahlaki yollar da dahil, ek bir efor gösterirsiniz ya da yenilgiyi kabul edip yine pozisyonda kalırsınız. 

Hatırlayın; 7 Haziran seçimlerinde çok yoğun olarak birileri ellerindeki son koz gayriahlaki de olsa uygulamaya koydular ve internetten var güçleriyle "Tepkini göster, oy pusulasında muhalefet partisinin kutusuna çarpı at!" kampanyası yürüttüler, sanki iktidar partisinin elinden çıkmış gibi gösterilmiş görsellerle. (Bildiğiniz gibi; oy pusulasında mühür dışı bir işaret koymak, oyu geçersiz kılıyor.) Bu gayret, iktidar partisine oy vereceklerin oylarını geçersizleştirmeyi, kutsal olan bireysel iradeyi çöpe dönüştürmeyi amaçlayan etik dışı, ahlaklı ve sinesinde değer barındıran hiçbir insanın tevessül etmeyeceği bir işti. Neden yaptılar? Çünkü 7 Haziran öncesi istatistikler onlara şans vermiyordu. İstatistikler onları azmettirdi, onlarda da ahlak yoktu ve yaptılar. Aynı dezenformasyonu çok cılız olarak, yer yer 1 Kasım'a bir iki gün kala yine gördük ama bu defa söz etmeye değmeyecek kadar zayıftı. Neden? Çünkü istatistikler yoktu, birileri her gün onları istatistikle kışkırtmıyordu.


Daha net bir ifadeyle yeniden söyleyeyim: İstatistik kimi zaman aslında doğru tahmin etmiyor, tahminine kitleyi inandırabiliyor ve gerisi çorap söküğü gibi geliyor. Bu da istatistiği kullanan elin niyetine göre, dezenformasyon kaynağı olarak işlev görüyor, bilişsel yanılsama üretiyor.

Peki alternatifi ne? Canlı veriyle çalışmak. Minicik örnek kitleleri alıp kültürü, aklı, fikri, sosyoekonomik durumu, ilişkileri, inandıkları, anlam uzayı birbirinden farklı insanların tamamına atfetmek yerine kitlenin tümünden gerçek veriyi damıtmak, veriyi olgunlaştırıp bilgiye dönüştürmek, veri madenciliğinin modern yaklaşımları ile bunları modellemek, veri ağlarını kurmak, ağ biliminin mahareti ile gerçeğe ermek...

Saf istatistiğin son kozlarını paylaştığı sadece benim fikrim değil. Bu konunun duayeni yabancı ve yerli pek çok bilim insanının da benzer düşünceler taşıdıklarını kitaplarından okuyorum. En son geçtiğimiz aylarda Türkiye'de ilk kez yapılan ve benim de katıldığım Ulusal Ağ Bilimi Çalıştayı'nda da yine benzer görüşler gündeme gelmişti.

Bu düşüncelerimi aktarmamın temel iki nedeni var: Kamu yönetimini veri tabanlı kitle manipülasyonları konusunda uyarmak, verilerin ifşası konusunda disiplin ortaya koymalarına dikkat çekmek. İkinci olarak da büyük veri kümeleriyle gerçek zamanlı veri analizlerinin her geçen gün kritik öneminin daha da arttığı konusunun altını çizmek. 

Bilgiyi yorumlayamıyorsanız güçlü değilsiniz. İstatistikle fala bakmak, daha da kötüsü istatistikle bilinçleri altüst etmek yerine canlı, gerçek veriyle canlı demokrasiye doğru koşuyor dünya.

Cem TURAN

30 Ekim 2015 Cuma

ANTİK BADANALI EVLER

Çılgınlığın genetik bir yönü var mıdır, bilmiyorum ama gerçekten çılgınlık seviyesi son derece yüksek insanların yaşadığı bir diyardır, Anadolu. Gökyüzünden bulut, ikliminden yağmurun eksik olmadığı Avrupa ülkelerine baktığımda; insanlarının da ülkelerinin meteorolojik karakteriyle uyumlu kişilik özellikleri sergilediğini gözlemliyorum: Soğuk, mesafeli, resmi, mekanik, monoton, uysal...

Bir de bize bakıyorum: Dört mevsimin dördünü de her an hemen yer yerde yaşayabilme potansiyelimizden midir bilinmez, insanımızın ne zaman ne yapacağı pek de kestirilemez. İyi tarafından bakıldığında; sıkıcılıktan çok uzak, renkli mi renkli, hareketli, şaşırtan olaylar hiç eksik olmaz manşetlerimizden. Sıradan vatandaşından siyasetçisine, hocasından öğrencisine, müdüründen memuruna kadar hemen hepimiz Akdeniz ikliminin etkisiyle olacak, daha bir sıcaklık yayarız hareketlerimizde, selamlaşmalarımızda, konuşmalarımızda; şirazeyi pek umursamayız.


Emin olun, bu hal yeni değil hatta bence bize de özgü değil. Coğrafi özelliklerde, bulunduğumuz enlem ve boylamın bize kazandırdığı bir hal olsa gerek. Anadolu medeniyetlerinin tarih filminde bıraktığı izlere bakıldığında, benzer çok renkliliğin örneklerini görmek her zaman mümkün.

Hazır, sözü tarihe getirmişken; size yine renk kartelamızın derinliğini gösteren bir başka örnek sunmak istiyorum: Vaktiyle, ülkemizdeki en kurumsal antik yerleşim bölgelerinden birini ziyaret etmiştim. Etkilenmemek mümkün değil, binlerce yıl öncesinde şaşılacak medeniyet seviyesinin ürettiği koca bir şehir: Meclisi, stadyum ve amfi arenası, hamamlar, umumi tuvaletler, ticarethaneler, tapınaklar, heykeller, abideler, okullar, akademiler, eczane ve hastaneler, kanalizasyon ve su dağıtım sistemi...


Böyle uzun uzun sayıp döktüklerimin bazısının yerinde yeller esiyor; ancak hayal edilebilir. Kimi civardan yeniden derlenerek inşa edilmiş, kimi kısmen var; andırıyor, kimi de var ama orjinallikle ilgisi yok; dökme beton üzerine alçıdan kalıplar maharetiyle, olduğu tahmin edilen hava kazandırılmaya çalışılmış. 

"Neden böyle?" diye soruyorum. Yanıtım ilginç: "Götürdüler, yurtdışına kaçırdılar... Aslı British Museum'da... "

Baştan sona mermer işçiliğinin çok nadide örnekleriyle bezenmiş antik kentte, pek çok mermer kaplamanın, mermer büstün yerinde olmadıklarını görüyorum. Bu tuhaf durumu soruyorum görevliye, bu mermerler nerede diye. Yanıtı ise beni fazlasıyla şaşırtıyor: "Köylüler aldı."


Ne demek, köylüler aldı? Köylüler, dünya mirası listesine giren antik bir kentin parçalarını nasıl alır, mermer kaplamalarını nasıl söker, niye bunu yaparlar, nasıl yapabilirler?.. Aklım almıyor ama aynı zamanda o bölgenin yerlisi olan rehberimizden açıklama gecikmiyor:

Mermeri öğütüp toz haline getirdiğinizde kireç olarak kullanabilirsiniz. Bunu keşfeden köylüler durur mu? Mermerleri antik uygarlığın beşiği kentin böğründen söke söke alıp bir güzel öğütürlermiş meğer ve elde ettikleri kireçle de köylerindeki evlerini badana ederlermiş!..


...Zenginlik başa bela, kıymet bilecek bilgiden yoksunluk ise hepten felaket. Tahminlere göre, Anadolu coğrafyasında, halen toprağa gömülü beş binin üzerinde antik kentin üzerinde oturuyoruz. Yetkililer onların da başına benzer akıbetler gelmesinden korktuklarından olacak, ortaya çıkarmak yerine gömülü kalmalarını tercih ediyorlar. Onlar da eli dedektörlü hazine avcılarının talanına uğrarlar genellikle. Oysa bunlar turizme kazandırıldığında, ortak kültür mirasının bir parçası olacaklar. Tabi bunun için kültürü, tarihi kireç tozuna kurban etmeyecek eğitimli (sadece öğretimli değil) insanlar gerek. Tarihi, bir yatak gibi altımıza sermiş yatıyoruz; hazır bulmuşuz, kıymet bilmiyoruz.

Biz tarihin içinde doğmuş ve yaşam süren insanlarız. Bu ise bir doygunluk, farkındasızlık, umursamazlık getiriyor kimisine. Öyleki kirece yatırıyoruz tarihi ve badana olarak evcağızlarımızı boyuyoruz, boyanmasına göz yumuyoruz.

22 Ekim 2015 Perşembe

GELECEĞE DÖNÜŞ, GEÇMİŞE YÜKSELİŞ

Sanıyorum doğaldır ki bilim kurgu filmlerine özel bir ilgim oldu hep. Bu filmlerdeki öngörüleri, gerçekleşecekleri umuduyla seyrettiğimi hatırlamıyorum ama bazılarının senaryolarında tarih vermeleri, senaristleri açısından önemli bir risk almaktı aslında. Bilinmeyen bir zaman ve yerde de geçebilirdi olaylar ama yazarın bir tarih ortaya koyması, filmi sıradan bir kurgudan alıp kehanete varan iddialı bir yapım haline getiriyordu.


"O zamana kim öle kim kala, atayım kafadan" diye bir güdüyle işlenmedilerse, genellikle tarihli öngörülerin fiyaskoyla sonuçlandıklarını söyleyebilirim. Türkiye'deki zamanın televizyon teknolojisinden olacak; siyah beyaz olarak anımsadığım "Uzay Yolu 1999" isimli fenomen yapım bunlardan birisi. 1999 yılını uzay gemilerine binip, belediye otobüsüyle gidiyormuş edasıyla gezegenler arasında mekik dokuyacağımız bir yıl olacağı ümidiyle bekledim durdum. 


Oysa 1999 geldiğinde Doğan görünümlü Şahin'e binen insanlar vardı İstanbul'un karışık trafiğinde. Arabası olanlar araçlarına branda örtü örter, toz kondurmazlardı. Kısaca ayağımız halen yerküreye sımsıkı basıyordu. Ne tarifeli Ay uçuşları ne de Galaktikamız oldu bizim. 1999'da da İstanbul'un belediye toplu taşıma teşekkülü olan İETT halen halkın gözdesiydi.


Ama çok şey öğrendim ben bu filmden. Özellikle hayal etmeyi. İşin nerelere kadar varabileceği üzerine destekli atmayı. Işın kılıçları vardı örneğin, bir saniyede ışınlanan insanlar vardı ama akıllı telefonlardan ya da internetten kimse bahsetmiyordu örneğin. Yine de film, henüz teknoloji ve enformasyon tarafından böylesine sarılmamış seyirci için oldukça sıra dışıydı; başka bir dünyanın anlatıcısıydı.


Bendeki bir başka iz ise "Geleceğe Dönüş" serisine ait. Önce uçan bir araba hem sıradan çöple çalışıyor hem de vızır vızır zaman içinde akıp gidiyordu. Senarist sonunda abartıp bir zaman treni bile soktu, filmin finaline. Bir bilim kurgu filmi olmasına rağmen, duygusal ve sosyal yaşama daha fazla atıfta bulunan, başarılı bir yapımdı.


Geleceğe dönüş filminin senaristi, ikinci bölümde gelecek için 21 Ekim 2015'i karar kılmıştı. Neye göre belirlemiştir, bilmiyorum ama gelecek denen o tarih de bizim için geçmişlerden birisi oluverdi ve ben halen değil zamanda gitmek, en yakın çöp kovasındaki kokuşmuş çöpleri deposuna attığınızda gidebilen kara taşıtının özlemiyle bekleşiyorum.

Aramızda kalsın ama iyiki de yok henüz, zamanda yolculuk. Yeterince derdi ve stresi olan dünya insanlarının bir de zaman bunalımına düşmeleri, nerede ve ne zaman olduklarında tereddüt yaşamaları, tam bir kaos üretebilir.


Elbette gelişiyoruz, zaman akıp giderken ama asıl gelişmenin kendi algımızda ve özellikle sosyal yaşamı kavrayışımızda gerçekleşmesi gerekiyor. Civarımızdaki oyuncakların gelişimi, bugün şirketler tarafından pazarlanabilir ürünler sunabilmek için fazlasıyla fonlanıyorlar artık. Robotlar, elektrikli arabalar, bilgisayar türevleri her yanımızda. Kimileri tarifeli uzay yolculukları için astronomik rakamlara müşteri toplamaya başladılar bile. 

Emin olun; ilk yolunu bulan, para kazanmak için ışınlanmalı turizm şirketi de kuracak. Bu nedenle teknolojik gelişmelerin ivmesi hayal gücümüzün hızına yetişemeyebilir belki ama bir de hayal etmediklerimiz fazında yeni meyveler veriyor. Kimse sanal dezenformasyon araçlarının bu kadar tehlikeli olabileceğini öngörmemişti, örneğin.


En tehlikeli durum; oyuncaklarımız geliştikçe kendimizi de gelişiyor varsaymamız olur. Gelişim konusunda en küçük ivmeye sahip olan, sanıyorum biziz. Öyleki; artık aletlerin gölgesinde yaşıyor, sahip olduklarımızla kendi statümüzü dünyaya ilan ediyoruz. Sonradan kazandığımız bu kötü alışkanlık ise bizi, geçmişten daha az gelişmiş yapabilecek noktalara erişti. Evet; "geleceğe dönüş" yapacağımız günleri hayal ediyoruz ama belki de "geçmişe yükseliş" zamanı çoktan geldi.

Cem TURAN

15 Eylül 2015 Salı

BİR MÜHENDİSLİKTİR YAŞAM: YA YAPAN OLURSUNUZ YA SIKILAN CIVATA

Anlamak zorunda olunan şey; hayatın dünya kurgusu bitene kadar sürecek bir oyun olduğu gerçeği. Adım adım, üst üste kırıntılar koyarak ya bir sonraki evreye geçmeyi başarıveriyoruz ya da bir kendini bilmezin kuyuya attığı bir taş yüzünden deviriveriyoruz bütün dizdiklerimizi ve hadi yeniden; sil baştan...


Onlarca hatta son birkaç yüzyıldır başkalarının döşediği köprüler, yükselttiği viyadükler, stabil kıldığı yollarda gidip geliyoruz. Öyle bir alışkanlık yaptı ki bu; yol deyince de mimari deyince de hep bu gördüklerimiz aklımıza geliyor. Başkalarınca yolların geçirilmediği toprakları ulaşılmaz yerler görüyoruz. Sanki oralarda hiçbir şey yokmuş gibi yapıyoruz.

Dolayısıyla düşünmüyoruz. Bize yol yapan, teknoloji üretip ulaştıran efendilerimizin bizim için çizdiği çerçeveden yaşama bakmaya devam ediyoruz; bir adım dışına çıkmıyoruz.

Onlar tasarlıyor dünyayı, yeryüzünü; bir zamanlar el değmemiş olan nice kuytulukları ve onlar yeni rotalar çizene dek biz bekleşiyoruz.

Onlar yeni bir ilaç bulana kadar, dermanı yok diye kendimize yutturduğumuz hastalıklardan ölmeye devam ediyoruz.

Onlar daha iyi bir medeni kanun düşünene kadar, onlardan ithal ettiklerimizle utanmadan sıkılmadan birbirimize halen "vayyy, sen burada yazdığına göre medeni de değilsin." deyiveriyoruz. Aile yaşamından sosyal alanlara kadar pekçok konuyu bu fosil, asırlık kanunlarla tanzim etmekten hicap bile duymuyoruz.


Dolayısıyla aile tanımımız bile değişti son otuz yılda, başarı anlayışlarımız da. Hayattan beklediklerimiz ve üzerimize giydiklerimiz. Hepsi değişti, düşünen ve yol yapan efendilerimizin açtığı yollarla. Üzüm üzüme baktı, baktı yine baktı ve karardı...

Meğer bir mühendislikmiş yaşam ve başlıca iki rol varmış: ya yapan, tasarlayan, yön veren, üreten ya da sadece bakan. Hiç olmazsa bir civata olmak gerek, belki bir yerlere tutturulma şansı olur, yapan el tarafından.

* * *
Bir gün yazacak, mutlak "Game Over" ekranımızda,
Lakin sual olmaz "ne yaptın?" diye musalla taşımızda.
Çok çok hoca efendi soracak usulen; "Nasıl bilirdiniz?"
Tekamülen şifa niyetine; ortada yokken bir çivimiz.
* * *

Cem Turan​

12 Eylül 2015 Cumartesi

ÖZEL "BÖĞRETİM"

Malum; işin biraz içinde ve gözleyeni olmamdan ötürü yakında takip ettiğim alanlardan birisi eğitim ve öğretim. Ancak artık "özel öğretim" dendiğinde tüylerim diken diken oluyor, midem kalkıyor ve "böğretesi" geliyor insanın.


Yalanın bini bir para, dezenformasyonun ve içi boş imajlar mukabili insanlardan tahsil edilen onbinlerce liranın maalesef farkındayım. Benim gibi farkında olması gerekenler ya uyumaktalar ya da sükut etmeyi, çeşitli nedenlerle tercih ediyorlar. Bence büyük vebal altına giriyorlar çünkü veliler de çocukları için gerçekten iyi birşeyler olacak beklentisine giriyorlar.




Şu sıralar elinizi sallasanız elli beş kolej ilanına çarpıyor. Daha da artacak. Sağlık alanından sonra devletin özel öğretim ve eğitim alanında da teşvik edici uygulamalarda bulunması, eğitimci olan olamayan herkesi bu alana soktu. Çünkü bu da kar elde edilen ve ana alıcının devlet olduğu bir işti. Dün özel öğretim teşvikleri açıklandı: Maaşını bin lira gösteren fabrikatör teşvik alırken, doğrudan ayrılmayıp gelirini olduğu gibi beyan edenler destek dışı kaldı, çocuklarını özel okullara kayıt için.

Bu piyasanın ahvalini birkaç broşür ve afiş incelediğinizde siz de göreceksiniz. İşte bir iki örnek:

Asansöre, parası nakden reklam ajansına ödenip asılmış bir afiş dikkatimi çekti. Afişte kolejin özellikleri ve çocuğa sağladığı imkanlar şöyle sıralanıyor:

- Kapalı spor salonu

- Yüzme havuzu

- Tenis kortu

- Koşu pisti

- At binicilik alanı

- Resim, müzik, tiyatro

- 3D Sinema salonları

- Hayvanat Bahçesi

Kuzum, siz bir okul musunuz yoksa Disneyland mı? Eğitim zaten "parayla saadet" felsefesinin çocuğun zihnine kazınmasından ibaret, hiç olmazsa öğretim kalitenizi ortaya koyacak bir iki madde de mi yok, koca afişte? Vallahi yok!
...

Eşim önceki gün dikkatimi çekti, daha önce hiç adını duymadığım bir kolejin broşürüne. Duymamam doğal, meğer yeni açılıyormuş. Broşüre bir göz attım o da ne, yeni açılan "okul görünümlü işletme" Cerrahpaşa Tıp'a, Yıldız Teknik Bilgisayar Mühendisliği'ne... soktuğu mezunlarını sıralamamış mı!!! Yahu sen ne zaman ettin bu işi, 2014'te kurulmuşsun, binanın açılışını bu yıl yapacakmışsın. 

Yalanın da bir kalibresinin olması gerek. Bir de "öğretim" yapacağını söylüyorlar. İlk öğrettikleri yalan, dolan oluyor demekki genç beyinlere.
...

Bir TEOG sınavıdır gidiyor. Silme, pekçok özel okulun sloganı bu: TEOG'çuyuz abi! Gel bak, ümüğünü sıkıp nasıl yaptırıyoruz çocuklara. Kökü kuruyasıca dershaneciliğin okul tabelasına ardına saklanmış fosilleri. Bu çocukları siz neyle yetiştireceksiniz?
...

Hepsi kendi minvalinden bir dezenformasyon üretiyor: 

"Abla çocuğu bize verin. Bak bizim özel öğretim teşvikinde daha çok kontenjanımız var, kesin alırsınız."


"Koş vatandaş koş, bizde okul bedava. Yetişen alıyor..."


"Abi bak, bizim yemekler enfes. Aşçıyı ta Bolu'dan getirttik."

Bir de bu sektörün de ağır abileri var tabi. Öyle her çocuğu almazlar. Marka üretmek için, kendini TEOG'da, orada burada ispat etmiş, "hepsi bir arada", "sürüşe hazır" çocukları toplarlar. Buna rağmen de istedikleri gibi olmaz sonuç. Sebep iyiyi de vasatlaştıran, eğitilebilir olanı da çürüten mekanik, yarışçı, maddeci, ticari rekabetten ve markalaşmadan gücünü alan anlayış.

Tüm cambazlıkların karşısında "kandil ışığında" yapılan, aşk ve ideal dolu öğretimin her dönem parıldadığını bolca örnekle yeniden görüyorum.
...

Komşumuzun kızı bir devlet ilkokulunda. O da dahil olmak üzere, bir grup arkadaşını ilgi duydukları için "yazarlık teknikleri" üzerine, öğretmenlerinin gönüllü olarak bütün yaz çalıştırdığını bizzat biliyorum. İşte bu, özel okullarda göremeyeceğiniz özveri, idealizm, kendinden daha iyisini hayata armağan etmek için öğretmenliğin zekatını ödeyiş!

Hani var mı özelspor'da benzer bir babayiğit? Para hatırına değil; bilabedel, içten gelen aşk ile minik canları kavrayış. Ben daha görmedim. (İstisnalarını tenzih ederim, mutlaka vardır. Genel durumu ifade etmeye çalışıyıorum.)
...

Üniversitelere bakıyorum. Devlet okullarında, insanı şekillendiren frezenin ayarını olması gerektiği kıvamda tutan sayılı devlet üniversitelerindeki hocalar "misafir öğrenci" olarak özel üniversitelerden öğrenci gelmesin diye dua ediyorlar, bana bu konuda dert yanıyorlar. Neden? Madde saymaktan, geceleri ders çalışmamış öğrenciler çıkarıyorlar da ondan kimileri: Bitirme projesini para karşılığı firmalara ısmarlayandan "babamın parasıyla değil mi?" deyip derste öğrencilik edebinden mahrum hareket edenlere kadar.

...

Geçtiğimiz ay, bir devlet okulunda yaptığım ziyaret esnasında; bakışlarından bile ışık saçan idealist bir öğretmenin ifadeleri ile arz-ı halimi tamamlıyorum:

"Çocukların elinden karşılaştığı sorunların üstesinden gelme becerisi alınıyor. Steril ortamlar oluşturulmaya çalışılıyor. Oysa bu eğitimin en temel parçası. Bir banka gibi çocuk için okullara astronomik yatırımlar yapılıyor. Yatırımın vadesi gelip de çocuk mezun olunca ondan mükemmellik azami başarı isteniyor. Nedir başarı? TEOG, LYS, bilmem ne. Oysa o çocukların her biri ayrı bir deniz, ayrı bir dünya..."

Cem TURAN

8 Eylül 2015 Salı

ÖLÜM YAKLAŞMADAN ANLAYAN TEKNOLOJİLER

Zor günlerden geçiyoruz. Yine metabolizmaları terörle beslenenler fareler, gözden ırak oldukları zamanlarda sızıp, namertçe vurup kaçıyorlar. Teröre karşı mücadelenin en büyük güçlüklerinden birisi bu. Ne zaman nerede ne olacağını kestiremediğiniz, sıradan yaşamın içinde kendisini kamufle edebilen yaratıkların zararına karşı konvansiyonel yöntemler yetersiz kalıyor.

Bakışımız, teknoloji geliştirmeye karşı duran önemli bir engel oluyor çoğu zaman. Bakmayın siz; son zamanlarda teknoloji ve inovasyon sözcükleri herkesin ağzında olsa da bir kısım insan için bu çok anlam ifade etmiyor. Hatta devletin iyi niyetle son yıllarda vermeye başladığı teknoloji ve Ar-Ge desteklerinin de bürokrasi hazretleri ve suistimal heveslileri nedeniyle kimi zaman doğru adreslere ulaştığından da emin olamıyorum.



Dün bir işadamı sanal paylaşım ortamlarından bilmem kaç lira Mehmetçik Vakfı'na bağışta bulunduğunu söyleyip durdu. Herkesi de aynı işi yapmaya davet etti. Muradı, askerimiz polisimiz ölmesin. Son derece halis duygularla, onlara zırhlı araçlar verilmesini istiyor.

Askerimizin, polisimizin, vatandaşlarımızın hepsinin yaşamı azizdir. Biz hem çok özgün farklı bir milletiz hem de çok kalabalık bir aileyiz. Zor coğrafyaları mesken tutmuşuz. Özellikle Ortadoğu denen bölgeye komşuluğumuz, çok sık oradan sorun ithaliyle bizi yüz yüze bırakıyor.

Bu şartlar altında her canı korumak, zorlu bir uğraşıya dönüşüyor çoğu zaman. İnsanlarımızın ölmesini istemiyoruz. Ancak terörizmin gayri mert ve insanlık dışı vur kaçları karşısında genellikle herşey için çok geç olduğu, olayın gerçekleştiği andan sonra müdahale edebiliyoruz: Yola döşenmiş mayınlar, pusuya yatmış teröristler, yol kesmeler, araç yakmalar, hendek kazmalar, karakol saldırıları, personel servis tuzakları... Çoğunda devletin kafi gelecek yakalayıcı gücü erişene kadar, iş işten geçmiş ve atı alan Üsküdar'ı geçmiş oluyor. Gerisini biliyorsunuz: Yanan araçlar, maddi kayıplar, estirilen terör, yitip giden canlar... Resmi ifadeyle "bölgede geniş çaplı operasyon" başlayıp yanına bırakılmasa da yaptığı, eşkıyanın; giden canlar geri gelmiyor.


Sonuç olarak klasik yöntemler ile terörü karşılama faslına artık son vermeliyiz. Burada en önemli kurtarıcı unsur teknoloji. Özellikle son yıllarda insan yoğun savunma modelinden teknolojiye dayalı bir modele geçmeye çalışıyoruz. Ancak halen yapılacaklar listesinin başındayız. Bir süredir bu konuda çalışmalar kamuda yapılmaya çalışılıyor ancak özel sektörün beyin ve atılım gücü olmaksızın çok ağır ilerliyor. 

Ne yapmalı peki? Klasik savunma yaklaşımları mümkün olduğunca çabuk yüksek teknolojik çözümlerle ikame edilmeli. Artık devlet şehit verdikten sonra, cayır cayır araçlar yandıktan, bir yerlerde yol kesilip terör estirildikten sonra değil, daha terör yaklaşırken anlayabilmeli durumu. Ölümü yaklaşırken hissedebilmeli, sinsi sansarları çiftliğe ulaşmadan durdurabilmeli.

Birçok seçenek var teknolojinin elinde, teröre karşı kullanılabilecek. Bunlardan önemli bir alternatif olanı size takdim etmek istiyorum: Görüntü işleme teknolojileri. 



 90'lı yılların başında Körfez Savaşı'nda Amerikan uydularının kamerasından çekilen bir resim çokça yayınlandı gazetelerde. Resimde deniz kenarında bir yerde, ayak ayak üstüne atmış halde iskemlede oturan ve gazete okuyan adamın kolundaki kadranlı saatin akrep ve yelkovanından zaman bilgisi çok kolay okunabiliyordu. Bu tesadüfi bir haber değildi şüphesiz; Amerika'nın sahip olduğu teknolojiyle meydan okumasıydı Irak'ın o dönemki lideri Saddam'a ve diyorduki; "gözüm üzerinde, hem de tam ensende!"

Bu görüntüyü uzaydaki uydusundan alıyordu, adamın ruhu bile duymuyordu ve müthişti; özellikle 25 yıl öncesi için. Geçenlerde bir başka çalışmanın sonuçlarını okumuştum, 2008 yılına ait. Adres yine Amerika. Casus uydular ve "yürüme analizi (gait analysis)" denilen bir teknikle insanların gölgelerinden kimliklerini nasıl tespit ettiklerini, üstü kapalı anlatıyordu yazı.


Ve biz 2015'teyiz: Şükürler olsun, artık kendi uydumuzu üretme noktasına geldik. Ancak sadece terör ve suçla mücadele için, spesifik, çok yüksek çözünürlükte görüntü alabilen, yüksek bant genişliğine sahip bir emniyet uydumuz olmalı. Gece ve gündüz görüntü alınabilen özel bir sistem olmalı.

Konu dışında olan çoğu insan, uydu atılınca olayın biteceğini düşünebilir. Şimdi bile "Göktürk uydusunu attınız, niye görmediniz?" diyenler var. Asıl sorun ondan sonradır. Bu kadar geniş, engebeli, detayı olan bir coğrafyadan elde edilecek görüntülerin oluşturacağı bilgi boyutu muhteşemdir ve tam da büyük veri kalıbına uyar. Yani hayal edemeyeceğiniz kadar çok bilgi! Bu verinin işlenmesi öyle birkaç kamu bilgisayarının üstesinden gelebileceği bir iş olmadığı gibi aralıksız ve yapay zeka, makine öğrenmesi gibi envai çeşit kompleks yaklaşımla iyileştirilerek yapılması gereken bir eylemdir. 

Bu nedenle paralel veri işlemeye bu devasa yığının açılması gerekir. Özetle şu anlama geliyor ki; gönüllü olan her kişi ya da kurum bilgisayarlarının kullanılmayan kapasitelerini, özel bir yazılımla internet üzerinden, bu anlık veri yığınını işlemek üzere kullandırabilir. Hayal edin; Türkiye genelinde, örümcek ağı gibi, iş yükü her gönüllüye dağıtılmış bir görüntü işleme sistemi; her an tıkır tıkır Türkiye'nin yollarının, dağlarının, taşlarının görüntülerini işliyor. Çok özel algoritmalarla, geçen bir fareden yol kenarındaki kuytuluktaki kıpırtıya, sınırdaki dağlık arazideki kımıldamalardan trafiğin kesildiği herhangi bir tali yola kadar herşey görülebilir oluyor hatta henüz hazırlık evresinde "sezinlemede" bulunulabiliyor.


En büyük engel, yine kamunun muhafazakarlığı da aşan kapalı durumu. Bakmayın siz teknoloji söylemlerine demiştim ya: Geçtiğimiz yıl, topu topu şehirdeki belediye otobüs duraklarından bir kısmının listesini belediyeden istediğimiz zamanki yüz hallerini görmeliydiniz yetkililerin. Sanki kutsal hazine istedik. Topu topu bir ağ optimizasyonu yapıp daha düşük maliyetle, daha sık otobüslerin işlediği bir sistem öngörebilecektik. Bir yıldır beklemedeyiz, yetkililer gönülsüz olunca bir türlü veri de gelemedi. Devletten bilgi isteyince, devlet halen kendi mahremini açtığını düşünüyor ve dolayısıyla kendini soyunmuş mu hissediyor? Bir de Amerika'da durumlar nasıl diye bakacak oldum. Bütün otobüs durakları, yollar, sefer bilgileri hepsi her an indirilebilir halde emre amade. 

Buna "açık veri" kültürü deniyor. Maalesef öyle bir kültürümüz henüz yok. Bu nedenle de kamu kendi imkanlarıyla kapalı devre sonuçlar almaya çalışıyor ama ne mümkün. Kamusal veriyi paylaşmalı devlet, açık hale getirmeli. Birisinin gözünden kaçan diğerine takılmalı. Birisinin yakalayamadığı bir detayı, başka bir yazılımla yakalamak mümkündür belki. Birisinin olamaz dediğini bir diğeri pekala mümkün kılabilir. Denemek gerek, açmak gerek, sivil yaşamla güç birliği yapmak gerek.

Tüm bunlardan sonra hep çok üzüldüğüm şey: Bu teknolojileri üretebilecek enginlikteyiz ama özellikle önemli insan kaynağı desteğine ihtiyaç olmasından ötürü ancak desteklenmesi durumunda bu tür projeler yürüyebiliyor. Kötü bir olayda, insanların bir kısmı hemen veryansın ediyor. Neden yakalanamadı, neden görülemedi, neden geç kalındı... Oysa bunları mümkün kılacak teknoloji için kamuoyunun desteğine ihtiyaç var. Mezarlığa çeşme yaptırmayı hayır olarak gören insanımız biraz da bu memlekette bilim ve teknoloji üretmeye çalışan kişi ve kurumları destekleseler, onlardan ihtiyaçlarını karşılayıp maddeten güç verseler. 

Bilim ve teknoloji üretme gayretinde olan şirketlere "ticari amaçlı şirket" muamelesi yapılamaz. Çünkü ülkemizdeki en zorlu, halkımız tarafından teveccüh görmediğinden hep yokluklar içinde yapılan iş üretmek, araştırmak, geliştirmek maalesef. Her konuda milli duyguların sınırlarda dolaştığı Türkiye'de nedense yerli marka ve teknoloji üretenleri desteklemeyi milliyetçilikten saymıyoruz. İnanmazsanız, boşaltın ceplerinizi; göreceksiniz! 

Kamu kurumlarının ardında devlet var ama biz aşkımızı yoksunluklar içinde yaşarız. İşte böyle olmamalı çünkü bilim sokakta, sivil yaşamda, amatör ruhla çalışanların mütevazi laboratuvarlarında ürer.

Cem TURAN

29 Ağustos 2015 Cumartesi

TAZİYE VE EDEBİYAT, SANAT ÜZERİNE

Türk Edebiyatı Vakfı başkanı, edebiyatı yaşayan, kurumsallaştıran ve kalkındırmaya çalışan yazarlardan sayın Servet Kabaklı'nın vefat haberini almanın üzüntüsü içindeyim. Allah rahmet eylesin, gönlünün ürettiği ona yoldaş olsun, carisinden faydalansın.


Bir sanatkarın ölümü bile öğreticidir, çağrıştırdıklarıyla insana. Hep insanları ikiye ayırırım ya; değerliler ve önemliler diye. İşte budur, değerlinin önemliye açık bir farkı. Bu yüzden edebiyat üzerine derme çatma da olsa birkaç söz etmem, umarım mazur görülür:

Dünyanın en ağır işi olmalı; sanat-ı lisan ile dünyaya perçin olmak. Ona da şüphesiz güzel yürek gerek. Yüreği güzelliğe kapalı olan sanatı kaldıramaz zaten; ya ortasından bir yerden koparıp ucubeye döndürür ya da uzanamadığı ciğer misali kapasitesini yetiremediğini aşağılar ve kendini onu da anlayacak seviyede zenginleştirmektense, beyin nöronlarını yoracak her söze "edebiyat yapmak" gibi münasebetsiz yakıştırma yapar; insanın insansılığının tornası olan edebiyatı fuzuli bir iş olarak görür. Böyle diyenin, hiç kusura bakmasın, cismaniyetindedir fuzululik; boş yere şu güzelim dünyanın oksijenini tüketenlerdendir.

Söz, iletişimin en temel mesaj taşıyıcılarındandır, ulaktır: Bir anlam yükler heybesine, yola düşer ve karşıya vardığında çıkarıp sunar onu alıcısına. Bu iştir gönülleri gönüllere kaynatan, dostluğu ve paylaşımı artırıp ortak yaşam azmini çoğaltan. Bu işin defolusudur; gönlü gönülden koparan, ayrılık rüzgarlarında bencilliği hortlatan.

Uzun lafın kısası; dil, insanın elindeki en güçlü ve riskli silahtır. Kah çölde vahalar kurar kah dünyada cehennem yaşatır. Bakın etrafınıza, bir bir örnekler toplayın bu iki kutuplu tanımıma. Zorlanmayacağınıza adım gibi eminim.

İki yakayı bir araya getirmekse amaç; yapıştırın gitsin demek de bir çözüm. Eline iğne iplik alıp özenle, desenle, insanın rakımının yükseldiği yerde oluşan zarafetle dikmek, dikmekten öte oyalı nakşetmek de. 

Fonksiyonlar mekanik iş döngülerini kurgulamak için yeterli olabilir; işini görüyorsa tamamdır. Oysa yaşamdan bahsediyorsak, insan ruhunun dilini öğrenmek gerekir. Onun kriptosuyla yazmak ve hitaben okumak gerekir. İşte bu işin ehline sanatkar, yaptığına da sanat denir. 

Tozlu yolların, avamın dışından bir yoldan gittiği için yalnızlığın, yap boz parçalarından yeni bir şey yapmaya çalışan çocuğunkiyle özdeş iç fırtınaların, kaygıların, üretmenin doğasındaki belirsizlikle mücadelenin, ilhamla randevulaşmanın, pusuya yatmış aslan gibi hayata siperden bakışlılığın, burada benim tarifleyemeyeceğim ve herkesin de bir lokmada anlayamayacağı, anlayamayacağı için de hakir görebileceği bin türlü halin izdüşümüdür sanat. 

Magazin programlarında gördüğünüz kukumaların geçmediği, bilmediği diyarlardır oraları. Ele mikrofon alıp çığrışanların, hatta bu değersiz eylemleri nedeniyle genç ruhları zehirleyenlerin, her hücremizin çekirdeğinde dahi vuku bulan ve yaşamın özü olan iç ritmi bozacak türde kirlilik üretip kendilerine "sanatçı" demelerine bu yüzden razı değilim. Değiller ve zararlılar toplum için.

Edebiyat insanlığın ahvalini insanlığa arz ettiği, mağara resimlerinden ve Orhun kitabelerinden bu günlere taşınmış ve taşınacak, kalıcı bir külliyatın, kaptanın seyir defterinin, nesillerin tuttuğu abidevi günlüğün adıdır.

Okumakla başlar herşey. İnsanda asgari olması istenen ve beklenen "standart" özelliktir okuyabilmek. Bu dahi yanlış anlaşılır: Yazıyı yüzünden okumakla yaşamı derinden okumak bir tutulur, çoğu zaman. Yazmak ise "opsiyonel", "full pakette" yer alan bir özelliktir insan için. Araba tarif eder gibi oldu ama olsun; bilerek böyle söyledim: Fark bedeli vardır ve ağırdır. Dolma iştiyakının boşalmaya, aktarmaya, paylaşmaya temayülüdür. İnsanın bilgiyle temasının en üst mertebelerinden birisidir, yazmak.

Bana yıllardır, ne güzel yazdığımı ya da konuştuğumu söyler durur insanlar. Aslında öyle değil, ama onların kendilerini konumlandırdıkları seviyeden öyle görülüyor. Hatta benden kendi düşüncelerini yazıya dökmemi bekler, "şöyle de birşeyler yazsanız" diye azmettirmeye çalışırlar. Ben de onlara kendilerinin de yapabileceğini söylediğimde yüz hallerini görmelisiniz. Onlar kim yazmak kim diye bakarlar kendilerine: Daha baştan tüm kapıyı kapatırlar potansiyellerine, görmezden gelerek kendilerine bahşedilmiş meziyetleri.

Yazarak, çizerek, söyleyerek sanatı keşfedin. Hem alanı hem üreteni olmaya çalışın, ruhunuzu bundan mahrum etmeyin. Lokomotif pistonuna bağlanmış gibi her an daha da frekansı yükselen madde yüklü hayatın içinde, zamanın hızını yeniden yaşanabilir seviyeye düşüren, hazmederek beyninizin ve kalbinizin beslenmesine olanak tanıyan bir boyuta yer açın.

Böylesi bir şey, insana yaraşır gelişmek: Değerlerini ve insanlığını muhafaza ederek büyümek. Bakmayın siz, kınamaktan yorgun düştüğüm birbirinin gözünü çıkara çıkara "daha hızlı, daha pratik, daha kestirme, daha karlı, daha maliyetsiz, daha saldırgan, daha bencil" kişisel gelişim yalanlarını Henri'nin kitabından tercüme edip size satanlara.

Değildir; sanattan bihaberlerin dediği gibi sanat sanat için. Sanat da bilim de düpedüz toplum için, insan için, insanın kendini bilip kendinde kalması için.

Ne çok şey yazdırdın, Servet usta. Ruhun şad olsun.

Cem TURAN

26 Ağustos 2015 Çarşamba

MİĞFERSİZ YAPILACAK ARTIK SAVAŞLAR: RÜYALARA REKLAMA HAZIR OLUN

Özel bir tıp fakültesi hastane kompleksine yerleştirilmiş reklam panosundan aldım aşağıdaki resmi. Ne kadar da masum, içten, "gel bana abone ol" diyor, değil mi?


* Reklamda bahsi geçen markayı tenzih ederim, sadece reklamın bende çağrıştırdıkları için kullanma ihtiyacı duydum.

Kapıdan kovsanız bacadan girecek kadar ısrarla, pazarlama askerleri öyle kılıklara bürünürler ki; kah iyi ile kötü polis ikilisi ile karşınıza çıkarlar, oysa ikisi de onlardır kah iyilik ve kötülük meleği olarak. Bir yandan silah satarken arka kapıdan dolanıp tıbbi malzeme satan da onlar. Bir yandan sigara ve içki satarken diğer yandan ilaç satanlar da.

Hiçbir şeyden emin olamayacağımız bir dünya yaşıyoruz. Hangi taşın altını kaldırsanız yine onlar; bir şeyler pazarlamada: Yandım deseniz su, öldüm deseniz din satıyorlar. 

Şuraya yazıyorum: Nöroenformatik çalışmalar biraz daha ilerlesin; insanların rüyalarına da reklam verecekler tıpkı dizilerin içine serpiştirdikleri gibi. Böylece hepten pazarlama için insanları programlamanın kapılarını açmış olacaklar, zaten yapmakta oldukları gibi. İşte o zaman her sabah daha fazla tüketme iştahıyla uyanacak insanlar, iradeleri çoktan silinmiş vaziyette. Uykularında kendilerine söylendiği gibi davranan, kurulmuş zemberekli bir oyuncak gibi. Altın dişli göbekliler, bu çalışmalara çoktan para yatırdılar bile ve sonuca yaklaşılıyor.

Öyle tehlikeli bir teşebbüs ki insanın bilincini kodlamak; değil sadece tükettirmek, bir ülkenin bütün halkını güle oynaya ve kendi rızalarıyla ülkelerini savaşsız verebilir noktaya bile getirebilir. Bu yönüyle emsalsiz bir kitle silahıdır, bilişsel enformatik. Son yıllarda bize de yapılan bazı işler, bunların küçük pratikleri sadece. Dönüp bakarsanız, Arap baharı denen olaylarda da benzer işlerin izlerini görürsünüz.

İnsan madde için var olamaz. Madde insana ihtiyaç görmek için amade. Daha fazla tüketen asıl tükenen olacak, bu kaçınılmaz. Milletinin bilincini koruyacak tedbirleri almayan ve karşı ataklar için teknik ve teknoloji üretmeyen ülkeler de bir bakacaklar; bir kaşık suda alabora olmuşlar.

Dikkat, bir hayli daha fazla dikkat gerek. Yeni dünya düzeninin
dezenformatik kodlanmış mermileri bildiğiniz gibi değil; gözle görülmez. Daha da vahimi; dost gösteren ekran koruyucusu ardında ne tilkiler bomba koyar.

Hızla miğfersiz, tüfeksiz savaşlara doğru gidiyor dünya. Hiç bitmeyen savaşların cephelerinden biri de pazarlama.

Cem TURAN