19 Haziran 2016 Pazar

"İYİ" SIFATI İLE KULLANILAMAZLAR (1) : VAH TARIM VAH

Farkında mısınız, bugün geçmişten daha fazla "iyi" veya konularına göre aynı anlama gelen has, saf, organik, doğal, orijinal gibi ön nitelemeler kullanır olduk. Şaşmamak gerek, bir şeyleri bozduğumuz vakit, bozulmamış olduğunu vurguya ihtiyacımız daha fazla oluyor.

Örneğin "organik" domates demeye neden ihtiyaç duyarız? Tarımın ahlakını bozduğumuz için. Aşırı kazanç hırsıyla birim alandan daha fazla ürün alabilmek için kullanılan kimyasal gübreler ve diğer hileli yöntemler sonucu doğanın ve doğalın yapısını bozduğumuzun itirafıdır, böyle bir ifade.

Malumunuz olduğu üzere, nitrogliserinli gübreler patlayıcı yapımında da kullanılıyor olabildiğinden, yasaklandı kısa bir süre önce. Alışmış kudurmuştan beter: Çiftçiler isyanda! Zarar ederiz, yapamayız, mahsul en az yarı yarıya düşecek diye ağlamaya başladılar bile. Doğal gübreyle elde edecekleri ürün gelirinin kendilerini ayakta tutmayacağından dert yanmaktalar.


Nitrogliserinli gübrelerin, Dünya Savaşı sonrasında açığa çıkan dinamit fabrikalarının değerlendirilmesi amacıyla üretilmeye başladığını ifade etmeliyim. Şaşılacak bir şey değil mi sizce de: Toprağa kontrol edilemeyecek kadar tehlikeli olabilecek patlayıcıyı gübre niyetine veriyorsunuz. Toprağın ümüğünü sıkıyorsunuz ve zamanla toprak topraklıktan çıkıp suni üretim platosuna dönüyor. Bu gübreye çiftçinin alıştırılmış olması bile başlı başına bir kıyımdır, ülke için. 

Saatte azami 200 kilometre yol gidebilen bir araç 300 kilometre/saat hızla gitmeye zorlandığında bu hıza çıkıyorsa, bunun sonu bellidir: Bir süre sonra ya patlayacak ya tık diye duracaktır. Sürdürülebilir bir durum değildir, bir sistemi tasarlandığı tanımların çok ötesine zorlamak.

Bilgisayar dünyasında da "overclok" denilen bir eylem de buna denk gelir. Bir bilgisayarı yalan beyanla yanıltarak, beyni diyebileceğimiz işlemcisini tasarlandığı çalışma hızının üzerinde bir hızla çalışmaya zorlamak olarak tarif edebilirim, bu tabiri. Bu durumda ne olur? İşlemci zavallı, inanır ve o yalan hızda koşmaya başlar. Anormal derecede ısınır, ısındıkça yapısal bozulmalar gerçekleşir ve sonunda, eğer tedbir alınmazsa, yanacak veya patlayacaktır.

Verdiğim bu iki dış örnek gibi toprak ve kimyevi gübre destekli doğayı kandırma, daha doğrusu; gücünün üzerinde ürün vermeye zorlamak da aynı sonucu verir, sürdürülebilir bir durum değildir ve toprak belirli bir vadede kaybedilir. Konya Ovası'nın toprağının tuzlanarak ekilebilir olmaktan giderek çıkmasına bir bakın.

Bu durum, tam anlamıyla ihtiras için insanın bindiği dalı kesmesi, Midyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan olmasından başka bir şey değil. Bu resim kamusal faydaları bireysel çıkarlara kurban vermenin, yani sosyal ve ahlaki çürümenin bir başka ve belki de en tehlikelilerinden biri olarak karşımızdadır, diyeceğim ama kamunun temsilcisi devlet de bu işin içindedir: Ya basiretsizlikten ya da yine gayri ahlakilik ve gelecek nesillere sorumsuzluktan dolayı tarımsal bir yok oluşu desteklemektedir ve halen durumun farkında değilmiş gibi davranmaya devam etmektedir.



Tarımsal nüfusun azalmasını medeniyetin ülkemizde artışı olarak düşündük, bu yolla modernleştiğimizi sandık. Sinesinde hırs saklayagelen insanların eline, toprağı "overclock" edecek yani; olmadığı birşey olduğuna inandırarak daha fazla ürün sağmalarını sağlayacak "patlayıcı gübre" verecek ve bunlara alıştıracak, böylece bazı ekim alanlarını "ihtiyaç yok" diye, daha küçük alanda ziraat yapılabilmesini gerekçe göstererek ıskartaya çıkaracak, arsaya dönüştürecek ve betonlaşmaya açacak otoritenin, bugünün ve geleceğin kamusu olan milletin kaynaklarını korumakla mükellef kılınan devletçe on yıllardır yapılıyor olması; ancak eşine korku filmlerinde rastlanır bir kabusun ta kendisidir.

lkokul öğretmenim bize ülkemizin,, kendi kendine tarımsal olarak yetebilen dünyadaki yedi ülkeden biri olduğunu söylerdi. Bir buğday ambarı olduğumuzdan, kendi kendimizi besleyebildiğimizden bahsederdi. Bir de bugüne bakın: Ciddi bir buğday alıcısı, düne kadar mercimeği bilmeyen Kanada'dan mercimek ithalatçısı, sarımsak, meyve, ceviz, alıcısı durumuna düştük. .... Neden dersiniz?

Sanayi devriminin dünyaya musallat ettiği büyük hastalık sonucu birileri sürekli yerkürenin bir bölümünü bağımlılaştırmaya, salt bir pazar olmaya, üretmeyen tüketim toplumuna dönüştürmeye kararlı bir şekilde azmetmiş ve bir asırdır sabırla bu stratejiyi uyguluyor olabilir ama beni üzen ve şaşırtan, devlet dediğimiz aklın safiyane bir şekilde bu amaçla verilen doktrinleri uygulayan olmasıdır. Oysa çağımızın işgalleri, savaşları, sömürüleri artık topla tüfekle değil; bu türlü uzun soluklu yapısal felçlerle, telafisi belki de mümkün olmayan yıkımlarla gerçekleştirilmektedir. Geleceğin en büyük savaş nedeninin su ve tarımsal gıda olacağını öngörmek kehanet olmamalıdır.


Köylü milletin efendisidir, sözü asla yabana atılacak, anlamsız, köylü kesiminin gönlünü almaya yönelik bir veciz değil; bir gerçeğin ifadesidir. Çiftçiyi işçi yapmak, şehirlere taşımak, köyleri kentleştirmek, temiz ve kanaatkar mizacıyla bilinen ve toprakla haşır neşirliğinden dolayı yaratılmanın hikayesini en iyi gözlemleyen çiftçiyi hırs küpü, toprağın kimyasını bozarak adeta bir sanayi ürününü cebren topraktan, adeta sezeryanla çekip alan azmanlara dönüştürmek; bir ülkenin geleceğini, telefi edilemeyecek şekilde bir yok oluşa sürüklemekten başka ne olabilir?

Bir ülke, tek kurşun bile atılmadan; tarımıyla oynanarak fiziken yok edilebilir. Gafletle bu gayrete ülkenin kurumlarının bizzat kendileri destek verip, ellerine verilen öldürücü reçetelerini uygulayabilir. Farkına varıldığında ise muhtemelen her şey için çok geç olacaktır. Açıkça; tarım kırmızı alarm veriyor. Duyuyor musunuz?

Cem Turan

15 Haziran 2016 Çarşamba

BAŞARILI OLMAK VE BAŞARILICI OLMAK

Tıpkı biyolojik ve fiziksel özelliklerimizin şekillenmesinde rol aldığını bildiğimiz genetik faktörler (biyogenetik) gibi insanların ve toplumların sosyal davranışlarını, alışkanlıklarını şekillendiren soyut bir genetik tablo, sosyal genetik (epigenetik) faktörler de var. Bunlar da nesilden nesile taşınarak geçiyor ve gelişiyorlar.

Bir ülkenin tepesine kimyasal silahlarla saldırıp soykırımlar yapabilirler. Hatta Japonlar'ın Hiroşima'sı gibi atom bombası da atabilirler. Büyük yıkımlar olabilir, belki de etkileri nesiller boyu sürebilir. 

Fakat sonunda geçer ve bu saldırılara uğrayan toplum eğer değerleri arasında güçlü onura da sahipse, muhtemelen şahlanarak daha da güçlü doğabilir; kül gibi görünen bozgunun ardından. Bakın Japonya'ya. O atom bombasını yemeseydi böyle bir ekonomiye sahip ve teknolojinin vatanı olarak nam salan bir ülke olur muydu dersiniz? Yoksa turistlere samuray gösterileri yapan tatlı, şirin bir ada olarak mı kalırdı?

O halde, aklı başında bir kötü yürek fiziki varlıklara saldırdığında daha da güçlü bir düşman üreteceğini bilebilir. Ancak bir toplumun sosyal varlıklarını yok etmek; belki bir hayli zaman alıcı, hatta nesiller süren ve bu yüzden kararlılık gerektiren, zorlu bir taarruzdur ama sonucu kesindir, kalıcıdır, riski yoktur.

Yabancı okullar, televizyon ve her türlü görsel ve basılı medya, şirin görünümlü sanal varlıklar ve sunucular bu amaçlara hizmet eden unsurlardır. Dilerseniz bakın çevrenize.

Eskiden şaşacağınız, ayıplayacağınız ne varsa bugün karşınıza çıktığında normal kabul edebilirsiniz. 

Siz başarıyı nasıl tanımlarsınız? Bundan yüz yıl, elli yıl öncekiyle aynı mı?

Görünmez bombaların altında, on yıllardır inim inim inlediğimizi, düşündürülmediğimizi, tembellik ve tabiyetçiliğin içine düşürüldüğümüzü, sadece bir tüketim toplumu oluşturacak şekilde yapılandırıldığımızı artık görebiliyor musunuz?


Değiştirilmiş sosyal genetiğimizin ne kadar vahim sonuçları olabildiğini anlatmaya çalışıyorum yıllardır ve gençlerin, çocukların bu zehrin dışında kalarak yeniden sağlıklı ve inovatif bir nesil oluşturmalarına hizmet etmek üzere yazıp çiziyor, seminerler üretmeye gayret ediyorum.

Bakalım hak verecek misiniz: Biz bugün geldiğimiz noktada, bir konuda çalışıp başarılı olmak yerine başarılı olana yanaşan, eteğinin altına sığınan silik, tabi olmayı tercih eden kişilikler durumuna geldik. Sonu "cı, çı, çu, çü" ile biten bunca gurubu, cemaati, görüşü başka nasıl açıklarsınız?

Bu durum bizde ne araştırma güdüsü bıraktı ne merak ne gayret. Biz bilmeyiz, ağamız bilir modunda kulların kulları.

Oysa aynı kullar, seçtikleri rehberler başarısız olsalardı; onları hain, meczup, suçlu ilan etmekten çekinmezlerdi.

Kısaca; altı oyulmuş bir buzdağı gibiyiz ve okyanusu boylamadan toparlanıp, herkesin sosyal bünyemize enjekte edilen hastalıklarla mücadele etmesi, edenlere yardım etmesi gerek.

Cem Turan

SERİ KATİL KISA DEVRE YAPARSA

Seri olamayan seri katil yakalanmış. Allah kurbanlarına rahmet etsin, yakınlarına sabırlar versin. Aşağıdaki değerlendirmeyi yapmam gerekiyor. Ne olur, maktullere saygısızlık veya bu olayı hafife aldığım gibi bir sonuç çıkarmayınız çünkü hiçbir şekilde kastım bu değil.

Seri katil diye bir haber on yedi gün boyunca haber ajanslarının manşetlerini işgal etti. Kulaklarımı tırmaladı bu haberler çünkü alışık değiliz, seri katil kavramına. Bizim kültürümüzde hemen her sebeple öldüren bulunur, havadan sudan olsa bile ama bunlar bireysel zeminlidir. Kan davası bile bir sana bir bana şeklinde gider.

O nedenle işin sonunu merakla bekliyordum. Hatta geçenlerde bir yazı yazıp, bizden neden seri katil çıkmayacağını anlatmaya çalışmıştım ve yakında yakalanacağını, seri işlerin bize göre olmadığını öngörmüştüm. Nitekim de haklı çıktım. Adam seri meri değil, suçunu örtme derdiyle, şahit ortadan kaldırma güdüsüyle kanına girmiş masumların.


Seri dediğiniz zaman, en azından Amerikan formatına göre; failin kompleks bir örüntü oluşturması beklenir. Telefon rehberleri, tarihler, saç renkleri, boylar gibi bir sürü parametreyi tarayan dedektifler adeta çok katlı integral hesaplarının içinde kalmış ortaokul öğrencisi gibi kafayı yiyecek duruma gelirler. Bilinmeyenler çoktur ama aynı sayıda elde denklem yoktur ki çözülsün. Bazen on yıllar sürer bu açmazın açılması. Bazen ileride daha iyi matematik bilen bir dedektif yeniden açana kadar dosya kapanır. Filmlerde olduğu gibi Komiser Kolombo (yeniler bilmez) kılıklı, saplantılı ve dehşet zeka biri gelip bir anda çözebileceği gibi, failin örüntüye dair ifşa edici bir hatası, işin sonunu getirebilir.

Bizde böyle kuantum fiziği gibi kompleks serilerde açılan işler beklemeyin, cinayet masalarında. Çünkü tüm korozyonuna rağmen bizde can almanın sıradanlaşmış bir sistematik üretecek örneklerini bulmak zordur. Yamuk bakmıştır, öldürür ve bu bir nedendir; akla zarar da olsa ama TC kimlik numaralarının katlı kökünün bir tam sayıya eşitlenmesiyle elde edilen sayının içinde geçtiği telefon numaralarına sahip kişilerin peşine düşmez. De get işine, der!

Baksanıza, acaba bu defa seri olacak mı denen ve durduk yere ünlenen şahısın tüm kabiliyeti ormanda saklanıp kurbağa yemekmiş. Bu da ancak 17 gün uzattı kodese girmesini. İfadesine göre devamını getirmeye de niyeti yokmuş, sonuncu kurbanı gerçeği öğrendiği için öldürmüş. Dolayısıyla kendince noktayı koymuş seriliğe.

Bunca tahlili neden mi yaptım?

İşte böylesi, silsileli cinayetlere bile eğilimli olmayan, genetik kodlarına sebepsiz öldürmenin girmediği insanların ülkesine Ermenistan denen boş gezenin boş kalfası bir ülke yıllardır soykırım yaftasını yapıştırmaya çalışıyor.

Cık! Bizim bedenimize uymaz o iş. Olsa dükkan senin Ermenistan. Bir insanı sebepsiz yere öldürmeyi bütün insanlığı katletme olarak gören bir inanışın dokuduğu bu toprakların insanından size aş çıkmaz, başka yere...

Cem Turan

ARAYIŞ VE ARAMAYIŞ; İNANMAK VE İNANMAYI TAKLİT ETMEK

Üretken ruhlu insanların civarında, onları aşağılayan, yaptıklarının gereksiz, saçma, budalaca, enayice, boş işler olduğunu söyleyen bir dolu insan bulunması adettendir. Lütfen bu duruma üzülmeyin ve bu tür, değer terazisinde zerrece ağırlık etmeyen sözlere ve sahibi olan zavallılara kulağınızı tümüyle tıkamayı bilin.

Bu düşünce, hayal ve emek kısırı miskinlerin yapabilecekleri yegane kazanım yolu; bir mağazanın reyonundan, üreten beyinlerin hayalleriyle biçimlendirdikleri eşyaları almak ve böylece ömür boyu başkalarının hayallerinin boyunduruğunda, onlara bağımlı ve onlarla sınırlandırılmış bir yaşamı para karşılığı götürmekten ibarettir. Dolayısıyla onlar, başkalarının hayallerine müebbet mahkum olmuş tutsaklardır da haberleri yoktur.

Oysa kendini var kılan yaradanın ilahi nefesiyle can bulduğunun farkında olan ve o nurun izlerini, zarafetini ruhunun derinliğinde arama ihtiyacı duyan gerçek yaşayanlar; bu arayış yolculuğu sırasında karşılaştıklarını kullanarak farklı düşünceler, yeni fikirler üretmek konusunda bitmek tükenmek bilmeyen bir azme sahiptirler. Belki her arayan onu somutlaştıramaz, bir ürüne götüremez ama asli ibadet, bu farkındalıkla arayışa devam etmektir. Onlar kendi hayalleriyle sınırlanırlar, başkalarının ufuklarıyla gemlenmemişlerdir. 


İşte budur, gerçek oku’mak ve insan okuya okuya yol alması beklenen yegane canlıdır. Bu gayreti göstermeyen inancın özünü kaçırmıştır, insan olmanın gerekliliğini reddetmiştir ki dinin diğer istedikleri hep insanlığının farkında olmaya çalışan, okumaya gayret eden insanlar içindir. Bundan uzak olan da akıl da olgunlaşmaz, akıl gelişip şuur oluşturmaz. Oysa tüm mükellefiyetler akıl sahipleri içindir ve akıl, iki kere ikinin dört ettiğini bilen beyinsel bir varlık değildir. Akıl sezebilmelidir, hissedebilmelidir, hayal edebilmeli, görülemeyen veya görülebilmesi için zahmet ve emek gerektiren gerçeklerle aradaki perdeleri aralayabilmelidir.

Kul kula mahkum olmak için, tabi olup sorumluluklarını başkasına devretmek için, kula kul olmak için var kılınmamıştır. Yunus’un dediği gibi; araya araya bulunacak hakikatler dururken buna gözünü yumup dünyanın lunapark bölümünde ömür geçiren, üstünü üstlük bir de bu gayretin içinde olan abid, arayış yolcusu ile alay etmesi affedilir bir durum değildir ve akıbeti vahimdir.

Bu hakikatten yoksunlar ilmi bile parçalayıp dünya ilimi ve Allah ilimi diye ayırır ve dünya ilmini aşağılarlar. Oysa tek bir ilim vardır ve onların dünya ilmi dedikleri, arayışın kazanımlarının dünya ortamındaki tecessüsüdür ve hepsi değildir. Aklı bunlara kapalı olan bu zevat, kendi akıllarını bilemediklerinden hissedemedikleri gerçekleri yalayıp yutmuş gibi davranır ve geriye kalan taklitçilikle başkalarına ilmihal bilgileri satıp dururlar. Ve bunu emr-i bil ma’ruf (insanları doğruya, iyiye, gerçek insanlığa davet) kisvesi altında yaparlar. Düşünmeden kendilerine tabi olunmasını beklerler. Oysa bu kutsi ifadenin karşılığı, çoğunun anladığından farklıdır ve oku’mak emri ile taban tabana zıttır.

Din düşünmekle başlar, araştırmakla elde edilenleri kullanıp dahası için soyut dünyaya, mana alemine geçişin kapısını hayal ve hislerle aralamakla sağlanır. Bu gerçek, günümüzden binlerce yıl öncesinin antik Yunan düşünürlerinin bile dikkatinden kaçmamış; bilimsel arayışları ve hayal gücünü kullanmayı fiziklerinin ulaşamayacağı soyut aleme geçmenin ve anlayabilmenin yegane yolu olarak görmüşlerdir. Örneğin bu dönemin filozoflarından, dünya tarihine mal olmuş Socrates ve öğrencisi Platon, yaşadığımız dünya ile paralel başka bir alemin olduğunu ve asıl hakikatin orada olduğunu, bilimin ise o alemdeki bir gerçeğin dünyadaki izdüşümünü üretmeyi amaçlayan bir ulvi çaba olduğunu kabul ederler. Bu çok önemli bir tespittir. İslam’ın dünya ve ahiret tanımdır. İnsanlığın bu arayışlarını dahi bilmeyen, okuma fukarası ve taklitçilikle yakasını kurtaracağını sanan miskin müslümanların ve onların kurdukları şirketten veya devletten farksız, güç öbeği durumuna gelmiş cemaatlere göre kendileri dışında herkes cehennem yolcusu, gerçeklerden bihaber, dini doğru yaşamayandır. Hatta dinimiz içinde serpilmiş diğer fırkalar bile. Bu ahvalde, eski Yunan desem küplere binerler. Oysa düşünmedikleri, aramadıkları, tetkik etmedikleri için bihaber kaldıkları insanlık yolculuğu azizdir, emek doludur. O yolculuk belki herkesi doğru yola çıkarmaz, bir yerlerden şarampole yuvarlanabilir insan ama bu yolculuğun riskidir ve en çok yuvarlanan da kendileridir, farkında olmadan.

Resim: Akademi okulu. Plato ve öğrencisi, Aristotales. Plato yukarıyı işaret eden eliyle bilginin tüm kaynağının mana alemi olduğunu savunur. Aristotales ise dünyacıdır ve  yeri gösteren eliyle, asıl gerçekliğin görüp dokunabildiğimiz dünyadakilerden ibaret olduğunu savunur. Tıpkı bugünün insanları gibi.

“Akademi” ifadesinin kaynağı olan Platon okulunun kapısında yazan şudur: “Allah’a inanmayan ve geometri bilmeyen giremez.” Biz de ise Allah’a inandığını diliyle iddia eden ama yürekleri fiilleriyle ikrar etmemiş muhteremler geometriden de matematikten de fizikten de bilumum bütün bilimlerden uzaktırlar. Çünkü dünya ilmi günahtır! Ve bundan mahrumiyetle Allah’ın ilmine vakıf olacaklarını düşünürler. Kapılarına onlar herhalde şu tabelayı asmalılar: “Allah’a inanmayan ve geometri bilen giremez.” Bilimle iştigal edenlerimiz de başka bir alemdedir. Onlar da bilimin içine Allah’ı karıştırmayı ayıp sayarlar. Hatta inancıyla bulgularını bağdaştırmayı bilimsellikten uzaklaşma olarak görürler. Halbuki; bilim insanların aklıyla sezinlediklerini ki onun da kaynağı inançtan beslenir test ve ispat etmek konusundaki azimli çalışmanın, arayışın adı olmalıdır. Onlar da kapılarına her halde şöyle yazarlardı: “Allah’a inanan ve geometri bilmeyen giremez.”

Bütün bunlardan sonra iki el arasına kafanın alınıp düşünülmesi zamanı: Kim Allah'ı daha iyi anlamış? Kim isteklerini daha iyi kavramış? Kim kendisinin dünyadaki varlığına daha isabetli anlam bulmuş. Kim körü körüne tabiyeti bırakıp kendi yolculuğundan, dinin doğru anlaşılmasına, gerçeklerinin kavranmasına bir katk üretebilmiş?.. Bunlar fanatizm, bağnazlık, bidatçılık, din tanımazlık vestiyere bırakılarak oturulup düşünülerek yanıtlanması gereken sorular.

Ki zaten bundan ötürü insana haykırılıyor, defalarca Kuran’ı Kerim’de: Halâ düşünüp akıl etmez misiniz? Haydi biraz düşünelim ve akıl edelim, ne dersiniz?

Allah şüphesiz arayana, okumaya çalışana verir. Velev ki gayri müslim olsun. Hazreti Musa ve Firavun’un sihirbazlarının kıssasını hatırlayın. Bir peygamber dahil olsa, çalışmayana değil gayet ehli olana gider ilahi destek. Elde tesbih sallayıp gümüş yüzük takmaktan daha fazlası gerek, gerçek bir müslüman olabilmek için. Belki de kendinizi içinde bulduğunuz düzen, doğrusu değildir. İslam coğrafyalar, gerçek İslam'ın unutturulup yerine ikame edilen cehalete mahkum eden şuursuz tabiiciliğin, taklitçiliğin, miskin şekilciliğin cezasını çekiyor. İlim de bilim de kaçıp gitti, İbn-i Sina'nın dediği gibi. Uydurulmuş dinden kurtulup, dinimizin aydınlığa koşturan ve anlamaya çalışmayı farz kılan asli dairesine dönmedikçe de huzur ve emniyet bulamayacak, sadece yeni cemaatler holdingleşecek, yeni şeyhler zenginleşecek.Onlar da bilimini reddettikleri dünyanın nimetlerini; cep telefonlarından binmeden adım atmadıkları lüks otolara kadar çuvalla paralar döküp Henry'den, George'dan almakta ve kullanmaya devam etmede bir mahsur görmeyecekler.

Neden düşünen insan sevilmiyor, anlatabildim mi? Çünkü tabi olacak askerlerin sorun çıkarmaması, sadece tepedekilerin iradesini uygulaması gerek. Diğer taraftan George ve Henry'nin de mal satması için düşünmemesi gerek avamın. Sonuçta herkesin örtüştüğü çıkarıdır; düşündürmemek. Tüm bunları da ülkemizi seven yöneticilerimizin görmesi gerek.

Cem Turan





1 Haziran 2016 Çarşamba

ŞİİR: ÖĞRENCİNİN ÖĞRETMENE YOLCULUĞU













ÖĞRENCİNİN ÖĞRETMENE YOLCULUĞU

Önce hiç cismim yoktu, dünya ölçüsüne gelecek
Kapladığım bir hacim yoktu, alan yoktu; yer edinecek.
Ta ki bir gün milyonlarca hücrenin kıran kırana yarışında
Kim derdi ki ben gibi biri, hepsini geçip birinci gelecek.

Rakiplerimi geçtim üçer beşer, nefes nefese
Sonunda ipi göğüsledim girip bir balonun içine.
Meğer ne zor işmiş yokluktan benliğe adım atmak
Ve annemin sıcaklığına yayıldım; sere serpe.

Tatlı bir sıcak beşikteydim, sallanır sağa sola; tıngır mıngır
Sallandıkça deniz, başım bir o yana bir bu yana yaslanır
Hele bir de dalga vurdu mu ses gelir benden, gluk gluk!
Bir noktadan başlayan yolculuk, işte böyle yol alır.

Dokuz ay kadar, bir balıktan farksızdım; yüzdüm
Olgunlaşan turşu gibi; büyüyüp şişti, elim yüzüm.
Bir plankton misali, varla yok arası noktadan
Oluştu bedenim; kol, ayak, burun ve gözüm.

Astronot gibi bir hortumla bağlamışlar beni
Arada bir sordum: Merkez, orada herşey iyi mi?
Merkez beni duymayıp, annem beni unutunca
Arada bir savurdum büyük balona tekmemi.

Bir can olarak var olmak mı: Hiç kolay deme
Sapasağlam göz açmak dünyaya, tam bir mucize.
Belki milyarda bir ihtimal var, sağlıklı doğmaya
O da gerçekleşince; görecektiniz, herkeste bir neşe.

Bir gün bozdular benim beş yıldızlı konforumu
Su boşalıp gitti, sanki biri kırdı akvaryumu
Ortada kalakaldım, denizden çıkmış balık
Sonunda biri çekti başımdan, eliyle tuttu.

Eyvah dedim yakalandım; bir balık güdüsüyle
Feryat figan, kendimi verdim hüngürtüye.
Telefona sarıldım: Alo merkez, cevap ver!
Meğer telini koparmış çoktan, köftehor ebe.

İmdat dedim gidiyorum, susuz yaşamadım böyle
Salladı tepetaklak bir güzel, hekim alıp eline.
İşte o vakit, olanca kan beynime boşaldı,
Belki pişman oldum, hücre yarışına girdiğime.

Kaçarı yok artık, dönüş yok, başa gelen çekilecek
İyisi mi ağlamayı bırak dedim, bak resim çekilecek.
Zor işmiş nefes almak bile, sanki ciğerim dağlandı
Dünyaya gelmek için ağır bir bedeldi ki ödenecek.

Koydular beni ortaya, sanki Karamürsel sepeti
Teyze, nine doldu ortalık; kocaman balina gibi.
Hah dedim, geldik yerine; bu dünya bir panayır
Karar verdim o vakit, durmaya biraz mesafeli.

Lafı fazla uzatmadan, sabırları pek taşırmadan
Az gidip uz gidip de yolu fazla dolaştırmadan
Göz açıp kapayıncaya dek, ben pek büyüdüm
Boy attım, babamın yeni sakalı bile çıkmadan.

Başta herşey renkliydi, sanki gökyüzündeydim
Büyükler pek tuhaftı, ben başka alemdeydim.
Onlar üstünde dede resimli kağıtları severken
Ben rengarenk balon, oyuncak peşindeydim.

Daha neler yansırdı benim hayal perdeme
Bulutlardan resimler çizerdim, gözlerimle
Çok geçmez; ağzını kapatırdı pamuk tavşan
Rüzgarla kılık değiştirip dönerdi bir kediye.

İyi kötü, dilim döndü kelimeye teker teker
Önce anne baba, sonra dilim söyledi neler.
Biy tıytıy düt itip dallayı yedi kıtıy kıtıy uff
Her söylediğim bizimkilere geldi bal, şeker.

Sağa sola derken bir gün koltuktan tutup
Kalkıverdim ayağa, hop belimi doğrultup.
Görecektiniz; aman bir alkış koptu evde
Sanki ayak basmıştım Ay’a, uçup konup.

Çok sürmedi elbet, herşeye yeter oldum
Bir şey bırakmadım, bazen kırıp bozdum.
İnanki anneciğim bilim aşkı buna sebep
Sonunda bu işe de bir noktayı koydum.

Söyledi babam ninni; uyusun da büyüsün
İçimden geçirdim bazen; şimdi görürsün
Bir de baktım baba geçmiş uyku moduna
Meydan bana kaldı dedim, sen büyüksün.

İlk sanat çalışmamı yaptım evin duvarına
Resim sanki sürrealist, harcadım epey çaba
Hala anlamadığım çığlık: Evladım bu ne!
Galiba kuşak farkı, babam biraz eski kafa.

Cicilerime bir haller oluyor, sürekli çekiyor
Anneme sordum, dedi ki elbisen küçülüyor.
Yatmadı mantığıma; kıyafet küçülür mü?
Aslında büyüyen benim, annem bilmiyor.

Annemin karnı şişti, babamla bir gün geldi
Diyet mi yapmıştı ki birden böylece inceldi?
Babama mimik yaptım: O elinizdeki de ne?
Kardeşin deyince bende ışık geldi gitti.

Ne desem boş, kaçtı birden ağız tadı
Bir ortak ile bölüştük canım saltanatı.
Ne güzeldi,  idim evde tek imparator
Oysa şimdi dama mı düştü ayakkabı?

Yanılmışım, meğer ne güzel şeymiş
Hem bana sevgi hiç de değişmemiş.
Babam öyle dedi, aldı beni kucağına
O da ben gibi, Allah’tan hediyeymiş.

Gün günü kovaladı, ben de peşinden
Üç, dört yaş derken çıkmışım beşten
Bizimkiler tuttu beni, karga tulumba
Girdik bir binaya geçip bir bahçeden.

Anneme sordum neresi, dedi ki okul
Babam önden seslendi, durma sokul.
Görmediğim kadar uzun koridordan
Geçip giderken, akıbetim bir meçhul.

Ve okulun ilk günü, bendenizin dramı
Kalbimi fırlatacak sandığım bir çarpıntı.
Sonuç vermedi, istemem diye diretmem
Kurbanlık gibi çaresizce, dizildik sıralı.

Öğretmen girdi içeri, gözleri çakmak
Anneciğim söyle, iğne mi yapacak?
Birazdan perde gibi yanakları açıldı
Tebessümü oldu, inmeyen bayrak.

O günden beridir şaşarım halime
Babam daha önce getirmedi, niye?
Nasıl da kalmışım senden uzakta
Sayıyorum o zamanı, körlüğüme.

Önce çizgi çubuk ve sonra alfabe
Birden okumayı ben söküverince,
Açıldı sanki bir perde, başladı açlık
Bir daha hiç sönmedi aşkım bilgiye.

Aradan yıllar geçti, göz açıp kapar gibi
Neler yaşadık birlikte, sanki rüya gibi.
O yabancı bakışlar oldu bana kardeş
Sınıf dolusu arkadaş, tıpkı ailem gibi.

Ondan öğrendim ki meğer bireymişim
Küçük bedende atan koca yürekmişim.
Meleklerin secde edip de imrendiği
İnsan denen bambaşka değermişim.

Anladım; öğrenmek değil asıl marifet
Herkes bir şey öğrenir, eğitim keramet.
Dönüp de geriye, görünce tüm geçmişi
Girmişiz bir yola senle, sonu selamet.

Biz bir tohumduk, sen bir güzel bahçe
Ekildik toprağına hayal ve pırıltı cepte.
Öyle sardın ki çıkmamak ne mümkün
Filiz verdik hepimiz, başlar bakar göğe.

Başkaları dur derken, sen uçun dedin
Her acabamızda arkamızda cesarettin.
İnanınca hayaller dönüverdi gerçeğe
Şükran sana, inancına bizi ortak ettin.

Şimdi geliyoruz bak, hepimiz yanyana
Giriyoruz etrafında saygıyla kol kola.
İlk bilgilerimiz ve kalbimizde idealler
Sıradan olmayacağız, sözümüz sana.

Razıydı köleliğe Ömer, bir harf için
Sen sormayı öğrettin; neden, niçin
Hesap edilmez ki işlediğin değerler
Bir ederini bulamadık verdiklerinin.

Eller şimdi havaya, niyet ettik duaya
Biz senden razıyız, olsun Mevla da
Kılsın bizi Fatih, seni de Akşemseddin
Boyunca ardından yürütsün o Hüda!

Ya Rabbi, “Oku!” diye emrettiğin biz
Bize okumayı öğreten öğretmenimiz.
Değil sade yazı ve okumak dünyayı
Sevdiren o, sen de onu sev; kefiliz!

Büyük yüreklerin küçük elleri kalktı göğe
Biz günahsızların duasını tez kabul eyle.
Akıbetini merak eden neyle meşgul, baksın
Allahım, öğretmeye gönül vereni aziz eyle.

İyi görürüz biz, olsak da gözümüzü yumar
Selam olsun kalbimizi gördüren mihmandar.
Buyrulmuş ki ancak dileyene verilir ilim,
Ya Âlim, biz de senden dileriz kıl hissedar.

Hak’tan aldığımızı hakça halkla paylaşacak
Edindiklerimiz bize araç ki amaç seni bulmak
Hiçbir zaman malayaniye bağlanmamayı
Hal ile öğreten anne babamızdan razı ol, Ey Hak!

Öğretmenimizin öğrencisiyiz, başımız dik
Biz senin enginliğinde özgürce şekillendik.
Seni hiç unutmayacağız ve ayrılmayacak
Kenetlenmiş kalplerle bir ömür biriz dedik!

Cem TURAN