İnsanın en zorlandığı ve çok güç yol aldığı yegâne alan herhalde
kendisini tanımladığı bilimlerdir. Madde dünyasının altından girip üstünden
çıkan, devasa yükseklikteki gökdelenleri çivi gibi toprağa çakıveren, kuleleri,
köprüleri fizik kurallarını akla zarar şekilde zorlayarak inşa eden, vinçlerden
otomobillere harikulâde mekanizmaları geliştiren insanoğlu, özne kendisi olduğunda
hep temkinli davranmıştır. Doğrusu
beşeri bilimler de insana ipuçlarını vermede oldukça cimri davranmıştır. Bunu,
insanın kendini keşfinde diğer alanlara nispetle biraz daha çaba göstermesi nin
istendiği olarak da yorumlamak mümkündür.
Sözgelimi; tıp alanında halen yapılacaklar listesi çok kabarıktır. Daha
pekçok hastalık uygun tedavi yol ve yöntemlerinin keşfedilmesini beklemektedir.
İnsan biyolojisine ait doğru bilinenlerin bir anda yanlışa dönebilmesi de artık
kanıksadığımız olgulardandır. Yumurtanın yıllarca sağlığa zararlı olduğunu
söyleyenlerin sözleri şimdilerde “yumurtayı yiyebildiğin kadar ye, çok
faydalı”, hatta “hayvani yağlardan uzak dur, damarları tıkar” öğütleri son
zamanlarda “ye, çok faydalı” hükümleriyle üzerleri bir hamlede çizilerek
değersiz ilan edilmiştir.
Psikiyatri bilimi, insanın bilinmezleri karşısındaki acziyetin ayyuka
çıktığı önde gelen alanlardan birisidir. İnsan beyninin hangi şartlar altında nasıl
davrandığı, çalışmasını nelerin etkilediği, ne gibi kimyasalların etkili olduğu
gibi pekçok konu biraz deneme yanılma usulü biriken istatistik verilerle kem
küm ilerlemeye çalışmaktadır.
...Ve eğitim: İnsana dair bir büyük muamma dolu, bâkir alan daha. İnsan denen bu gizem
küpünün nasıl uygun polarize edileceği, herhangi bir alanda hüner sahibi
kılınacağı, sosyalleştirilip yararlı kılınacağı ve bunun gibi pekçok parametre
üzerinde yıllardır tecrübe kümülasyonu ile yön bulmaya çalışmaktadır bilim.
Bunu yaparken en kestirme, en ucuz ve en yaygınlaşabilir yöntemleri üretmek durumundadır.
Peki ama bugün ideal eğitim olarak kabul edilen öğreti gerçekten ideal midir?
İnsan için en uygun beyni ehlileştirme ve ısıtma yolu gerçekten uygulanagelen
metodlardan mı geçmektedir?
Benim doğrusu şüphelerim var. Tıpkı yukarıda verdiğim diğer pekçok örnek
gibi; eğitimde de yıllarca dosdoğru kabul edilen tekniklere birden yüzçevirip
“yok canım, böyle de olmaz!” dedirtecek yollara girilmesi hiç de nadir görülen
bir durum değildir.
Bu tezi bir örnekle pekiştireyim: Bizler okuma fişleriyle okumayı
öğrenip yakasına kurdela asan bir nesiliz. Dilin en küçük yapı taşı olan
harflerden heceleri, heceden kelimeleri ve oradan cümle ve dilbisini keşfettik.
Okuma fişlerini keserek heceleri farklı kombinasyonlarda biraraya getirdik.
Buna parçadan tüme varım dendiğini, nice sonraları öğrendim. Sonra birileri
çıkarak “aaa, ne banal, hiç öyle olur mu?” diye kestirip attı ve önceki
uygulamanın tam zıttı olan “tümden parçaya geliş” modelini kabul görür hale
getirdi.
Bugün ise genellikle geliştiren kişilerin isimleriyle anılan sayısız
öğretim metodu efsane gibi dilden dile dolaşıyor, uygulanıyor hatta eğitim
kurumlarının ve özellikle özel eğitim kurumlarının kendilerini ifade ederken
kullandıkları birer pazarlama enstrümanı olarak kullanılıyor.
Özel sektörün de içine girmesiyle rekabetin yoğun olarak yaşanmaya
başlandığı eğitim sektörü yıllar içerisinde öğreneni yani bireyi, mental olarak
mükemmelleşmesi gereken bir meta haline getirdi ve ölçümlemek için sonu Q ile
biten pekçok test modelini de icadları arasına sokuverdi. Eskiden mental zeka
(intellegence) ölçen IQ ve çok çok duygudurum (Emotion) seviyesini ölçen EQ
bilinirken bugün sonu “Q” ile biten onlarca test türü merceklerini insan
beynine yöneltmiş durumdalar. Böylece
kapasitece beynin mukayese edilebilir skalalarla sınıflandırılabilmesinin yolu
açılmış oldu.
Bu verileri toplamaya başlayan psikoloji ve eğitim dünyası elbette boş
durmadı. Bu kez ideal insanı, kapasite limitlerini aşan, daha çok bilgiyi
“depolayabilen”, “ezberleyebilen” mükemmel canlı formu haline getirebilmek
çabasına hummalı şekilde giriştiler. Bu girişime paralel olarak öğrenenler
arası rekabet patlaması yaşandı. Eskiden öğrenim hayatı boyunca mütevazi sayıda
merkezi sınav yüzü gören kişiler bugün neredeyse doğumunun yapılacağı hastaneyi
ve öldüğünde defnedileceği mezarlığı bile sınava tabi olarak belirlemeye çok
yaklaştılar. Bugün artık kamunun ve özel sektörün işe alımları, derece
atlamalarından anaokulundan ilkokula, oradan ortaokula, oradan da lise ve
sonrasında üniversiteye, yurt dışına çıkmak, yüksek lisans yapmak için pekçok sınav türü yürürlüğe girmişken son
zamanlarda ara kademelerde de çok sayıda ek ölçüm ve değerlendirme merkezi
sınavının hayatımızdaki yerini almasıyla “oh be, dünya varmış!” dedik.
Neredeyse bir kişi yol tarifi sorsa yanıtını şıklarla verecek kadar test
mantığını içselleştirdik.
Sınav sayısını arttırdıkça o sınavlarla başa çıkması umulan insanın
mental zekasını mükemmelleştirmek, bilgi depolama hacmini arttırıp
kusursuzlaştımak için daha fazla gaza bastık, tempoyu arttırdık. Bu ise radikal
bir hızla dersanecilik sektörünü doğurdu ve ülke geneline yaydı. İnsanı bu
denli, Nirvana’ya kavuşturur gibi insanüstü bir mükemmel mental zekaya kavuşturmak
için el birliği ile hadsiz hudutsuz seferber olmuşken, insanı var kılan diğer
boyutlarını görmezden geldik. Onun bir duygu zekası, sosyal zekası, etik zekası
ve diğer bileşenlerinin olduğunu ve onların da beslenmesi gerektiğini
unutuverdik.
Bunları öyle bir dönemde yaptık ki; adına bilgi çağı dediğimiz,
teknolojik devinimin büyük olduğu günümüzde yaşadık. Bu ise, insana yapılan bu
zulüm gibi uygulamanın kamufle olmasına neden oldu, olumsuz tesirlerini
teknolojiye atfettik, normaldir dedik ve önemsemedik.
Hatta bunlar yetmedi, kişisel gelişimciler çıktı sahneye, bir tiyatro
oyununda rol sırası onlara gelmiş gibi. Ellerinde adeta bisiklet pompası gibi
doktirinlerle salonları dolduran kitlelere “yapacaksın, başaracaksın, rakibini
ezeceksin, uçacaksın..!” kabilinden patlatırcasına “gaz” pompalayıp durdular.
Nihayetinde; daha da yalnız, bencil, ruh dünyası çökmüş, metaya tapmış,
gözünü sosyal statü ve ünvan bürümüş, içinde bulunduğu topluma duyarsızlaşmış,
iyi ya da kötü kendisine kırık dökük bir sırayı kalabalık sınıflarda da olsa
vermiş, okutmuş bu topluma hiçbir ahde vefa beslemeyen, rüya görmeyen,
hissetmeyen, kendisi ve kariyeri dışında hedefleri beslemeyen, amaçsız ve
şuursuz, çıkarperest, sınavkolik, etik tanımaz; amacı için herşeyi mübah sayan,
“sınav notun kadar konuş” der gibi yukarıdan bakan ya da aşağıda kalıp ezilen
bir başka insan formunu el birliği ile tedavüle çıkardık, elimize sağlık!
Sınavlarda aşağıda kalan ise yukarıda olanın pervasızlığına,
küçümseyişine, ortak vergilerle çalıştırılan eğitim kurumlarının imkanlarını
kendisi yokken kullananlara, içten içe diş biledi, öfke duydu ve pekçok
sosyolojik olumsuzluğa neden olan bu olgu gün geldi hırsızını, kapkaçcısını gün
geldi teröristini doğurdu. Her hukuki fiilde olduğu gibi fail kadar eylemleri
ile azmettirenin de suça ortak olduğu düşünüldüğünde, okuduğunuzda yüz
buruşturduğunuz bu yasadışılıkların azmettiricisi listesine hepimiz kendimizi
yazsak belki de yalan sayılmayacak.
Çizeceğim sahne pekçoklarınızın hatırında sıcak olan görüntüler
çağrıştıracak eminim: Anneler kendi aralarında toplandığında en popüler sohbet
konularından biridir:
- - Bizim
oğlan tıbbiyeye girdi, şu kadar yüz puan aldı!
- - Tü
tü tü, maşallah. Nazar değmez inşallah.
- - Sizinki
ne yaptı?
- - Aaa
bizim kız yüksekleri hedefliyor, iyi puan aldı ama bu yıl o yüksek kaldığından
olmadı, seneye inşallah
- - Hıı
hı..
Babalar da boş durmazlar tabi. Apartman çapında, mahalle bazında hatta
akrabalar arasında bile hummalı bir yarış vardır. Amcasının oğlu asla çocuktan
yüksek almamalıdır. Benzer durum iş hayatına atılınca da görülür bazı ailelerde:
- - Hüsnü’nün
kızı Maarif Vekaleti’ne müfettiş olarak girmiş hanım.
- - Deme
ya, bizim çocuk Maarif Nazırı olsun o zaman, yoksa kimsenin yüzüne bakamayız!
...
Sosyologlar durumunda farkında olsalar da konuşmadıkları için günahları
boyunlarına demeliyim. Bu meta tabanlı, kibir ve bencillikle beslenen güdü öyle
kök saldı ki zamanla, elinde kartvizitle dolaşan ve bu kartları “hamil-i kart
yakındımdır” kabili bir anahtar gibi hak etmiş ya da etmemiş, sorgulamadan her
durumda işini gördürmek için uğraşı veren insanlar türedi. Toplumda
adaletsizlik arttı, hak etmeyenler hak edenlerin gözlerinin içine baka baka,
omuzlarını çiğneye çiğneyebu hakları gasp etti, üstüne yumurta bekleyen
kuluçkadaki tavuk gibi gıdaklayarak oturdu.
En kötüsü de bu adaletsizliklerin münferit olay olamktan çıkıp yaygın
uygulama haline gelmesiyle yaşandı. İnsanların bilinçaltına “torpilsiz bir iş
yaptırmazsın” görüşünü allem kullem edip bir güzel kazıdık. Bu memleket ilkokul
mezunu okul müdürü de gördü, bir gecede profesör olan asistan da.
Bunlar yetmedi, insan yapısı kavramları insann sosyal statüsünün
göstergesi, seçkinliğinin barometresi olarak görmek gibi trajikomik hallere de
ciddi ciddi girdik. Oturduğumuz muhitten tutun, bindiğimiz arabanın markasına
kadar pekçok uyduruk detayı övünç meselesi yapanlar, sosyete camiasında bununla
kibirlenenler çok oldu. Nasreddin Hoca’nın “ye kürkük ye” hikayesi gerçek oldu
ve uzun dönemler kadınlar onca hayvanın canına bedel kürkleri, ordünaryüs
edasıyla taşıyıp durdular.
Bizler sokak oyunlarını bilen, şanslı nesilleriz: Misket oynarken ilk
atılan “sooon!” diye bağırır, arkasından ikinci uyanan “son biiirr!”... Böyle
giderdi sıra. Böylece oyun grubu içindeki önceliklerini belirler, bu
ayrıcalıkla mutlu olurdu çocuklar. Bununla birebir örtüşen verdiğim örneklerin
ne denli komik ama bir o kadar da ciddi bir şekilde bu toplumda kabul gördüğü
sanırım toplumu gözlemleyen herkesin malumudur.
Hayatımızı laçka edercesine, üç beş aylık peryodlarla yeniden çalkalayan
ve dinmesi beklenen zelzele gibi sarsıntılarının daha az sosyokültürel
yıkımlara neden olmasını arzuladığım teknolojiyle birlikte, sosyal statü
maskotlarımız da değişti. Şimdilerde bir toplanmada masaya koyduğunuz telefonun
marka ve modeli, tabletiniz, laptop bilgisayarınızın inceliği toplum içindeki
saygınlığınızı belirleyen faktörler. İnkâr etmeyin, siz de onun bir
parçasısınız.
Geçtiğimiz yıllarda bir üniversite tarafından Türkiye’de yapılan bir
araştırma göstermekteydiki; yolda, otobüste telefonla konuşur gördüğünüz
insanların yarıdan fazlası aslında hiçkimseyle konuşmamakta, “konuşurmuş gibi”
yapmakta. Bu bir dehşetcengiz vakıa! Diğer bir ifadeyle araştırma diyorki; “ey
bu toplumu işleyenler, insanları o derece hasta ettiniz, zeki yapacağım derken
yalnızlaştırıp sosyallikten yalıttınız ki bireyler kendi sanal gerçekliğini kurdu ve onan inanıyor.”
Uzaklara gitmeye gerek yok, insanları topluca görebileceğiniz herhangi
bir yer ve herhangi bir zaman diliminde, bir karelik resmi çekin ve bakın.
Otoste, vapurda, bir parkta, durakta, lokalde, okulda... Birbirinin yüzüne
bakmayan, elindeki diktörgene hayran hayran bakıp baş parmağıyla ilginç
figürler sergileyen insanlar göreceksiniz. Sizinle bahse girerimki pekçokları
yan dairelerindeki komşularını bile tanımıyorlar, yolda kimseye selam vermiyorlar...
Yıllardır iş başvurularında, büyük büyük akademik ünvan sahibi, güzide
üniversitelerin mezunlarının “özgeçmiş” olarak sundukları dökümanlara hüzünle
bakıyorum. Gözlerim geleceğe dair ümitleri, hayalleri, ukteleri, “ben de
yetiştim ve şu yönlerden kendimi topluma değer katabilecek görüyorum” diyen
inancı, duyarlılığı arıyor ama hüsrana uğruyorum. Yine salt akli melekeden
ibaret, mental başlıklar sıralanıyor: “Şu dili bilirim, şu hesabı yaparım...”
Aranan halbuki bir insan; aklıyla, ruhuyla bir kişi daha büyüdüğümüzü
hissettirecek bir kişilik. Özgeçmişlerde sayılanlar artık makinelerin daha da
hatasız yapabildiği işlerden öteye geçmiyor.
Acı gerçek şuki; biz makineleşmeyle artan zamanı soyalleşmek,
birbirimize daha kenetlenmek, imrenerek müzelerde, tarihi alanlarda gidip
ziyaret ettiklerimize benzer bir “medeniyet” tortusu bırakabilmek için
kullanabilecekken, makineleri bu konuda hayatımızı kolaylaştırmaya hizmetkâr
kılabilecekken, biz makineleştik, mekanikleştik, gaddarlaştık, katılaştık... ve
biz bunu gönüllü, şuursuzca yaptık. Şuur, bir uçağın kaptan kabininde oturur: O
yoksa uçağın akıbeti meçhuldür. İnanın kendi mamülleri, böylece rahatça döner
ve kendini esir alır. Bilemiyorum, gelecek nesiller müzelerinde bizlerin
dönemini yâd etmek, onlara bıraktığımız “medeniyete” hürmeten neyimizi
sergileyecekler, hangi tarzımızdan, sanatsal akımımızdan bahsedecekler?
Bu ve benzeri örnekler, “mental mükemmeli” oluşturma çabasında bir
sosyal girdap oluşturan eğitim sistemimizin ürünleri olan insanların kronik
hastalıklarından sadece birkaçını gösteriyor. Ürün, gerçekten de bir
eğitimcinin öğrencisine verilebilecek en güzel nitelemelerden biri. İnglizce
dilinde de öğretmen ya da okul, öğrencisine “product” olarak sesleniyor. Bu ise
“ben senin her şeyine kefilim, sen benim ürünümsün” mührünü bireyin üzerine
vuruyor.
Eğitimimize yön verenler, ya siz? Üzerine mühür vurduğunuz insanlara,
ürünlerinize garanti verebiliyor, kefil olabiliyor musunuz? “Ürününüzün” eşref,
emin, sosyal başarılı, erdemli olduğuna, toplumun bir parçası olarak kendisini
gördüğüne ve ondan kendini sorumlu tuttuğuna, toplum faydasının yanında hiçbir
kişisel çıkarı düşünmediğine, idealist, topluma değer katıcı olduğuna emin misiniz?
Şimdi iki elin arasına başı alma ve düşünme vakti: Bizim ürünümüzde
kusur var ise, en çok yeniden yaparız. Ama malzemesi insan olan eğitimin ürünü
kusurluysa, silsileler halinde nesiller, toplumlar çürür gider. Çok açıktırki;
biz kusurumuz nispetinde ceza alırız ama eğitimci bu silsilenin en son
halkasındaki bir ferdin bir tüyü bile eğri çıksa bundan mesuldür. Yüzlerce yıl
önce toprağa girmiş olsa bile değilmiki, o hatanın faili o “eğitimcinin”
ürününün ürününün ürünüdür, hatta onun da ürünüdür, o halde yaptığı hataya da
ortak mesuldür, ruhun müteessir olmasına yeter. Eğitimcilik böyle bir davaya
soyunmaktır, “kadroya alınıp memur olmak” değil...
Şimdi düşünme vakti. Biz nerede yanlışlar yaptık? Eğitimi günübirlik
manevralarla değil, tam bir dönüşüm seferberliği ile rayına oturtmak, bugünün
insanının yarına bırakacağı en önemli mirastır. “Hay seni yetiştirene” dendiği
zaman ruhumuzun azaba mazhar olmaması için düşünen, idealist, çizgi ötesi,
büyük resmi gören, büyük düşünebilen, ufku derin eğitimcilere ihtiyaç var.
Eğitim “hiç olmazsa bunu yapayım” denecek değil, aşkla, şevkle, bir ideal
uğruna hayatın adandığı, insanın taşıyabileceği en üstün makam apoleti, ağır
bir sorumluluktur ve memur olunsa bile memuri bakışı asla kaldırmaz.
Öğretmenlik bir sevda, cehalete, erdemsizliğe, şuursuzluğa topyekün bir başkaldırı,
bu davada kumandalık ve yapılan bir cihaddır. Toplumun deniz feneri olduğu
bilinciyle hayata bakan âlimin, muâllimin mürekkebi elbet kılıçtan keskindir.
Cem TURAN