18 Aralık 2012 Salı

DİLEKÇELERDE ARZ ETMEK

Hepimize Türkçe derslerinde dilekçelerin sonunun, eğer bir kamu kurumuna, idari bir makama verilecekse "arz ederim" ile bitirilmesi gerektiği öğretildi. Muhtemelen sizler de bunu yıllar yılı benim gibi böyle uygulayageldiniz. Ancak birkaç yıl önce okuduğum bir hocanın makalesinde, bu uygulamanın darbe döneminde başlatıldığı ve kamunun yani devlet kurumlarının ve temsilcilerinin kendisine dilekçe veren vatandaştan daha "üst" makamda olduğunun bilinçaltına işlenmeye çalışıldığına vurgu yapılmıştı. Bireyin artık bir talebini iletmek için yazdığı dilekçede "arz ederim" yerine "rica ederim" kullanması gerektiği ifade edilmişti.

Düşündüm, haklı buldum ve o gün bugündür ısrarla dilekçede "rica" edenlerdenim. Hatta zaman zaman bakanlık, müdürlük gibi yerlerde hazırlanmış matbu dilekçeler kullanmam gerektiğinde "arz ederim" kelimelerinin üzerini bir çırpıda silip yerine büyük puntolarla "rica ederim" konduruveriyorum ve hiçbiri reddedilmiyor.

Bu süre içerisinde televizyonda da "arz ederim" uygulamasının bu şekilde çıktığını teyit eden bazı konuşmacıları da dinledim. Aslında ta Devlet-i Aliyye olan Osmanlı İmparatorluğu'nun devlet geleneğine de bağlı olabilir bu bakış. Kaynağı ne olursa olsun, "Milleti yücelt ki devlet yücelsin" felsefesine tezat teşkil etmekte.

Sonuç olarak; olması gerektiği gibi, bireyin ön plana çıktığı, devletin tüm kurumlarıyla bireye hizmet için var olduğu yaklaşımının güçlendiği bir dönemi yaşamaktayız. Eğer durum böyleyse, dilekçelerimizde siz de "rica etmeye" özen gösterirseniz, bu kötü geleneğin kısa sürede tarih olacağına inanıyorum.

Belki de...

Gün gelecek, bir devlet dairesinden gelen ve adınıza hitaben yazılmış mektup "arz ederek" nihayet bulacak: Devlet, hizmet etmek üzere var olduğunun bilinciyle; vatandaşına arz-ı hal edecek.

Sözün halin göstergesi olması ümidiyle, işte o zaman medeni bakışın, bireyin ast değil üst konumuna yükseldiği bambaşka bir faza geçmiş, dünya arenasında farklı bir ligin oyuncuları olacağız.

Hepinize bol "rica"lı günler dilerim.

Cem TURAN

12 Aralık 2012 Çarşamba

YERLİ MALI KULLANMA BİLİNCİ



  12-18 Aralık tarihleri arasında Tutumluluk, Yatırım ve Yerli Malları Haftası'nı kutluyoruz. Pek çoğumuzun haberi dahi olmadan gelip geçen ve hatırlarımızda sadece ilköğretim hatıralarımıza hapsettiğimiz, elma, armut gibi meyvelerle özdeşleştirdiğimiz haftanız kutlu olsun.

  Sahi, sizin için bir önemi var mı, yerli malı kullanmanın? Sizi bilmem ama genelin pek de ilgisi olmadığını rakamlar söylüyor. Bizim yerli malı kullanmak konusunda bir hassasiyetimiz maalesef bulunmuyor. İstatistikler, alışverişlerimizde en temel göstergenin fiyat ve marka olduğunu söylüyor. Dolayısı ile markalaşma bilincine sonradan kavuşmuş garibim, yerli üreticinin imajla tüketici üzerinde hipnotik etki oluşturmak konusunda kompetan olmuş yabancı markalar karşısında çok da şansı olmuyor.

  Bilinçaltımıza yerleşmiş bu kumpastan çıkamayışımız ise yerli üreticinin büyüyüp birer dünya markası olmasının en büyük engelini teşkil ediyor. İşlerin yolunda olduğu izlenimi uyandıran en babayiğit markalarımız bile işçilerinin maaşlarını ve genel giderlerini ödemeden başını kaldırıp uluslararası arenada bir marka stratejisi güdemiyor, bunun için çok önemli olan profesyonel destek almayı hep ikinci hatta daha alt sıralarda bir öncelik olarak görüyor.

  Profesyonel iş yaşamım boyunca tanık olduğum ve oldukça manidar olan iki olayı buraya alıntılamak istiyorum:

  Almanya'dan turist kafileler getiren bir turizmci müşteri yöneticim anlatmıştı: Vaktiyle, bir Alman grup Türkiye'de paket tatillerini yapmak üzere getirilir. Ancak ilerleyen günlerde kafile üyelerinden bir Alman turist bir Alman markası olan cep telefonunu klozete düşürür ve cihaz onarılamayacak şekilde tahrip olur. Alman bayan, durumu kafile rehberine iletir ve yeni bir telefon edinmek için yardım ister. "Hay hay" derler ve en yakın cep telefonu bayisinin yolunu tutarlar. Ulaştıklarında kadın hiç bakınmakla vakit kaybetmeden, doğrudan satış görevlisinin yanına koşar adım gider ve rehber yardımıyla "Siemens" telefon sorar. Tercüman da telefoncu da şaşırır, çünkü malumunuz, pek de rağbet gören bir marka değildir ve muhtemel sonuç olduğu üzere, halihazırda bulunmamaktadır. Olumsuz yanıtı alan turist, bir hayli heyecanlanır ve "mutlaka bulmalısınız" kabilinden bir reaksiyon gösterir.

  Hikayenin devamında ne mi olur? Bizim için anlamsız, gereksiz gelebilen bu talep sahibinin kararlılığı karşısında başka bir marka almaya ikna edemeyen turizm firması, özel görevlendirilen bir kişi refakatinde turist kadını neredeyse bütün gün, İstanbul kazan onlar kepçe olup dolaştırırlar ve sonunda turist hanım muradına erer. Mutlu son!

  Dürüst olun, evinizden binlerce kilometre ötede siz o turist yerinde olsanız ne yapardınız?
  İkinci hikayem de buna benzer ama konunun daha fazla uzamaması için kısa tutacağım. Yine turizmden, bir başkası anlatıyor: Bu firma Japon turistlere yönelik incoming (ağırlama) hizmeti veriyor. Diyorki; "Japonlar'ı getirebilmek için şehiriçi transferlerinde Mitsubishi otobüs kullanılacağını taahhüt etmek zorundayız, aksi halde gelmiyorlar..."

  Yine dürüst olalım: Empati yapalım, otobüsün markasını, konforlu ve lüks olması durumunda hangimiz umursarız? Bize göre bu fuzuli ve tali olan bir konudur hatta böyle bir konuyu problem yapmayı geçimsizlik sayar, onlarla mümkünse böyle bir yola çıkmamaya çalışırız. Değil mi, siz böyle yapmaz mısınız ya da yurtdışında Bursa fabrikalarından çıkma bir yerli taksiye binmek talebinde mi bulunursunuz? Herhalde herkesten önce kendinize "saçma!" der, aklınıza gelen bu düşünceyi bir güzel azarlarsınız, değil mi?

  Yine dürüst olmalı, dürüst olmak hayatın her alanında önemli: Eski bir çocukluk oyunu vardı; bir, iki, üç: Tıp! kimse kımıldamasın ve üzerinde taşıdığı, evinde, işyerinde kullandığı giysiden telefona, bilgisayardan televizyona, buzdolabından davlumbaza kadar eşyalarınızın envanterini çıkarın. Yüzde elli kasıtlı, üreticilerimizi desteklemek bilinciyle yerli kullanıcısıysanız alnından öpülecek, altın madalyaya boğulacak bir insanısınız, kutlarım.

  Kısaca yerli malları, adet yerini bulsun diye okullarda elmalı armutlu partiden bozma bir etkinlikle kutlanacak bir konu değil hayati bir memleket meselesidir. Kamu desteği olmaksızın markalaşma olmaz, markalar serpilip büyüyemez. Ve bu olmayıp oldum olası devam eden duyarsızlığımıza sürdükçe, cebimizdekilerini başkalarına kaptırıp aldıklarımızla başkalarına bağımlı kaldıkça ekonomik, sosyal.. hangi alanda bağımsız bir iradeye sahip olduğumuzdan söz edebiliriz?

  Seminerlerimde içimde bu konudaki duyarsızlığa duyduğum kırgınlık nedeniyle oluşan acıyı bastırmak için olacak, sık sık kullandığım bir cümle ile konuyu kapatayım:

  "Çözümü için gayret edenleri desteklemediğiniz hiçbir sorun hakkında şikayet etme hakkınız yoktur."

  Kurulu tezgahları destekleyin, yerli malı kullanın. İstediğiniz standartlarda değilse eleştirin, bağırın çağırın, şikayet edin, ümüğünü sıkın... Ta ki daha iyisini onlara ürettirene, ekonomimize kazandırana kadar. O zaman kendinize, bu topluma hizmet etmiş bir kahraman gözüyle bakabilirsiniz.

  "Ben keseme bakarım, bana mı kaldı?" diyen basiretsizlere yanıtım, bir ürüne rağbet artar ve üretim miktarı arttırılırsa fiyatının radikal olarak düşeceği ve bundan en fazla tüketicinin istifade edeceği gerçeğidir.


...
Olmasın artık dilden dile lâkırdı,
Yurdun malı, herkes onu kullanmalı.
Ki yerdeyse ihracatın halen sırtı
Sebebini, senin ilginde aramalı.

Bizim millet ticaret sever, ekler üste kârını
Üretmek enayilik mi, yok mudur hiç alanı?
Bir elinde görmeden kapar elinden akçanı
Hatta senin yerine işler bağını bostanını.

El açtık, bağdaş kurduk, gören sanır dilenci
Para derdinde değiliz, esirgeme ilgini
Sen hem destekçim hem kalite öğretmeni
Şuur gerek, aydınlık gerek, için terk-i fakiri
Böyle parlayacak, bu memleket istikbâli.

Farkında mısın bilmem, hâlâ uykudasın
Maçla, diziyle, lafla halâ ninnidesin
Ey varis-i dar'ül ilim, baydı senin rehavetin
Görsün o gözler ki hâlâ safi pazarsın.

Lafla peynir gemisi nerede yürüdü?
Hani ilken; övün, çalış ve güvendi?
Bırak kalsın artık mangalda külleri,
Ya üret ya destekle, ter ile üreteni.
...


Cem TURAN

24 Kasım 2012 Cumartesi

EĞİTİM SİSTEMİMİZİN ANATOMİK HASTALIKLARI


  İnsanın en zorlandığı ve çok güç yol aldığı yegâne alan herhalde kendisini tanımladığı bilimlerdir. Madde dünyasının altından girip üstünden çıkan, devasa yükseklikteki gökdelenleri çivi gibi toprağa çakıveren, kuleleri, köprüleri fizik kurallarını akla zarar şekilde zorlayarak inşa eden, vinçlerden otomobillere harikulâde mekanizmaları geliştiren insanoğlu, özne kendisi olduğunda hep temkinli davranmıştır.  Doğrusu beşeri bilimler de insana ipuçlarını vermede oldukça cimri davranmıştır. Bunu, insanın kendini keşfinde diğer alanlara nispetle biraz daha çaba göstermesi nin istendiği olarak da yorumlamak mümkündür.

  Sözgelimi; tıp alanında halen yapılacaklar listesi çok kabarıktır. Daha pekçok hastalık uygun tedavi yol ve yöntemlerinin keşfedilmesini beklemektedir. İnsan biyolojisine ait doğru bilinenlerin bir anda yanlışa dönebilmesi de artık kanıksadığımız olgulardandır. Yumurtanın yıllarca sağlığa zararlı olduğunu söyleyenlerin sözleri şimdilerde “yumurtayı yiyebildiğin kadar ye, çok faydalı”, hatta “hayvani yağlardan uzak dur, damarları tıkar” öğütleri son zamanlarda “ye, çok faydalı” hükümleriyle üzerleri bir hamlede çizilerek değersiz ilan edilmiştir.

  Psikiyatri bilimi, insanın bilinmezleri karşısındaki acziyetin ayyuka çıktığı önde gelen alanlardan birisidir. İnsan beyninin hangi şartlar altında nasıl davrandığı, çalışmasını nelerin etkilediği, ne gibi kimyasalların etkili olduğu gibi pekçok konu biraz deneme yanılma usulü biriken istatistik verilerle kem küm ilerlemeye çalışmaktadır.

  ...Ve eğitim: İnsana dair bir büyük muamma  dolu, bâkir alan daha. İnsan denen bu gizem küpünün nasıl uygun polarize edileceği, herhangi bir alanda hüner sahibi kılınacağı, sosyalleştirilip yararlı kılınacağı ve bunun gibi pekçok parametre üzerinde yıllardır tecrübe kümülasyonu ile yön bulmaya çalışmaktadır bilim. Bunu yaparken en kestirme, en ucuz ve en yaygınlaşabilir yöntemleri üretmek durumundadır. Peki ama bugün ideal eğitim olarak kabul edilen öğreti gerçekten ideal midir? İnsan için en uygun beyni ehlileştirme ve ısıtma yolu gerçekten uygulanagelen metodlardan mı geçmektedir?

  Benim doğrusu şüphelerim var. Tıpkı yukarıda verdiğim diğer pekçok örnek gibi; eğitimde de yıllarca dosdoğru kabul edilen tekniklere birden yüzçevirip “yok canım, böyle de olmaz!” dedirtecek yollara girilmesi hiç de nadir görülen bir durum değildir.

  Bu tezi bir örnekle pekiştireyim: Bizler okuma fişleriyle okumayı öğrenip yakasına kurdela asan bir nesiliz. Dilin en küçük yapı taşı olan harflerden heceleri, heceden kelimeleri ve oradan cümle ve dilbisini keşfettik. Okuma fişlerini keserek heceleri farklı kombinasyonlarda biraraya getirdik. Buna parçadan tüme varım dendiğini, nice sonraları öğrendim. Sonra birileri çıkarak “aaa, ne banal, hiç öyle olur mu?” diye kestirip attı ve önceki uygulamanın tam zıttı olan “tümden parçaya geliş” modelini kabul görür hale getirdi.

  Bugün ise genellikle geliştiren kişilerin isimleriyle anılan sayısız öğretim metodu efsane gibi dilden dile dolaşıyor, uygulanıyor hatta eğitim kurumlarının ve özellikle özel eğitim kurumlarının kendilerini ifade ederken kullandıkları birer pazarlama enstrümanı olarak kullanılıyor.

  Özel sektörün de içine girmesiyle rekabetin yoğun olarak yaşanmaya başlandığı eğitim sektörü yıllar içerisinde öğreneni yani bireyi, mental olarak mükemmelleşmesi gereken bir meta haline getirdi ve ölçümlemek için sonu Q ile biten pekçok test modelini de icadları arasına sokuverdi. Eskiden mental zeka (intellegence) ölçen IQ ve çok çok duygudurum (Emotion) seviyesini ölçen EQ bilinirken bugün sonu “Q” ile biten onlarca test türü merceklerini insan beynine yöneltmiş durumdalar.  Böylece kapasitece beynin mukayese edilebilir skalalarla sınıflandırılabilmesinin yolu açılmış oldu.

  Bu verileri toplamaya başlayan psikoloji ve eğitim dünyası elbette boş durmadı. Bu kez ideal insanı, kapasite limitlerini aşan, daha çok bilgiyi “depolayabilen”, “ezberleyebilen” mükemmel canlı formu haline getirebilmek çabasına hummalı şekilde giriştiler. Bu girişime paralel olarak öğrenenler arası rekabet patlaması yaşandı. Eskiden öğrenim hayatı boyunca mütevazi sayıda merkezi sınav yüzü gören kişiler bugün neredeyse doğumunun yapılacağı hastaneyi ve öldüğünde defnedileceği mezarlığı bile sınava tabi olarak belirlemeye çok yaklaştılar. Bugün artık kamunun ve özel sektörün işe alımları, derece atlamalarından anaokulundan ilkokula, oradan ortaokula, oradan da lise ve sonrasında üniversiteye, yurt dışına çıkmak, yüksek lisans yapmak için  pekçok sınav türü yürürlüğe girmişken son zamanlarda ara kademelerde de çok sayıda ek ölçüm ve değerlendirme merkezi sınavının hayatımızdaki yerini almasıyla “oh be, dünya varmış!” dedik. Neredeyse bir kişi yol tarifi sorsa yanıtını şıklarla verecek kadar test mantığını içselleştirdik.

  Sınav sayısını arttırdıkça o sınavlarla başa çıkması umulan insanın mental zekasını mükemmelleştirmek, bilgi depolama hacmini arttırıp kusursuzlaştımak için daha fazla gaza bastık, tempoyu arttırdık. Bu ise radikal bir hızla dersanecilik sektörünü doğurdu ve ülke geneline yaydı. İnsanı bu denli, Nirvana’ya kavuşturur gibi insanüstü bir mükemmel mental zekaya kavuşturmak için el birliği ile hadsiz hudutsuz seferber olmuşken, insanı var kılan diğer boyutlarını görmezden geldik. Onun bir duygu zekası, sosyal zekası, etik zekası ve diğer bileşenlerinin olduğunu ve onların da beslenmesi gerektiğini unutuverdik.

  Bunları öyle bir dönemde yaptık ki; adına bilgi çağı dediğimiz, teknolojik devinimin büyük olduğu günümüzde yaşadık. Bu ise, insana yapılan bu zulüm gibi uygulamanın kamufle olmasına neden oldu, olumsuz tesirlerini teknolojiye atfettik, normaldir dedik ve önemsemedik.

  Hatta bunlar yetmedi, kişisel gelişimciler çıktı sahneye, bir tiyatro oyununda rol sırası onlara gelmiş gibi. Ellerinde adeta bisiklet pompası gibi doktirinlerle salonları dolduran kitlelere “yapacaksın, başaracaksın, rakibini ezeceksin, uçacaksın..!” kabilinden patlatırcasına “gaz” pompalayıp durdular.

  Nihayetinde; daha da yalnız, bencil, ruh dünyası çökmüş, metaya tapmış, gözünü sosyal statü ve ünvan bürümüş, içinde bulunduğu topluma duyarsızlaşmış, iyi ya da kötü kendisine kırık dökük bir sırayı kalabalık sınıflarda da olsa vermiş, okutmuş bu topluma hiçbir ahde vefa beslemeyen, rüya görmeyen, hissetmeyen, kendisi ve kariyeri dışında hedefleri beslemeyen, amaçsız ve şuursuz, çıkarperest, sınavkolik, etik tanımaz; amacı için herşeyi mübah sayan, “sınav notun kadar konuş” der gibi yukarıdan bakan ya da aşağıda kalıp ezilen bir başka insan formunu el birliği ile tedavüle çıkardık, elimize sağlık!

  Sınavlarda aşağıda kalan ise yukarıda olanın pervasızlığına, küçümseyişine, ortak vergilerle çalıştırılan eğitim kurumlarının imkanlarını kendisi yokken kullananlara, içten içe diş biledi, öfke duydu ve pekçok sosyolojik olumsuzluğa neden olan bu olgu gün geldi hırsızını, kapkaçcısını gün geldi teröristini doğurdu. Her hukuki fiilde olduğu gibi fail kadar eylemleri ile azmettirenin de suça ortak olduğu düşünüldüğünde, okuduğunuzda yüz buruşturduğunuz bu yasadışılıkların azmettiricisi listesine hepimiz kendimizi yazsak belki de yalan sayılmayacak.

  Çizeceğim sahne pekçoklarınızın hatırında sıcak olan görüntüler çağrıştıracak eminim: Anneler kendi aralarında toplandığında en popüler sohbet konularından biridir:

-          - Bizim oğlan tıbbiyeye girdi, şu kadar yüz puan aldı!

-         -  Tü tü tü, maşallah. Nazar değmez inşallah.

-          - Sizinki ne yaptı?

-          - Aaa bizim kız yüksekleri hedefliyor, iyi puan aldı ama bu yıl o yüksek kaldığından olmadı, seneye inşallah

-          - Hıı hı..

  Babalar da boş durmazlar tabi. Apartman çapında, mahalle bazında hatta akrabalar arasında bile hummalı bir yarış vardır. Amcasının oğlu asla çocuktan yüksek almamalıdır. Benzer durum iş hayatına atılınca da görülür bazı ailelerde:

-          - Hüsnü’nün kızı Maarif Vekaleti’ne müfettiş olarak girmiş hanım.

-          - Deme ya, bizim çocuk Maarif Nazırı olsun o zaman, yoksa kimsenin yüzüne bakamayız!
...

  Sosyologlar durumunda farkında olsalar da konuşmadıkları için günahları boyunlarına demeliyim. Bu meta tabanlı, kibir ve bencillikle beslenen güdü öyle kök saldı ki zamanla, elinde kartvizitle dolaşan ve bu kartları “hamil-i kart yakındımdır” kabili bir anahtar gibi hak etmiş ya da etmemiş, sorgulamadan her durumda işini gördürmek için uğraşı veren insanlar türedi. Toplumda adaletsizlik arttı, hak etmeyenler hak edenlerin gözlerinin içine baka baka, omuzlarını çiğneye çiğneyebu hakları gasp etti, üstüne yumurta bekleyen kuluçkadaki tavuk gibi gıdaklayarak oturdu.

  En kötüsü de bu adaletsizliklerin münferit olay olamktan çıkıp yaygın uygulama haline gelmesiyle yaşandı. İnsanların bilinçaltına “torpilsiz bir iş yaptırmazsın” görüşünü allem kullem edip bir güzel kazıdık. Bu memleket ilkokul mezunu okul müdürü de gördü, bir gecede profesör olan asistan da.

  Bunlar yetmedi, insan yapısı kavramları insann sosyal statüsünün göstergesi, seçkinliğinin barometresi olarak görmek gibi trajikomik hallere de ciddi ciddi girdik. Oturduğumuz muhitten tutun, bindiğimiz arabanın markasına kadar pekçok uyduruk detayı övünç meselesi yapanlar, sosyete camiasında bununla kibirlenenler çok oldu. Nasreddin Hoca’nın “ye kürkük ye” hikayesi gerçek oldu ve uzun dönemler kadınlar onca hayvanın canına bedel kürkleri, ordünaryüs edasıyla taşıyıp durdular.

  Bizler sokak oyunlarını bilen, şanslı nesilleriz: Misket oynarken ilk atılan “sooon!” diye bağırır, arkasından ikinci uyanan “son biiirr!”... Böyle giderdi sıra. Böylece oyun grubu içindeki önceliklerini belirler, bu ayrıcalıkla mutlu olurdu çocuklar. Bununla birebir örtüşen verdiğim örneklerin ne denli komik ama bir o kadar da ciddi bir şekilde bu toplumda kabul gördüğü sanırım toplumu gözlemleyen herkesin malumudur.

  Hayatımızı laçka edercesine, üç beş aylık peryodlarla yeniden çalkalayan ve dinmesi beklenen zelzele gibi sarsıntılarının daha az sosyokültürel yıkımlara neden olmasını arzuladığım teknolojiyle birlikte, sosyal statü maskotlarımız da değişti. Şimdilerde bir toplanmada masaya koyduğunuz telefonun marka ve modeli, tabletiniz, laptop bilgisayarınızın inceliği toplum içindeki saygınlığınızı belirleyen faktörler. İnkâr etmeyin, siz de onun bir parçasısınız.

  Geçtiğimiz yıllarda bir üniversite tarafından Türkiye’de yapılan bir araştırma göstermekteydiki; yolda, otobüste telefonla konuşur gördüğünüz insanların yarıdan fazlası aslında hiçkimseyle konuşmamakta, “konuşurmuş gibi” yapmakta. Bu bir dehşetcengiz vakıa! Diğer bir ifadeyle araştırma diyorki; “ey bu toplumu işleyenler, insanları o derece hasta ettiniz, zeki yapacağım derken yalnızlaştırıp sosyallikten yalıttınız ki bireyler kendi  sanal gerçekliğini kurdu ve onan inanıyor.”

  Uzaklara gitmeye gerek yok, insanları topluca görebileceğiniz herhangi bir yer ve herhangi bir zaman diliminde, bir karelik resmi çekin ve bakın. Otoste, vapurda, bir parkta, durakta, lokalde, okulda... Birbirinin yüzüne bakmayan, elindeki diktörgene hayran hayran bakıp baş parmağıyla ilginç figürler sergileyen insanlar göreceksiniz. Sizinle bahse girerimki pekçokları yan dairelerindeki komşularını bile tanımıyorlar, yolda kimseye selam vermiyorlar...

  Yıllardır iş başvurularında, büyük büyük akademik ünvan sahibi, güzide üniversitelerin mezunlarının “özgeçmiş” olarak sundukları dökümanlara hüzünle bakıyorum. Gözlerim geleceğe dair ümitleri, hayalleri, ukteleri, “ben de yetiştim ve şu yönlerden kendimi topluma değer katabilecek görüyorum” diyen inancı, duyarlılığı arıyor ama hüsrana uğruyorum. Yine salt akli melekeden ibaret, mental başlıklar sıralanıyor: “Şu dili bilirim, şu hesabı yaparım...” Aranan halbuki bir insan; aklıyla, ruhuyla bir kişi daha büyüdüğümüzü hissettirecek bir kişilik. Özgeçmişlerde sayılanlar artık makinelerin daha da hatasız yapabildiği işlerden öteye geçmiyor.

  Acı gerçek şuki; biz makineleşmeyle artan zamanı soyalleşmek, birbirimize daha kenetlenmek, imrenerek müzelerde, tarihi alanlarda gidip ziyaret ettiklerimize benzer bir “medeniyet” tortusu bırakabilmek için kullanabilecekken, makineleri bu konuda hayatımızı kolaylaştırmaya hizmetkâr kılabilecekken, biz makineleştik, mekanikleştik, gaddarlaştık, katılaştık... ve biz bunu gönüllü, şuursuzca yaptık. Şuur, bir uçağın kaptan kabininde oturur: O yoksa uçağın akıbeti meçhuldür. İnanın kendi mamülleri, böylece rahatça döner ve kendini esir alır. Bilemiyorum, gelecek nesiller müzelerinde bizlerin dönemini yâd etmek, onlara bıraktığımız “medeniyete” hürmeten neyimizi sergileyecekler, hangi tarzımızdan, sanatsal akımımızdan bahsedecekler?

  Bu ve benzeri örnekler, “mental mükemmeli” oluşturma çabasında bir sosyal girdap oluşturan eğitim sistemimizin ürünleri olan insanların kronik hastalıklarından sadece birkaçını gösteriyor. Ürün, gerçekten de bir eğitimcinin öğrencisine verilebilecek en güzel nitelemelerden biri. İnglizce dilinde de öğretmen ya da okul, öğrencisine “product” olarak sesleniyor. Bu ise “ben senin her şeyine kefilim, sen benim ürünümsün” mührünü bireyin üzerine vuruyor.

  Eğitimimize yön verenler, ya siz? Üzerine mühür vurduğunuz insanlara, ürünlerinize garanti verebiliyor, kefil olabiliyor musunuz? “Ürününüzün” eşref, emin, sosyal başarılı, erdemli olduğuna, toplumun bir parçası olarak kendisini gördüğüne ve ondan kendini sorumlu tuttuğuna, toplum faydasının yanında hiçbir kişisel çıkarı düşünmediğine, idealist, topluma değer katıcı olduğuna emin misiniz?
  Şimdi iki elin arasına başı alma ve düşünme vakti: Bizim ürünümüzde kusur var ise, en çok yeniden yaparız. Ama malzemesi insan olan eğitimin ürünü kusurluysa, silsileler halinde nesiller, toplumlar çürür gider. Çok açıktırki; biz kusurumuz nispetinde ceza alırız ama eğitimci bu silsilenin en son halkasındaki bir ferdin bir tüyü bile eğri çıksa bundan mesuldür. Yüzlerce yıl önce toprağa girmiş olsa bile değilmiki, o hatanın faili o “eğitimcinin” ürününün ürününün ürünüdür, hatta onun da ürünüdür, o halde yaptığı hataya da ortak mesuldür, ruhun müteessir olmasına yeter. Eğitimcilik böyle bir davaya soyunmaktır, “kadroya alınıp memur olmak” değil...

  Şimdi düşünme vakti. Biz nerede yanlışlar yaptık? Eğitimi günübirlik manevralarla değil, tam bir dönüşüm seferberliği ile rayına oturtmak, bugünün insanının yarına bırakacağı en önemli mirastır. “Hay seni yetiştirene” dendiği zaman ruhumuzun azaba mazhar olmaması için düşünen, idealist, çizgi ötesi, büyük resmi gören, büyük düşünebilen, ufku derin eğitimcilere ihtiyaç var. Eğitim “hiç olmazsa bunu yapayım” denecek değil, aşkla, şevkle, bir ideal uğruna hayatın adandığı, insanın taşıyabileceği en üstün makam apoleti, ağır bir sorumluluktur ve memur olunsa bile memuri bakışı asla kaldırmaz. Öğretmenlik bir sevda, cehalete, erdemsizliğe, şuursuzluğa topyekün bir başkaldırı, bu davada kumandalık ve yapılan bir cihaddır. Toplumun deniz feneri olduğu bilinciyle hayata bakan âlimin, muâllimin mürekkebi elbet kılıçtan keskindir.


Cem TURAN

23 Temmuz 2012 Pazartesi

BİLGİSAYAR VE ROBOTİK BİLİMİNİN MUCİDİ: EBUL-İZ!

Bu satırları büyük bir dikkatle okumanızı rica ediyorum. Belki de okuduktan sonra, artık pek de umutvar olmadığınız konularda daha farklı düşüneceksiniz, kim bilir.
Şimdiki nesle, ...genellikle "televizyon çocuğu" ya da "bilgisayar çocuğu" nitelemesinin yapıldığını sıkça duymuşsunuzdur. Ben ise tam bir “fasikül çocuğu” oldum. Ne demek mi, fasikül çocuğu? Belki de ilkokuldan liseye kadar geçen dönemimin ezici bir zaman dilimini dergi ve ansiklopedi fasikülü alıp biriktirmek ve ince detaylarına kadar okumakla geçirdim. Eskiden bir Milliyet Çocuk dergisi vardı, hala var mı bilmiyorum. Dergi sürekli olarak, bir ansiklopediye fasikül fasikül ortasında yer verir, ansiklopedinin yayını bitince de cildini verir, siz onu ciltçiye götürüp ciltletir ve bir ansiklopedi sahibi olurdunuz. Ben bu sayede, anlattığım şekilde edindiğim bir dizi ansiklopediyi, hala özenle muhafaza ediyorum. Bunlardan bir tanesi varki, belki de hayatımın akışını değiştirdi, olaylara bakış açımı etkiledi. Benim en kıymetlimdi. Adı, Bilginler ve Buluşlar Ansiklopedisi. Çocuk gözüyle böyle bir eseri, her hafta yeni fasikülünü sabırsızlıkla bekleye bekleye, bir sonraki sayısı gazete bayisine gelene kadar defalarca hatmederek, biraz da kıskançlıklarla ama ciddi örnek alımlarla okuduğumu hatırlıyorum.
Lise çağlarımda, bu alışkanlığımı, yine o dönemde farklı yayınevlerince gazete bayilerinde dağıtılan ansiklopedi fasiküllerinden özellikle birini biriktirerek devam ettirdim: İletişim Yayınları’nca yayımlanan Bilgisayar Ansiklopedisi. Biriktirmesi yıllarımı alan bu değerli eser, bilgisayarla ilgili kütüphanemdeki ilk ciddi külliyat bu oldu. Genel olarak teorik bilgileri sistemli bir şekilde aktaran ansiklopedi içerisinde bazı yerlere yine bilişim tarihi ile ilgili çeşitli okuma parçaları serpiştirilmişti.
İşte bunlardan biri de “Eb’ul-İz” idi. İlk kez o zaman, bu yazıyla tanıdım O’nu ve aradan geçen 20 yıl boyunca aklımdan hiç çıkaramayacağım kadar beni etkisi altında yazı merak, gurur, utanç, kızgınlık, kırgınlık, şaşkınlık… kısaca; pekçok duyguyu bir arada yoğun olarak hissettirir türdendi.
Peki ama Eb’ul-İz kimdi ve hikayesi neden beni bu denli etkiledi? Bunca hikayeden sonra şimdi sadede giriyorum:
Asıl adı Ebû’l İz İbni İsmail İbni Rezzaz El Cezerî olan bilimadamı, 1136-1206 yılları arasında, Artukoğuları zamanında Şırnak, Cizre’de yaşar. Sibernetik, bilişim, robotlar konusunda çok ciddi çalışmalar yapar ve bunlar insanlığın bu alandaki ilk örnekleridir. Otomatik abdest alma otomatından sultana hizmet eden robotlara, saat sistemlerine kadar öylesine şaşırtıcı buluşlara imza atarki, dönemin hükümdarı Eb’ül Feth Mahmut İbn-i Mahmet İbn-i Karaaslan tarafından eserlerini bir kitapta toplaması istenmişti.



 Bunun üzerine Eb’ul-İz, "Mekanik Hareketlerden Mühendislikte Faydalanmayı İçeren Kitap" (El Câmi-u’l Beyn’el İlmî ve El-Amelî’en Nâfi fî Sınâ'ati’l Hiyel) isimli el yazaması eserini ortaya koydu. 50’den fazla cihazın kullanım esaslarını, yararlanma olanaklarını çizimlerle gösterdiği bu olağanüstü kitapta Cizirî, “Tatbikata çevrilmeyen her teknik ilmin, doğru ile yanlış arasında kalacağını” söyler. Bu kitabın orijinali günümüze kadar ulaşamadıysa da, bilinen 15 kopyasından 10’u Avrupa’nın farklı müzelerinde, 5 tanesi Topkapı ve Süleymaniye kütüphanelerinde yer almaktadır.
Peki ama neden bu eser günümüze ulaşamadı?
Okuduğum kaynaklara göre, pekçoğumuzun adını bile ilk kez duyduğu robotların ve bilgisayar mantığının mucidi bu bilimadamının elyazması eser bir alman profesör tarafından keşfedildi. Almanya-Türkiye arasında mekik dokuyan bu profesör, her gelişinde el yazmasının bulunduğu kütüphaneye özel izinle girerek, her defasında gizlice bir yaprağını kimseler görmeden koparıp üzerine almak suretiyle kitabı Almanya’ya taşımış. Bununla da yetinmeyen Alman Profesör Widemann tarafından tekrar üretilip çalıştırılmış, bu kopyalardan bir müze açılmıştır. (Erlangen Üniversitesi)



 Eskiden Fransızlar’ın Pascal, İngilizler’in Charles Babbage’yi bilgisayarın atası olarak gösterme çabalarının yerine, son yıllarda Eb’ul-İz hakkında kaleme alınan çok sayıda bilimsel yayın Eb’ul-İz dehasının artık batılılarca da ilk referans olarak kabul edildiğini açıkça ortaya koyar.
Daha uzun yazılar yazmak yerine, bu makale ve videolardan bazılarına ait linkleri aşağıda bilgilerinize sunuyorum:

Hakkındaki yazılı kaynaklardan bazıları:
Orijinal kitabın Flash ortamına alınmış sürümü: http://www.ebuliz.com/orijinalkitap/
http://davinciautomata.wordpress.com/category/al-jazari/
http://pkukmweb.ukm.my/news/index.php/en/component/content/article/359-al-jazari-the-islamic-engineer-investor-built-mans-earliest-water-supply-system.html
http://www.history-science-technology.com/Notes/Notes%203.htm
http://tr.wikipedia.org/wiki/El_Cezeri
http://www.ebuliz.com/
http://www.muslim-heritage.com/
http://www.muhendislikbilgileri.com/?Bid=1422191

Videolar’dan bazıları:
http://www.youtube.com/watch?v=m1DEQxpPhWg&feature=player_embedded
http://www.youtube.com/watch?v=QDY79nb11zA&feature=player_embedded
http://www.youtube.com/watch?feature=player_embedded&v=wysjZJks6wc
http://www.youtube.com/watch?v=5VKxB9zWwTE&feature=player_embedded
http://www.youtube.com/watch?feature=player_embedded&v=TU-TEOA2bSc
http://www.youtube.com/watch?feature=player_embedded&v=uAoJ6pfzir0
http://www.youtube.com/watch?feature=player_embedded&v=Bjx0xfUoKpw

26 Nisan 2012 Perşembe

"LIGHT" GIDA HASTALAR İÇİNDİR. SAĞLIKLI TOPLUMDA HER İŞİN HAKKI VERİLİR

Son on yıllarda, giderek artan trendle herşey "light" oluyor. "Bir kereden bir şey olmaz", "Canım, sen de biraz geniş ol", "bu kadar kuralcı olmak iyi değil", "boşverelim, herşey olacağına varır", "Aaa, dinazor musun sen, bu devirde bu kadar katı olma", "Yayıl biraz", "Çocukların psikolojisi bozulur, hiç kızma, büyürler bir şekilde.","Öğrencisine kızan öğretmenden hayır gelmez","Allah nimetini üstünde görmek ister, git, giy ye, iç, keyfine bak", "hayat kısa, yaşamana bak", "Hızlı yaşa, genç öl" benzeri ifadeleri ve felsefeleri çokça işitir ve hissedersiniz. Bunları dinledikçe "yoga" seansından yeni çıkmış veya eskilerin deyimiyle "afyon yutmuşlar" gibi herşeye acayip hoşgörüyle yaklaşan, "tınlamayan", "ti'ye alan" kitlesel bir dönüşümün içinde bulduk kendimizi.

Biliyorsunuzdur, şimdilerde kuşaklara ayırıyorlar insanları: X kuşağı durumunda farkında, Y kuşağı hazmetmeye çalışıyor, 2000'lerin Z kuşağı ise tam bu trendin çocuğu.

Öyle telkinlerle geliyorki bunları savunanlar, karşı koysanız, bir anda çağdışı damgasını yiyebiliyorsunuz. Yeni jenerasyonun psikologları, gelişimcileri, pedagogları göze girmek ve çağın dilinden konuşmak için yabancı literatürden ha bire okuyup sanki yeni şeylermiş gibi ve daha da önemlisi, bizim kültürümüze uygunlarmış gibi iç piyasaya satmaya çalışıyorlar. Nasrettin hocanın "bana damdan düşeni getirin" hicvi gibi bu "uzmanlar" aile kurmadan, bir çocuk yetiştirme pratiğini yapmadan, o kendisine özel hormonal ve sosyal değişim koridorlarından geçmeden sırf kitabi bilgileri, kendilerini piyasalarında öne çıkarmak pahasına ortaya atıp duruyorlar.

Oysa "light" normalin azaltılmışı, adı üzerinde, hafifletilmişidir. Marketlerde bu ürünler için özel reyonlar var artık. Sözgelimi diyabeti olanlar için şekerden yoksunlaştırılmış, obez için kalorisi azaltılmış, bir diğeri için glutensiz olan gıda demektir "light". Yani mücbir bir hal vardır tüketmek için, hiçbir zaman doğalının yerini tutmayacağı biline biline.

Bir nesli, giderek toplumu "light" yapmaya çalışmak da bundan farklı değildir aslında ve çok tehlikeli sonuçlara götürebilir. Etrafınıza baktığınızda yaygınlaştırılmaya çalışılan "metroseksüel" bir yaşam tarzı içinde eriyen erkeklerin, feminist akımlar içerisinde eskilerin Red-Kit'in bir kahramanı olarak hatırlayacağı "Calamity Jane" (Kalamiti Ceyn) türünde erkeksileştirilmiş bayanların çoğaldığının farkındasınızdır sanırım.

Yapılan araştırmalar ülkemizde sperm kalitesinin giderek düşmekte olduğunu gösteriyor. Bu şu demek: her geçen gün daha fazla çift (interfilite) çocuk sahibi olamama şikayeti ile doktor kapısı çalıyor. Bunun bir nedeninin de yukarıda değindiğim sosyal çevresel etkilerdeki bozunum olmadığını kim söyleyebilir. Bir süre öncesine kadar hayati hastalıkların oluşumunun sadece gen mutasyonlarından olduğuna inanan bilim dünyası artık genler bozulmasa dahi çevresel, psikolojik vb. faktörlerle yani; epigenetik yollarla da bozuk çalışabileceğini ve kalıcı sorunlar oluşturabileceğini söylüyor. Daha anlaşılır şekilde, kendimize tanımladığımız sosyal yaşam şekillerinin etkisi giderek neslimizi tehdit edebilir, nüfus artışı giderek bu yolla düşebilir. Tabiki bir başka sosyal rüzgarla her an korozyona uğrayan, "işine gelmiyorsa bırak gitsin", "önce kariyer", "olmasa da olur" telkinleri sonucu evlenmek isteyen kimse kalırsa.

İnşaat sektörü bile 1+1'e yönelmiş durumda. Bunu arz-talep ilişkisi ile mi yoksa yine toplum mühendisliğinin bir "azmettirme" teşebbüsü olarak mı görmeli, emin değilim ama giderek yalnızlaşıyor insanlar ve yalnız yaşama itiliyor.

Geçenlerde tanınmış bir mobilya markasının İstanbul'da belediye otobüslerine giydirilmiş reklamı ile irkildim: "Eve çıkmayı gözünde büyütme! Gel kampanyaya..."

Yapılan güzel şeyleri doya doya alkışlamaya bazen çekinmem işte bundan: Hala görevini yapmayan, layığı ile yerine getirmeyen çok kamu görevlisi var. Var ki, üç tane mobilya satacak diye, toplumun değerlerini dejenere etmeyi, Avrupa'daki örnekleri gibi 16-18'li yaşlarda aileden koparak "eve çıkmayı" özendirecek kadar göze alan böylesi kendini bilmezlerin verdiği reklamı bir kez dahi okumadan onaylıyor, otobüslere, bilboard'lara döşettiriyorlar. Rekabet kurumu da sağolsun, hiç oralı olmuyor.

Uzun bir süredir yayında olan bir spor gazetesi var, adını edebimden dolayı zikredemeyeceğim. Çünkü isim olarak kendisine çok kötü bir küfürün, Z kuşağı denen nesilce yoğun olarak internette kullanılan üç harfli kısaltmasını seçmiş. Muradı belli; futbolla haşır neşir, fanatizme düşürülebilme eğiliminde olan, güya futbolla ilgili bilimum kumar aletlerine, bahislere müptela edilebilecek, ağa düşürülmeye namzet bir okuyucu kitlesine hoş görünerek çantada keklik durumuna düşürmek. Akla zarar bir durumki, koca bir ülkede, Rekabet kurumundan Basın Konseyi'ne kadar envai çeşit kurumdan, kurulultan, sivil toplum örgütünden tık yok.

Yaptıkları ayrıma göre, Y kuşağının bir ferdi olarak ben çok yadırgıyorum içinde suni değersizleştirme, mekanikleştirme, şablonlaştırma olan, hayatın varoluşsal kompleksliği karşısında "bırak dağınık kalsın" modunda bir felsefeyi. Öğrenciler, hocalarının ürünüdür. 4 dakika 38 saniye sonra odasında buluşmak konusunda randevu veren hocalarım oldu benim. Bu uç bir örnek olsa da, disiplinli duruşun başarının anahtarı olduğuna yürekten inananlardanım.

Disiplin "hayt, höyt" demek değil, tarihi gelişim içinde, tecrübelerle toplumca kabul görmüş ve duyarlı bilim insanları tarafından da konsensüsle tavsiye edilen bir kararlılığı ve duruşu hissettiren bir süreçtir.

Sözün bittiği yer, "yapmadım, ne var?" dendiği yer. Bu pişkince edayı özellikle Z kuşağından çok kolay duyarsınız. Bir dış çevreleyen kabukla sorumluluk ilişkisinde pay almaya yer yoktur, çoğu zaman. Çekincesi, "eyvallah"ı yoktur. Yılların öğretmenini, komutanını bile ne yapacağını bilmez bir duruma düşürebilir bu hal, karşısında kendini bir zincirin halkası, bütünün parçası olmaktan çok, kendinden müstakil bir birey olarak tanımlayan, sorumluluklarına "olsa da olur olmasa da" gözüyle bakan ve yapmadığını da kendine has, Z kuşağı edasıyla söyleyebilen karikatür tadında bir nesil geliyor.

Modern yaşam sınırsız serbestlik değildir. Eğitimin hayati olduğu üç kurumda eğitim disiplinli bir şekilde yürütülmelidir:

Ailede disiplin: Hayata geliş amacı konusunda bilinçli, ahlaklı, terbiyeli, soran, sorgulayan, zorla tabiyetle değil, bu süreçler sonrasında kendi seçtiğine inanan, akıl ve kalbinin farkında bireyler üretmek için.

Okulda disiplin: Düşüncesini savunmak konusunda özgüvene sahip, idealist, toplumun bir parçası olduğunun ve ona karşı sorumlulukları bulunduğunun bilincinde, paylaşımcı, aydınlık bireyler üretmek için.

Askerde disiplin: Göğsündeki rozet, omzundaki apoletin temsil ettiği ruhun, akıtılan kanla mübarek kılınan vatanın, çeşitli nedenlerle birbirini yiyen bunca insandan oluşan bir milletin "Mehmet" diye bağrına bastığı, hiçbir yerde aç, açık olmasına razı olmadığı ve hep şefkatle muamele ettiği, güvendiği, muhabbet beslediği ulvi makamının kutsiyetinin farkında, caydırıcı zekaya sahip, aklıyla, fikriyle, kıvraklığı ile "Al ve Akımızı"; bayrağımızı yere değdirmeyecek askerler üretmek için.

Günümüz örneklerine dönüp, aile hocaları olan ebeveynleri, okulda öğretmenleri ve kışlada komutanları bu minvalde düşününce doğrusu içim daralıyor, "modernliği" "light" olmaya eş algılayan ve ürünleri olan genç ve çocuklara doğru değerler aktarmak, örnek olmak gibi telaşı olmayan, günübirlik yaşayan insanlar görüyorum ve çok üzülüyorum, gelecek adına. Bu ifade asla bir yeis değil, objektif bir özeleştiri sadece. Gören gözler artarsa, modernite diye şu empoze ettikleri, hergün kalemimle kırıp geçirdiğim değersizlik, aşırı tüketicilik, şuursuzluk bulutları dağılırsa elbet düzelir.

Geleceği şekillendiren eğitim anlayışında yabancı kaynaklardan ezber okuyan, imaj satan kişisel gelişimcilere değil, kendi kültürümüzü dikkate alıp bilimsellik damıtımından geçiren beyinlere, seslere kulak vermeli toplum.

"Light" bir dünya hastalar için vardır. Sağlıklı toplumlar her işin hakkını vererek yapanlardır.

Cem TURAN

20 Ocak 2012 Cuma

ŞİİR (TASAVVUF): YEŞİL ERMİŞ

Bin hikmet-i cihan, bir zırnık kabukta nasıl büzüşmüş?
En narin Anka tüyünün, zırhı deldiği nerede görülmüş?
Ana şefkati ile örten toprağın kucağında,
Mahmur tohumun mahzun kökü, şaşma ki taşı bölmüş.

Haddini bilmez misin, söyle ey miskin derviş!
Üç kelam duydun diye, sanma ki oldun ermiş.
Nice mağrur nefis, sapar çıkmaza; yalancı rağbet hatırına,
Deryada nasibinse katre, doyurmaz; olsa da yaşın yetmiş.

Döne döne yan haline, dönen alem içinde,
Ne durdu ki an olsun, hak bulasın rehavete.
Dava görüldü, karar çıktı; cümleye mübarek ola,
Ahvalin oldu hem muallim hem talebe;miyadı, müebbete.

Bulmuş ki ehl-i ilim; yerin bir çekimi vardır,
Buna rağmen koyvermez ağaç; dalın semaya kaldırır.
Bu dahi ibrete kafi; sen aman, yoruldum derken
Yer dibine girsem, yeri; Hak Cem’den çok nebata haktır.

Cem TURAN
Ocak, 2001