30 Mayıs 2015 Cumartesi

SİYASET ÜZERİNE: DİNAZORLAR LİGİNDE MAÇ KAZANMAK

Siyasete girmeyeceğim konu olarak lakin...


Yeni bir seçimin arefesindeyiz yine. İşe ulaşma güzergahım üzerinde, her metreyi neredeyse istila etmiş pankartlara göz atıyorum. Bir yandan beynim gıdıklanıyor, gülesim geliyor; diğer taraftan halen ayağımıza basan gulyabaninin nefesini hissedip, içinde bulunduğumuz ahvale hüzünleniyorum. Sloganlar film şeridi gibi gelip geçiyor önümden; araba yolda ilerledikçe:


"Öğretmen ve öğrencileri sorunsuz bir Türkiye için..."

"Kredi borçsuz (kredi kartları sıfırlanmış) insanların yaşadığı mutlu bir Türkiye için..."

"Mazotun 1 Lira olduğu bir Türkiye için..."

"Gazozun 5 kuruş olduğu bir Türkiye için..."

"İmar affı için elimden geleni yapacağım ey ahali!"

"Makam arabasız bir Türkiye için..."
...

En meşhurunu sona sakladım:

"Asgari ücretle Yeniköy'de villa alacaksın, akıllı ol!"
...


Meydan siyaset, atış serbest; at atabildiğin kadar: Ufuk, ideal, hayal, gerçekten üretme isteği yok ise geriye laf ebeliği sermayesine yüklenmek kalır, elbet.

Yazılıp çizilenler için üzülüyorum çünkü bunları göre göre genç beyinlerin zeka seviyesinin de düşmesinden endişe ediyorum. İnsan sosyal ve üzüm gibi; baka baka kararıyor pırıltılı çocuk dünyaları. 

Güncel yaşamdan en az 50 yıl sonrasını görebilen kişiler yapmalı siyaset denen işi. Nüfus cüzdanında doğum tarihi en az, bugünden 30 yıl sonrasının tarihi yazmayanın insanlara verebileceği ne olabilir? Halen 1950'lerin, köy kahvelerinde bir radyonun etrafına üşüşüp "ajans" dinleyen, bir fötrü sallamaya veya gömleğin rengine tav olan, güya onlara göre cahil cüheda insanlar gibi mi sanıyorlar bugünün toplumunu?

Ne kadar komik duruma düşüyorlar koltuk dinazorları ve en kötüsü de yaptıklarının doğru olduğunu düşünüyorlar, civarlarındaki şakşakçılara kanıp. Yine hangisine sorsanız, kesin iktidarlar. Mazaallah, bir mucize sonucu seçimi kazansalar, apışıp kalacak pek çoğu: Bir hazırlık yok aslında, en son bıraktıkları gibi bir dünya olduğunu sanıyorlar dünyanın: "Ne versek gider..."

Geçen gün bir yerde dinlemiştim: Bir jenerasyonun ömrü üç yıla düşmüş. Yani üç yıl önceki insanla üç yıl sonraki "nesil çatışması" yaşıyormuş artık. 19. Yüzyılın ilk yarısından kalma ve hiç "modifiye edilmemiş" motorla, böylesi uyduruk, içi boş, laf kalabalığından ibaret sloganlarla mı bilgi ve enformasyon çağının Türkiye'si yönetilecek?

Mazot sevdiği bir malzemedir, bizim siyasetçinin.Güya radyoları başında ajans dinleyen köylülere göz kırpmaca. Behey amca, bunlarla kıpır kıpır yeni Türkiye neslini kandırman çok zor ama bir gün olaki, görür müyüm bilmem, "iktidarı verirseniz, beş yıl sonra bu ülkenin tarlalarında mazot kullanmayan traktörler olacak", "sizi petrol şeyhlerine bağımlılıktan kurtaracak teknoloji ekiplerimizle çalışıyoruz, bize beş yıl verin", "Sizi şu şu projelerimizle dolar yükseldiği zaman alabora olan bir ekonomiden kurtaracağız", "2030'da Ay'da üs kuracağız ve Misak-ı Milli sınırlarına dahil edeceğiz. 2035'te tarifeli seferlere başlayacağız.", "Kendi uçağımızı, gemimizi, uzay araçlarımızı yapacağız", "Sağlık yatırımından anladığımız yegane şey; hasta bakmak için hastane olmayacak. İnsanlarımıza musallat olan hastalıklara savaş açacağız. Bütçenin şu kadarını kanser araştırmalarına ayırıyoruz"... kabilinden vaadlerinizi duyduğum gün, değil size oy vermek sizin için kapı kapı oy isteyip insanlara ulvi amaçlarınızı bıkmadan anlatabilirdim.

Halen bu teknoloji çağında, çarşaf çarşaf kağıtları zarflara tıkıştırıp bildiğiniz sandıklara atmak, boyalı parmaklarla gezmek kimsenin içini acıtmıyor. Bu fiziki ortam ve materyalleri, görevlileri ayarlayayım derken milyonlarca lirayı seçim masrafı olarak heba etmek, bu teknoloji ve bilim çağında israfın büyüğü değil midir?
...

Maalesef, siyasetin dinazorları halen bıkmadan usanmadan koltukları ile yapışık yaşamaya devam ediyorlar. Ne yenilgi ne toplumu ve güncel yaşamı okuyamama onları rahatsız etmiyor: Hareket yok, oturmaya devam! Kendi görüşlerinden yetişen nice genç, dinamik, inovasyon üretebilir insanlara, onlar sağ oldukça bir popo koyacak yer açmamaya and içmişler koltuklarında. Deri puntolu makamlarına öyle bir ilişmişler ki kaynaşmışlar; ayırabilene aşkolsun.

Hazır meydanı boş bulmuşken bir tane de ben atayım slogan; parayla değil ya nasıl olsa. Hem belki teveccüh gösteren olur:

"Beni seçerseniz, Asgari ücret bundan sonra Azami ücret olacak!"

Siyasetin aktörleri lafla peynir gemisi yürütemeyeceklerini anlarlar inşallah bir gün. Çünkü bugünün dünyası, daha önce karşılaşılmış türden değil. Bilinen her kavram tarumar oldu, dengeler değişiyor , yeni literatürler yazılıyor ve yerine yenileri geçiyor. Böyle bir dünyadan ayrı düşüp, dinazorgiller liginde maç kazanmanın peşinde olmak yerine, bir üst lige çıkmak için gayret bekliyor bugünün insanı.

Cem TURAN

PEK ÖZEL OKULLARIN AV MEVSİMİ ŞİMDİ

Özel okullarda kayıt zamanı şu sıralar. "Müşteri" avında atış serbest yine ama bazılarında gerçekten ölçü kaçmış. Sadece bugün yol boyunca gördüğüm ilanlardan bazıları:
"Dünyanın en iyisi seçildik"
Körler sağırlar birbirini ağırlar diye bir söz var. Sahi, kimmiş seçen sizi dünya adına? Bu etik dışı atmasyonu araba markaları da çok yapar. Kurdukları dernek üzerinden her yıl dönüşümlü olarak, üye olarak para akıtan markalara sırasıyla dağıtırlar "yılın arabası" payesini. Ben artık takip etmiyorum, bu yıl hangisindeydi "yılın otomobili, vanı, otobüsü.." olma sırası?
"Türkiye'nin tek akademik ilkokulu"
Hadi canım, akademikliğin ambalajla sağlandığı nerede görülmüş. Sahi, akademik olmak ne demek, nereden gelir? Bilemezlerse ben şaşmam ama Aristo ve Platon çok üzülecek.
"Dünyanın en saygın üniversiteleri ile ortak programı uyguluyoruz"
O halde siz bir ilkokul, ortaokul, lise yani nam-ı diğer kolej değil de üniversite ayarında bir şeysiniz öyle mi? Bunca sorunları olan öğretim ve eğitim sistemimizin içinde cennet gibi bir vahasınız o halde. İtiraf etmeliyim, çok ayrıcalıklı hissettiriyorsunuz; bu tür fiyonklu ambalajlarla etrafına sükse yapmayı seven ama çocuklarını ihmal eden bir kesime.
Nasıl olsa milletin çoğu yabancı marka delisi ya; kocaman bir Oxford, Cambridge logosu koymuş reklama. Belliki aynı hayranlık okulun yöneticilerinde de var ki, bunların logoları yanında kendi okul logoları cüce gibi kalmış, ezikliğe bakın. Bunlarla pazarlıyorlar kendilerini, ne yazık. Oysa Cambridge logosunun altına, zorunluluk olmasından olacak; bit gibi "Language Examination" diye yazmış. Yahu parayı bastıran herkesin her zaman girebileceği, sıradan bir yabancı dil sınavına öğrenciyi sokmak ne zamandan beri ortak program uygulamak oluyor? Pes, bu kadar mı yalanlar üretilir ayak üzeri ve bu kadar mı atlayan sazan balığı çoktur, bu bayat hilelere.
Bir başkası afişi baştan sona doldurmuş. Yine bir sürü logo. Oxford ile başlamış Allah ne verdiyse, müdürünün bilgisayardan girdiği ne kadar sosyal paylaşım, kitap satış sitesi varsa doldurmuş logolarını. Bu kadar da olmaz, insanlar aptal yerine bu kadar da konmaz diyeceğim ama demekki işe yarıyor bu oltalar ki mantar gibi çoğalan şubelerle devasa holdinglere doğru gidiyor herbiri.
Bu yıl seminerler ve öğrenci ar-ge proje görüşmeleri nedeniyle epeyce bir okula girdim çıktım. Kötüleri de var elbet, kötülükten kastım öğretmen, yönetici bakış açıklığı yoksa binanın teknik özelliği değil. Fakat öyle devlet okulları da görmekteyim ki, küçülüp o öğretmenlere öğrenci olmayı dilerdim.
İşte onlardan birisini terazinin bir kefesine, gerçekten özel ve özgün olabilen bazıları dışında kalan özel okulları da diğer kefeye koyduğumda; terazinin adeta idealist öğretmenlere ve idarecilere sahip devlet okulları tarafına çöktüğünü görüyorum.
Eğitim ve öğretim gerçeklerle yapılır, yalanlarla değil.

27 Mayıs 2015 Çarşamba

27 MAYIS: KEŞKE HİÇ OLMASAYDI

"Tüm yetki sende ama en son bana danış çünkü son sözü ben söylerim"

Bu sözü özellikle kurumlarda personel ve yöneticiler arasında ölesiye yaşanan antidemokratik bir döngünün demokratikmiş gibi gösterilme formu olarak görebiliriz.


Bizim şirkette ya da kurumda da bu var, diye iç geçirenler doğaldır ve olacaktır yukarıdaki örneğimi okuyunca ama korkarım konu daha ciddi.

En büyük kurum olan devlette ise bu açmazın izdüşümü darbedir. Çünkü demokraside yetki seçimle alınır ve son sözü seçen söyler, başka bir erk değil.


Nesiller boyu muhatap olmaktan sosyal DNA'sında darbeyi normalleştirmiş, bir seçenek olarak gören, seçenin iradesini yok hükmünde sayan, aşağılayan, kendini yüceltip farklı düşünenleri bidon kafalı olmak, göbeğini kaşımakla itham eden, internet kazan o kepçe; dezenformasyon üretip huzur kaçıran, kendi çıkarı için demokrasi dahil, her tür toplumsal kazanımı alabora etmeye hazır hastalıklı kısmını, eğer toplum bir yek vücut ise tedavi etmek zorundayız.

Her can bir söz hakkıdır, bir oy, toplum organizmasının bir hücresi. Hiçbir oy bir diğerinden üstün değildir. Tam da verilen örnek gibi; dağdaki çobanla bağdaki vezir; okumuş yazmış, bilmem hangi paşanın torununun rey hakkı da birdir.

Okumuşluğun, diploma edinmişliğin ürünü öğretilmişliktir, eğitilmişlik değil. Öğretilmişliğinin çıktıları ile insanlara fayda vermek yerine bireysel, bencil çıkar gözetip sırf kese doldurmaya çalışmak ise eğitilmemişliğin zirvesi.

İşte o zaman çoban veziri geçebilir, birim öğrendiği başına daha çok değer üretebilir, daha erdemli ve sağduyulu davranabilir, hakkı hukuku gözetebilir, adaletin kök salmasını sağlayabilir, daha eğitimli kalabilir; vezir kendisini kişiliksizce kartvizitlerin, kağıt parçalarının ardına gizlerken...

Bugün 27 Mayıs. Benim görmediğim bir gün ama canımı sıkacak kadar bilinçaltıma, sosyogenetiğime acısı işlemiş bir gün.


Keşke olmasaydı. Keşke canlar, hele hele başka canlar tarafından yetki verilmiş canlar "son söz hakkını" kendinde görenler tarafından ipin ucunda canlarından edilmeseydi ve keşke insanlar millet olma bilinciyle, kutsal iradesinin mührünü teslim ettiği canlara sahip çıkabilselerdi, sükût edip seyirci kalmak yerine. Adadaki salonlarda cüretkâr ama yetkisiz dudaklar arasında olmasaydı, bir milletin iradesi. Keşke bir milletin canını cebren söküp almasalardı.

Sanki zaman her yarayı sarar ve insanlar unutur diye düşünebilir ama görünen o ki; toplumsal hafıza hemen hiçbir şeyi unutmuyor ve böylesi yaralar, tüm zarar ziyanın yanında sosyal bir travma yaşatıyor nesillere.

Üzgünüm... Hem de çok. Ülkemizin düşe kalka yol almaya çalıştığı demokrasi yolculuğunda yaşam hakkı elinden zorla alınan tüm şehitlere Allah'tan rahmet diliyorum.

Cem Turan

SİVAS, SİLİKON VADİSİ VE DEMİRAĞ (?)

Yarını şekillendirmek üzere hazırlık yapan bugünün genç ve öğrencilerine, gayretin içinde olan iş ekiplerine, yöneticilere; yakın Cumhuriyet tarihimizden teknolojik kalkınmışlığın, uğruna savaşlar verdiğimiz bağımsızlık tanımı ile denk olduğunu kavramış kişiliklerden örnek gösterirken her zaman zorlanmışımdır. Çünkü ya tam bir aydınlık kıtlığından ya da adeta ateş püskürdüğüm "değer kazanmadan ortalarda boy gösteren takım elbiseli önemliler" patırtıları arasında ezilip yok olduklarından maalesef, gösterebileceğim örnek sayısı bir hayli azdır.

Geriye dönüp baktığımda; bu tip "önemlilerle" dolu okul kitaplarıyla muhatap öğrencilerin ezik ve süzük, ellerinde özgeçmiş, diploma ve bilmem nerelerden biriktirdikleri sertifikalarla bir yerlere "kapak atmayı" en ulvi ideal; parlak bir makamı en muteber beka olarak algılamalarına şaşmamak gerekir. Bu ahvali içine sindiremeyen ve bir toplumun pozitif dönüşümünün bu anlamsız hedef yerine doğrularının konulmasından geçtiğine inanan bir kişi olmam, her daim eğitimi, eğitim yerine konan öğretimi, dolayısıyla öğretmenleri sürekli tezgahımda tutmama neden oluyor. Çünkü inanıyorum ki; öğretmenler ve eğitim dönüşmeden, bir toplum iyiye dönüşemez ve sosyal hastalıklarından arınarak üreten, hayata değer katanlar ligine dahil olamaz.


Geleceğin bilim insanlarına, teknoloji girişimcilerine yakın geçmişten örnek bulmamı güç kılan bu kıtlıktan muzdarip bir haldeyken, kendisine bunun için şükran dolu olduğum Tevfik Hocam, bu fazda bir tarihi kişilikle beni tanıştırdı: Nuri Demirağ. Soyadı bizzat Gazi Mustafa Kemal tarafından verilen, Sivas doğumlu, ekseriyetinin olduğu gibi; memur kökenli olmasına rağmen bilim ve teknoloji hayranı, sınai kalkınmacı bir girişimci. Bu sayıp döktüklerimin yaşadığımız diyar için önemini anlayabilmek için saatinizi yaklaşık bir asır kadar geriye; Cumhuriyet'in ilk yıllarına çekerek empati yapmanız gerekebilir. Aksi halde, başkalarının teknolojileri ile sağladıkları yalancı konforlar içinde yaşayan bugünün insanın, anlamak isteyeceği türden bir hikaye olmayacaktır, yazdıklarım.

Biraz da Demirağ'ın memleketi Sivas hakkında birşeyler söylememe izin verin: Defalarca gördüğüm bir kent Sivas ve beni çok etkileyen Selçuklu eserleri açısından tam bir açık hava müzesi, tarihin emanetçisi olan bir şehir. Konya'dan sonra, yüzölçümü büyüklüğü açısından ikinci en büyük ilimiz. Kurtuluş Savaşı mücadelemizdeki çok önemli duraklardan, bir kongreye ev sahipliği yapmış ve halen bu mücadele ruhunu kongre binasını müzeleştirerek koruyan önemli bir vilayet.

Diğer taraftan; hemen kapı komşusu olan ve yüzölçümü sıralamasında Türkiye sekizinciliğine sahip Kayseri ile karşılaştırıldığında trajik bir şekilde; sivil sanayi, teknolojik yatırım, özel sektör gelişimi açısından geride kalmış gibi gözüken Sivas'ın bu ahvali aslında; Türkiye'nin de dünya fotoğrafı içerisindeki yerini izah etmede bir model oluşturabilir: Nedenler belli gibi; özgür iradeyle yapılan sınai ve teknolojik kalkınmayı hafife almak, bilimsel yaşam güdüsüne ve teşebbüslere el vermemek ve onları yüceltmemek ve saire. 


Oysa Nuri Demirağ gibi insanları da olmuş Sivas'ın. Kimdir, nedir, necidir; bunları anlatmayacağım çünkü adına çok güzel bir internet sitesi yapılmış. www.nuridemirag.com adresinden bu kadim şahsiyetin biyografik bilgilerine ve hakkında yazılmış kitapların PDF formatlarına erişebilirsiniz.

Selçuklu başkentine devam edelim: Sivas'a karayolu ile girerken, şehrin sembol değeri olmuş bir Çimento Fabrikası karşılar sizi. Sivaslılar da bilmeyebilir ama o fabrika da 1942 yılında yapılmış bir Nuri Demirağ eseridir. Halen faaliyette olan Karabük Demir Çelik Fabrikası da öyle. Yakın zamana kadar Sivas bir TCDD şehri imiş. Yani şehir meydanında yoldan kimi çevirseniz, herhalde yarıdan fazlası TCDD'de çalışır imiş. Bunda da Nuri Demirağ'ın büyük payı var. Gazi tarafından neden bu soyada layık görüldüğü, umarım anlaşılmıştır. Bunun üstüne askeri dikimevi, DSİ derken şehir tam bir memur kenti hüviyetine bürünmüş ve deyim yerindeyse özel teşebbüs yapacak pek kimse kalmamış.

Nuri Demirağ'ın hayat hikayesine ise bakacak olursanız Fransızlar'dan demiryolu işini alıp devam ettirmekten, ilk uçak fabrikasına, Nu.D 38 ismi verilen ve dünya yolcu uçakları A kategorisine girmeyi başaran yolcu uçağına kadar birçok, toplumun ötesinde, bilim ve teknoloji yoğun başarılı girişimlerin sahibi olduğunu görebilirsiniz. İstanbul'da Boğaziçi Köprüsü için dahi 1920'lerin sonlarından itibaren dört yıl çalışıp ürettiği projesini Ata'ya kabul ettirmeyi başardı lakin siyaset dünyasının mümtaz "önemlileri" değersiz bulduğundan, sağlığında köprüyü göremedi. Kayıtlara göre 43 beylik çeşme yaptırmış dört bir yana. Bakmayın siz, bunları okuyup da dudak büken, burun kıvıran olursa. Onların ya tarihi ve dönemin şartlarını bilmediklerinden, geçmişe empati yapamadıklarındır ya da sadece şımarıklıklarındandır küçümsemeleri. Sormalı onlara; sizin bir tane çeşmeniz, hani nerede?

Uzun lafın kısası; şükür ki örnek alacağımız aydınlık suretler de yok değil, geçmişin milli aile resminde. Yeterki bunları okumayı bilmeli, bu biyografilerden gelecek için şevk üretebilmeli. O zaman geçmişin gayretli yüreklerinin ruhları huzur bulacak, görevlerini yerine getirmiş ve emeklerinin bir sonraki nesil tarafından alınıp büyütülmesiyle.

Dün Türkiye'nin silikon vadisinin temeli atıldı, kopyası olması ve benzer bir başarıya ulaşması temennileriyle; Amerika'daki orijininin. İnanıyorum ve başaracağız elbet. Bu gibi oluşumlar herşeyden önce sinerji üretmesi, bilime ve teknolojiye gönül verenler için bir çekim merkezi olması açısından önemli. Yukarıda da benzer örneklerini verdiğim geçmişten gelen alışkanlıklarla, sosyogenetik urlarımızla bu insanları boğuyoruz çünkü; ya vasatlaştırıyor ya yok ediyoruz. Fikirleri, projeleri halen sahipsiz bırakıyor, ucunda garantilenmiş bir maddi çıkarı görmüyorsak el vermiyor, küçümsüyor, bu taraflarda bezi olanları da enayilikle itham ediyoruz, çoğu kez. Bu ise tam bir zulüm bu insanlar için.


Keşke Demirağ gibiler boğulmasa ve nefes alabilseler, alabilselerdi bu diyarda. Kimseler geliştirdiği model uçağı uçurduğu için, hava sahasını ihlal etme suçundan ceza almamış olsaydı. O zaman bilimi, bilimi vadilere sıkıştırmaz, sath-ı vatan bir inovasyon hareketini konuşabilirdik bugün. Vadileri önceden doldurmuş olurduk.

Ancak şu konuda da dikkat çekmek zorundayım: Bu gibi imtiyazlı, teşvikli, destekli, muafiyetli alanların bir önceki paragraftaki amaç dışında, kamu kaynağını sömürme hastalığı sosyal genetiğine işlemiş kişiliklerce hortumlanmasına, kanunlardaki açıkların peşinden koşup "teşvik" adı altında verilen kamu hibeleri ile şahsi imparatorluklar kurmaya çalışan ve bunu "başarı" olarak görmeye ve göstermeye çalışan şahsiyetlere fırsat verilmemesi gerekir. Maalesef mevcut uygulamalarda, organize sanayi bölgelerinden teknoparklara kadar bu gerçek hemen her gün kötü örnekleriyle kendini hissettiriyor. Halbuki bilimden, fenden, teknolojiden bihaber bu asalakların kemirdiklerine biz "tüy bitmemiş yetimin hakkı" diyoruz ki kendi kesesinden daha da ihtimam göstermesi gerekir, biraz bilen.

Bir de şu gerçeğin altını çizmeli: Bir toplumu tüketenden üretene dönüştürmek; karanlığa alışmış yarasaları aydınlığa çıkarmak gibidir; kolay değildir. Toplumun bu dönüşümü, karanlıktan aydınlığa doğru faz değişimi ancak eğitim (öğretim değil), öğretim ve bu konunun enstrümanı olan öğretmenlerle kabildir. Yani dönüşüm öğretmenlerle başlar. İyi bir öğretmen, iyi bir eğitmen de olabilmeli. Anne baba iyi eğitmenler olmalı. Eğitimin kalıcısı ise hal diliyle; davranışlara yansıyan türde olanı. Çocuklar öğretmenin gözlerinde aydınlığı, merakı, keşfetme arzusunu ve tüm bunları insanlık yararına üretme güdüsünü görebilmeli. İşte bir de budur, bizde kıt olan! Mutlaka üretilmeli: Mevcut öğretmenlerimiz ve yeni yetişenler, tarif ettiğim gerçek inovasyonu üretebilecek donanıma sahip kılınmalı. Eğtimcinin eğitimi dendiğinde, bin türlü lakırdı ve şaklabanlık görüyorum ama bu niteliği kazandırmayı amaçlayanı çok az.

Sözüme Nuri Demirağ'ın yarama dokunan şu sözüyle son vermek isterim. Yazılarımda çok sık kullandığım, pirim İbn-i Sina'nın "bilim ve sanat, takdir görmedikleri toprakları terk eder" sözü ile çok benzeşiyor. Allah hepsine rahmet etsin, ruhları şad olsun.

“Bu memlekette millet hizmeti yolunda emek sarfedenlere reva gördüğümüz muammele ve ayırabildiğimiz şeref payı bu oldukça, davalarımızı hal yolunda ortaya atılan değerli evlatlarımızın sayısı gittikçe sıfıra inecektir.” 
(Nuri Demirağ Hayat ve Mücadeleleri, sayfa 52, Basım Yılı: 1954)

Cem TURAN

20 Mayıs 2015 Çarşamba

BAKANIN BEYANINA ŞERHİM VAR: KODLAMA

İçinin doldurulması oldukça zor olan bir koltuktur; Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı. Bir yandan güncel parametrelerle inovasyonun hüküm sürmesini, sanayide katma değerli çarkların dönmesini istersiniz, diğer yandan bir ur gibi toplumun sinesine vaktiyle, üretmeden tüketmek için yapıştırılmış toplumsal sosyal "genetik" hastalıkların islahı için uğraşı verirsiniz. Çünkü ikincisi olmadan birincisinin de olamayacağı gerçeğinin en yakından gözlendiği bir makamdır, BST Bakanlığı. Bir önceki bakanımız Nihat Ergün gibi sayın Fikri Işık'ın da bu makamı hak eden, taşıyabilen ve yoğun bir eforla toplumun pozitif dönüşümüne katkı veren bakanlardan olduklarını kişisel olarak, takdirle gözlemliyorum. 

Ancak tenkit ve eleştiri kurumunu onlar için çalıştırmama mani değil, onlara yaptığım bu övgüler. Bilakis; beni tanıyanlar, eleştirimi alıp değerlendirebilecek kapasitede ve hayat görüşündeki insanlara bu tür yöneltmelerimi yaptığımı da bilirler. Daha iyiye ancak yapıcı eleştirilerle ulaşılabileceğini, düşünenlerdenim. 

İşte geliyor: Geçtiğimiz haftalarda sayın bakanın, ilkokullarda bilgisayar kodlaması öğretilmesi gerekliliğine dair bir beyanatını dinledim. 


Çok iyi niyetli, pozitif bir düşünce ancak eğer bu düşüncede bir oy hakkım var ise; ben büyük oranda katılmıyorum. Çünkü erken dönem, olgunlaşma sürecini yaşayan beyinlerin ürettikleri, bir kalıba sığmayan harikuladelikteki soyut ve çok renkli düşünce üretim motorlarını bir kodlama dilinin sözdizimi (syntax) gibi katı kalıplara vaktinden önce şartlandırmanın çok ciddi mahsurları olduğuna inanıyorum.

Aynı düşüncemi, erken dönemde "e-öğretim" adı altında tablet gibi elektronik cihazlarla tanıştırılma konusunda da taşıyorum. Bir sportif faaliyette olduğu gibi, oyunsallıkla beyni analitik düşündürme egzersizlerine erken dönemde başlatmak bir avantaj. El ve iskelet yapımızı süren nörotik yapımız için de geçerli bu. Bu öyle sıradan bir şey değil: Japonlar uzun yıllar bir robota "çalı süpürgesi" ile yer süpürtmeye çalıştılar ve sonuç başarısızlık oldu. Sebep; hafife aldığımız insan tasarımındaki özgün, o zamanın teknolojisi ile taklit edilemez mükemmellik. Korkarım halen de öyle. İşte bu mükemmel melekeyi köreltecek, teknolojik öğretim adı altındaki eğitsel ihmal edişler orta ve uzun vadede ciddi ve kalıcı sancılar üretecektir, düşüncesindeyim.

İçinde ciddi bir pozitif "eğitim" barındırmayan halihazırdaki "öğretim" sistemimizin bir ürünü olan bugünkü toplum yapı taşları; bireylerdeki en büyük sorunlardan birisi soyut, soyut-analitik düşünce, algı yetisinin körelmesidir. Diğer bir ifade ile çok zengin bir veri işleme fonksiyonu olan beynimizin sağ lobunun atıllaştırılması, sol loba ise tam anlamıyla bir yarış atı muamelesi yapılmasıdır, asıl problem. Bunun beklenen sonucu; mekanik, özbenci, hayal gücünden mahrum, inovasyon üretemeyen, lider vasıflardan yoksun, sistem içinde eriyip giden, özgüven ve özinanç taşımayan, keşfedilmemiş denizlerin korsanı olmaktan çok uzak; herhangi bir gemide bir maaşa miço olmayı ideal olarak benimseyen silik kişilikler yetişiyor.

Okul öncesi ve ilkokul dönemi "altın çağ" denilen, emsalsiz bir kişisel yapılanma dönemi. Bu dönemdeki çocukların beyinsel elastikiyetlerini törpüleyerek yok edecek "teçhizata dayalı" öğretimsel modernite yerine, bu çocukların emanet edildiği öğretmenlerin hayal güçlerinin, ideallerinin, perspektiflerinin enginleştirilmesi, "çocukların seviyesine yükseltilmesi" konusunda yapılacak çalışmalara muhtaçtır, öğretim sistemimiz.


Sayın bakanın perspektifini anlıyorum ve takdir ediyorum. Ancak bu evreden önce mutlaka "akıl oyunları" ile beyin sistematiği tam olarak geliştirilmelidir. Üniversiteler analitik yetisi olmadan kod ezberleyen ve en kötüsü; bu eksik halleriyle diploma alıp liyakat kazanacak insanlarla dolu.


Kodlama düşündürmez, algoritma düşündürür. Kodlamayı biz işin hammaliyeti olarak görürüz çünkü bir düşünsel projenin en önemli ve değerli evresi fikirsel olgunlaştırma sürecidir. Bu ise bugünün yetişmiş insanının hepsinde olması gereken önemli bir "eğitsel süreçle" kazanılır. Sonradan, üniversite çağında kazanılmaya çalışılır yada kazanılmış gibi yapılırsa; zoraki ve eğreti kaldığı, tecrübe ile sabittir.

Düşünmek gibisi yoktur. Kodlama gibisi çoktur. Düşünebilen insan azdır. Kodlayabilen insan fazla. Kodlanabilen insan daha da fazla: Biz teknolojiyi kendi içinde, kapalı devre çalışan mekanizması ile hayatımıza kolaylıklar katıp daha çok "soyut ve renkli diyalog dolu, sosyal" dünyamızı yaşama imkanı vermesi umuduyla yaşamımıza dahil ettik. Oysa teknoloji felsefesini özümseyememiş olmamızdan, kısa denilebilecek bir zaman dilimi içinde teknolojik cihazlar gibi kodlanabilen, tasnif edilebilen, sayısız renk tayfını oluşturan yaşamı ak ve kara; 1 ve 0 olarak görmeye başlayan canlılar durumuna geldik ve gün be gün daha da bu tehlikeli yolda ilerliyoruz.

Sınıfları "akıllı yazı tahtaları", elleri "akıllı tabletler", cepleri "akıllı telefonlarla" dolan, bunlarla kendini pazarlayan kolejleri, giderek artan, markalarıyla "sosyal statü savaşına" giren tüketici kitleleri üretmekten öte; bir başka amaca hizmet etmelidir bilişsel (cognitive) eğitim.

Cem TURAN

18 Mayıs 2015 Pazartesi

YAŞAM SÜRESİNİN HESABI

Neredeyse son bir asırdır, konuyla ilgili yapılan araştırmalar; canlıların yaşam sürelerini belirleyen temel faktörün, şaşırtıcı bir şekilde zamana değil kalbin atış sayısına olduğunu gösteriyor. Diğer bir ifadeyle, bir canlının ömrü zaman cinsinden değil, kalp atımı cinsinden ifade edildiğinde daha isabetli bir yaşam süresi verilmiş olur. Bundan çıkan sonuç; ömrün birimi zaman değil, kalp atımıdır.

Her canlı, belirli ama bizler tarafından bilinmeyen sayıda bir kalp atımı kredisiyle doğar ve kalbinin her kasılıp gevşemesinde krediden bir tane düşülür. Hesap sıfırlandığında hayatın bitim noktasına varılmış demektir.


Bu durum, o denli açık delillere araştırmalarca dayandırılmıştır ki; hemen her canlının gözlemlenen yaşam süreleri bu ilişkiyi destekler görünüyor. İşte bundan dolayı; bir fare ile bir fil karşılaştırıldığında; farenin nabız kredisini file göre oldukça müsrif harcadığı ve bunun sonucu olarak yine file göre çok kısa ömürlü olduğu, bilinen ve literatüre girmiş bir vakıadır.

Hatta bitkiler dünyasında da durum aynı eğilimde ilerler. Örneğin; metabolizmasını yavaşlatmayı başarabilmiş bazı ağaç türleri beşbin yaşının (!) üzerine çıkabilmekteler...

İşte size nicel (kantatif) ve etkileyici bir bilgi. İnsanın aklına hemen şu bağıntıyı kurmak geliyor: O halde, kalp ritmini artıracak her türlü egzersiz, stres ve hareketlilikten uzak durmalı. Böyle düşünenlerin haklı olduğu da haksız olduğu da noktalar var elbet ancak o derinliklere girmek, bu yazımın en azından şimdilik amacı değil. Bu nedenle yanıtlarım olmasına rağmen, asıl önemli soruma atlıyorum:

Peki ya ömrü, nitel (kalitatif) yani soyutluk kümesinin ögeleriyle birimlendirmek mümkün mi? Diğer ifadeyle; hangi kalp atışlarının hangi koşullarda, hangi his ve algı şiddeti, hangi çevresel etkiler altında atıldığının önemi, bu ilişki yumağı içinde nerede? Bu etkileşimin bir ağ modeli elimizde olsaydı, sanırım asıl şaşkınlığı o noktada yaşayacaktık. 

Kalp atış sayımızdan ibaret yaşam kredimizi artırmak için elden gelen bir şey yok, takdir edilene razı olmaktan başka. Yani hayatımızın, aldığımız nefes sayısıyla ilgilenen nicel boyutunda kontrol, neredeyse irademiz dışında; biraz daha sağlıklı yaşamaya çalışmak dışında. 

Oysa o krediyi ne pahasına harcayacağımız, kalp atım kredimizin gün be gün düşmesine mukabil üret(mey)ebileceklerimizi seçmek; hayatımızın nitelik boyutunu belirlemek, büyük oranda bizlerin kontrolünde olabilir. Hem de öyle büyük eserler inşa edilebilir ki; kısacık bir ömürde bu miktarda değer üretmek, inanılabilirlik sınırlarını pekala zorlayabilir. Bunu dilemek ve gereğini yapmak gerekir sadece.

Aklıma şimdi Mimar Sinan geldi birden: Nicel gözle, 90 küsür yıl süren kalp atımı yolcuğu sonunda sadece mimari alanda ürettiği eser sayısı 375 olarak veriliyor, bir kaynakta. Sinan eseri deyince, vasıflarını ve özelliklerini de siz düşünün, öyle basmakalıp zamane ihale müteahhitlerinin işlerine pek benzemez. İşte bu da ömrünün nitel yönü. Gelin, şimdi siz kurun ömrün nicelliği ve nitelliği arasında adam akıllı bir ilişkiyi.


Bunca sözün özeti, olsa olsa; ne kadar yaşandığı değil nasıl ve ne üzere yaşandığının yegâne önemli olduğu gerçeği. Bırakın hayata EKG cihazı gibi bakmayı ve dimağınıza çekin yaşam denen gerçeği ve hissedin; aslında bir nefes müddetinin bile nelere muktedir olabilecek, ziyade uzunluğunun.

Cem TURAN