28 Haziran 2015 Pazar

İÇERİK SAĞLAYICIYIZ HER BİRİMİZ, PEKİ AMA BEN NİYE?

Yaklaşık bir yıldan beridir, elimden geldiğince iyi bir içerik sağlayıcı olmaya çalışıyorum.

İçerik sağlayıcılığı bilişim hukukunda yer bulan ve ürettiğimiz içerikle üstlendiğimiz rolü ifade eden teknik ve hukuki bir kavram. Dolayısıyla sizler de kendinizden bir takım çalışmalar üreterek, hiçbir zaman doymayacağa benzeyen internet denen canavarın midesine attığınızda bir içerik sağlayıcısısınız ve kanunen o sınıfta değerlendirilirsiniz.

Bu teknik girizgahtan sonra bana geri döneyim: Özellikle iki üç yıl öncesine kadar ateş püskürdüğüm bu tip elektronik paylaşım platformlarına son zamanlarda bu denli kararlılıkla içerik yazmam bir tezat gibi görünse de temel olarak şu amaca hizmet etmeyi amaçlıyordum:

Tüylerimi her duyduğumda diken diken eden "sosyal medya" lakırdısını mademki değiştirmeye muktedir değilim, hiç olmazsa daha az zararlı, daha az ömür kemirgeni, daha sosyalliğe yakın bir hale dönüştürebilir miyim diye bir arayışla yazılarımdan herkese uygun olan kimilerini paylaşmaya başladım buralardan.

Biraz nahoş bir durum: Çocuğu fastfood'a dadanmış anne babanın bir umut, hiç olmazsa zararını azaltayım diye; hamburger ekmeğinin içine kapuska koyması gibi bir şey bu. Ama olsun, pişman değilim ve eylemlerim devam edecek gücüm ve zamanım nispetinde. Olaki özellikle gençler arasından birilerinin yalayıp yuttukları sayısız sanal abur cuburun yanında, bazılarının dikkatini cezbeder ve başka bir açıdan da hayatı ve karşımıza çıkardıklarını irdelemeye cesaret verirler. İşte o zaman, geceleri yazıp gündüzleri aralarda attığım, benim için gerçekten önemli bir ek mesai oluşturan bu gayretimin boşa gitmediğinin huzurunu duyacağım.

Yine başkalarının teşvikiyle, pek de aklımda yokken 2014'te açtığım blog sayfamda da (
http://turancem.blogspot.com) sosyal yazılarımı daha derli toplu olarak biriktirmeye başladım bu süreç içinde. Bunları daha çok kendime not düşüyorum, daha sonraki çalışmalarda anımsamak için. Okuyucu istatistiklerini aylar sonra ilk kez kontrol ettiğimde 1o binin üzerinde kişinin bu tatsız tuzsuz yazıları okuduğunu öğrendim. Mutlu muyum, elbette. Günümüzün her birinde birkaç yüz tane basarak "bilmem kaçıncı baskı" diyerek fotojenik gözükmek için zırt pırt baskı yenileyen kitaplarına göreceyle, benim için önemli bir teveccüh. Dilimin, metin uzunluklarının, irdelediğim konuların zaman zaman ağır ve kolay anlaşılır olamadığının bilincindeyim. Bu benim tercihim değil ama kendimi bildim bileli üzerime yapışık bir ifade üslubu. Tüm bunları göz önüne aldığımda okuyanlara, kendilerini aşmak üzere zorlayanlara müteşekkirim.

Siz ne dersiniz? Belki de beyhude bir düşüncedir benimkisi, bir zaman ve güç kaybı. Bırakmalıyım o halde buralardan yazmayı belki de. Ama bir yerlerde bir tek taze beyin dahi takip ediyorsa, yazmaya devam etmeyi umuyorum.
 
Cem TURAN

HOŞGELDİN ONBİR AYIN HOCASI, RAMAZAN

Bir Ramazan mevsimine daha ulaştık. Yaz sıcaklarının kavurucu etkisinin iyiden iyiye hissedilmeye başladığı böylesi ferah bir Haziran günü olsa olsa, bir ikramdır, verene şükür etmekle başlarım sözüme.

Artık sadede gireyim: Konumuz, bir eğiten olarak Ramazan....

 Giderek artan sayıda insan, her gün yeni şeyler öğreniyor ve ceplerini bu öğretilerle doldurmaya, öğretim süreçlerinde aldıkları belgelerle kendilerini ifade etmeye devam ediyorlar. Peki ya eğitim?

Örneğin şundan haberdar mısınız ya da haberdar olmasına karşın hayatına sokabilenlerden misiniz: "İnsanı asıl değerli kılan çoğu kez, neler yaptıkları, marifetlerinin neler olduğu değildir. Aksine; yapabilecekken yapmamaktır kimi işleri. İşte size ince ayarı yapılmaya muhtaç bir eğitim konusu daha.

Hemen birkaç örnek vermeli: Boşverecekken vermemek, çalabilecekken çalmamak, kopya çekebilecekken çekmemek, kandırabilecekken dürüst kalmak gibi...

Daha çok sayıda örnekleyebilirim bu iddiamı. İşte tüm bunları "Oruç" adında bir ders ile gösteren hocadır, Ramazan.

Kendini kendinden ayırmayı, dünyanın merkezi olunmadığını, paylaşmayı, duyarlı olmayı, duyup görebilmeyi öğretendir, Ramazan.

Empati kurabilmeyi, kendini başkasının yerine koyabilmeyi, insanca yaşayıp sorumlu hissedebilmeyi, bencilliği tümüyle alt edebilmeyi kavratmanın adıdır, Ramazan.

İşimize gelmediği için soğuttuğumuz, ne kadar insani ve erdem üreten değer varsa onların da okulunun adıdır, Ramazan. 

 Tabi bir tek şartla: Ramazan'ı doğru okumak şekilcilikten irdeleyeciliğe terfi etmek gerek, böyle bir okuldan başarıyla mezun olabilmek için.

İşte böyle bir Ramazan'ın daha düştü gölgesi üzerimize; tebrik ederim.

Daha nicelerine, sağlık ve huzur ile, hep birlikte...
 
Cem TURAN

41 PARE KOD ATIŞI

Geçen gün, bir meslektaş ve arkadaşımın daveti üzerine görüşme imkanımız olmuştu. Kendisi ordumuzda, bilgi teknolojileri üzerine görev yapıyor.

Ne değişik kıdemler var orduda, Bilgi İşlem Komutanlığı gibi....

 Düşündüm, Allah arkadaşımın erlerle yapacağı sistem analizinden korusun Mehmetçiği, sorgudan beter olur. O stres altında oluşturulan kullanıcı gereksinimleri listesi nasıl olur diye hayal edeyim dedim:

- Mevcut sistemin olumsuz yönlerini söyler misin?
- Ne olumsuzu komutanım, onu da siz yapmıştınız. Siz yaparsınız da nasıl olumsuz yönü olabilir?

- Sistemden beklediğiniz en büyük yenilik ne?
- Erken tezkere!

- Sistem yavaş mı?
- Aaa ne münasebet, yazıcılık beklemek demek. Biz ki vatanı bekleriz, bir veritabanı sorgusunu beklemişiz, çok mu?

...

Aklıma çocukken imrenerek ve hayretler içinde seyrettiğim; Dolmabahçe Sarayı kapısı önünde, biblo gibi kımıldamadan nöbet tutan askerlerin görev değişim anları geldi. Eğer görmediyseniz gerçekten çok şey kaçırmışsınız, ilk fırsatta mutlaka tanık olmalısınız. Muhteşemdir ve kusursuz bir senkronizasyon seyretisi, insanı büyüler adeta.

Parayla değil ya düşünmek, ben de düşündüm: Bilgi İşlem Komutanlığı'nda yazılım versiyonu yükseltmeleri 41 pare top atışı eşliğinde ve yedekleme kartuşu değişimleri Dolmabahçe'deki muhafız alayı seremonisiyle mi yapılıyor acaba?
 
Cem TURAN

TEKNOLOJİ ELİYLE TÜRKÇE KIYIMINA İZİN VERMEMELİ

Çocukluğumdan beridir, ilginç bir şekilde yazının içinde oldum. En iyi derslerimden oldu, Türkçe ve Edebiyat. Kompozisyonlarım hep tam not aldı en zorlu hocalardan. Herkesin sandığı gibi bir sürü kitap devirmek değildi bunun ardındaki neden, iyi gözlemekti, aritmetiğini takip etmek, öğrendiğine sahip çıkmak ve Türkçe'yi korunması gereken bir değer olarak kabul etmekti.

İşte bu hikayelerle dolu yolculuğumda topladığım dile ait doğrularımı alabora eden bir canavarla karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum. Hatta bunun farkına varıncaya kadar, hatanın bende olduğunu düşündüğüm çoğu an bile oldu. En sonunda bildiklerim bilmediklerimle karman çorman bir hal aldığında, hangi kelime bileşik hangi kelime basit ve ayrık olarak yazılır, tereddütteydim.

 Türk Dil Kurumu'nun imla kılavuzuna baktığımda da şaşkınlık yaşadığım zamanlar oldu. Belki de süreç içinde onlarda da değişmeler var. Eski baskı ile şimdiki internet versiyonunda farklar oluşmasına şaşırmamam mümkün değil.
Etrafımız fazlaca "akıllı" teknolojilerle doldu. O kadar ki, sizin yazdığınızı beğenmeyip kendisine göre düzenlemelere gidebiliyorlar. Bunu neye göre yaptıkları ise meçhul, daha kısa bir süre öncesine kadar alfabetik sıralama yaptığında "İ" ile başlayan kelimeleri en sona atan algoritmalar. Türkçe'yi dikkate almazken birden bire ana dili Türkçe olan insanların imla hatalarını düzeltmeye kalkmaları adeta dilimizde bir katliama neden oluyor ve korkarım çok az kişi bunun farkında.

Bana öğretmenlerim "ki" bağlacının hangi durumlarda ayrı hangi durumlarda bitişik yazılacağından bahsetmişlerdi örneğin. Oysa bu "kör gözlü ama akıllı dil üstadı" yazılımlar bitişik "ki" yazılmasını adeta hakaret kabul ediyorlar. Cesaretiniz varsa "birkaç" ya da "birçok" yazın, bakın; ne kıyametler kopuyor.

Gerek ofis yazılımları gerek akıllı cihazları kullanırken, önemli bir tehlike bizi içeriden vuruyor; dilimizden. Bu cihazları kullananların önemli çoğunluğunun genç nesil olması ve gençler arasında zaten acayip bir hazine olan Türkçemiz'in bir iki yüz kelimeye indirgenmiş olması gerçeği birleştiğinde önemli bir yapısal bozunum içinde olmadığımızı, düşünen hangi birey iddia edebilir.

Söylemeyeyim diyorum ama yine söyledim işte. Güle oynaya, modernite adı altında herşeyi sorgulamadan insanlarına sattırmanın, denetim ve sağlayıcılara yaptırım getirmemenin bedeli bir kültürel yıkım olursa, vebali kimin? Dil kültürdür, kültür ise bir toplumu ayakta tutan harç.

Ya da söylediklerimi unutun; "bir kereden bir şey olmaz" kervanına katılın, hızlı yaşayıp genç ölen, "bırak, saçlar dağınık kalsın", "amaan boşver; memleketi sen mi kurtaracan?" diyenlerden oluverin. Sonra da pişkin pişkin, en çok sevdiğiniz; "bu memleket adam olmaz" muhabbetlerine girin.

Karar da bizim, sonuçlarıyla ördüğümüz gelecek de.
 
Cem TURAN

KUSURUM KUSUR AMA SEN HİÇ DE İNANDIRICI DEĞİLSİN BATI

Yine bir insan hakları raporu yayınlandı ve Türkiye'yi azarlayan onca hüküm var içinde.

Doğrudur; bir sürü hatalar, kusurlar vardır; vahşi kabilelerin birbirinin kafalarını kopardığı, dünyanın medeniyetinin doğduğu ama giderek medeniyetsizliğin, çöl bedevilerinin lıkır lıkır petrol içip paralarını akıttıkları silahlarla, dünyada cehennemin yaşatıldığı böyle bir coğrafyanın ortasındaki bir ülkede...

 ...ama insan hakkı nefes alabilme; yaşama hakkı ile başlar. Diğerleri onun üz...erine yükselir. İşte akıllara durgunluk veren de bu tezat: Dünyada milyonların nefesini tek hamlede kesen, soluksuz bırakan, kalplerini atmaz yapan, mutluluk içinde oyun oynaması gereken çocukları ya sahillerde vuran ya ellerinden anne babalarını alan, binbir gece masallarının mekânı Bağdat'ı da Şam'ı da tarumar eden insanların kanlı ellerinden cilt cilt "insan hakları" raporları çıkıp akıl satmasıdır, kabul edilemeyecek olan.

 En iyi dost, herkes dalkavukluk içinde alkışlarken; hatayı görüp eleştirendir. Aklı olan, o eleştirileri baş üstünde tutar. Lakin o dost da samimiyetini yaptıkları ile gösterir.
 
Kusurum kusur, eleştirilerin baş üstüne çünkü daha iyisi olmaktır; amaç. Fakat sen hiç de inandırıcı değilsin, Batı.

 Dünyanın, şu mübarek Ramazan günlerinde dahi sahip olduğu içler acısı, insan olmaktan uzak halinin sorumluları olmalı ve onlar islah edilmeli: Dünyanın geleceği için.
 
Cem TURAN

HUKUK DENEN, BU OLMASA GEREK

 Eğer insanlık oldu olalı, pişirilen yemek gibi olgunlaşan bir değer ise hukuk,

Ama hala mekana, muhataplarına, güce, erke, maddeye, konjonktüre, zamana göre değişiyorsa...

Halen çiğdir; pişmemiştir; insanoğlu pişirememiş demektir o yemeği.

 Biri parmağına iğne battı diye kıyamet koparıyorken; diğerleri umuda kaçarken, tepeleme yığıldıkları tekneler alabora olduğunda bile umursanmıyorsa...

Biri bilmem neredeki güvensizlikten vatandaşını kaçırmak için diplomasiyi, milyarlık uçakları seferber ederken diğerinin insanlarına sivrisinek kadar kıymet vermeden ölüm kusuyorsa...

 Biri sabaha bugün de "kimlere ne satsak, kimin elindeki neyi alsak" diye başlıyorken, maddenin zirvesine oturmuşken diğer dünyada insanlar "bugün kimimiz sağ kalacak" endişesi yaşıyorsa...

Birilerinin vücutlarının çevresi; fazla içmekten ve yemekten dairenin çevresi formülü ile hesaplanırken , diğer tarafta bazı insanlar silik birer çizgi gibi açlıktan yıkılıyorsa...

Bir tarafın vakti çok değerli, diğer tarafın yaşamı puldan farksız ise...

Hala inanan insandan korkacak kadar ödlek zalimler varsa ve onlar borularını, canlar pahasına diledikleri gibi öttürebiliyorlarsa...

 Halen insanlar inançlarına, geleneklerine, ırk, kültürlerine göre ayrıştırılıyor, dünya gündeminden hiç düşmeyen bir sorun olarak görülüyorsa ve ırkçılık hortlayıp duruyorsa...

Üzerinde "Birleşmiş Milletler" yazan bir tabelanın altında, dünyanın sorumluluğunu taşıyan insanlar hemşehri derneklerinden farksız, kayırmacı, tarafkir, üç maymunu oynayarak dünyanın tamamındaki haksızlığın baş müsebbibi olabiliyor ise...

 Ortak insani değerler manzumesini daha da olgunlaştırmak, daha da erdemli ve insana yaraşır bir hale bürümek için kol kola çalışmak varken; halen iğrenç maddesel çıkarlar için insanlar diri diri çukurlara gömülüyor, birbirine kırdırılıyor ise...

Dünyanın bir tarafı öğretilmiş ama eğitilmemiş iken diğer tarafı inançlarının eğitim disiplinlerini taklit eden ama şuursuz ve kara cahil halde her ucuz oyuna piyon olabiliyorsa...

Bal tutan parmağını edepsizce yalıyor, diğeri ona bakakalıyor ise...

Güya kuş sütü eksik Ramazan sofralarında, beş yıldızlı restoranlarda halen israfın en büyüğü yaşanıyor, işkembeler tıklım tıkış ediliyor ve o sofralar kapalı devre, kendi topluluklarına çalışıp asıl o sofranın sahipleri olan fakirlere fukaralara kapalı tutuluyor ise...

Biri beraberinde gelen bütün sosyal sıkıntıya ve maddi yüküne rağmen, yine cehenneme dönen ve geçmişten beri hiç durulmayan Ortadoğu coğrafyasındaki azdırılmış ve azmettirilmiş, eli kanlı piyonlar savaşından kaçan milyonlarca insana kapılarını açık tutarken, anlı şanlı dünyanın süperlerinin olduğu birlikler sadece yirmi bin göçmeni aylardır kabul etmemişken, üstüne bir de her fırsatta "insanlık" ve "medeniyet" dersi vermek konusunda ukalalığı elden bırakmazlarken... 

 250 yıl önce, Marie Antoniette'nin meşhur "ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler" dedirten şuursuzluğu, umarsızlığı, bencilliği, tebaasından ve dünyanın geriye kalanından kopukluğu, gerçeklerden bihaberliği her şeyiyle dimdik halen ayaktaysa...

...

Hukuk diye bir kavram bu dünyaya hiç uğramamış, insanlığın varoluşundan bu yana; pişireceğim diye karıştırıp durduğu kazanın içi tam takır demektir.

Şu "muassır medeniyet" diye satılan insansı bir gerçek değil, olsa olsa ekran koruyucusu. Biri hakikati yazmak için klavyeye dokunsa, belki de ekranda kaybolacak.

Utanacak ne çok şeyi var insanın. Ama onun için de utanabilmek lazım.

Cem TURAN

BEYİN GÖÇÜ "OUT", FİKİR GÖÇÜ "IN"

 Son yıllarda bir tufandır, gitmekte: "Startup" organizasyonları, fazlaca melek yatırımcılar, üniversite öğrenci panolarından inmeyen ve ödül olarak sadece telefon, tablet, bilgisayar, staj vaad eden yeni fikir yarışmaları...
 
Girişimcileri şu konuda uyarmak istiyorum: İnovatif ve özgün fikrinizi bir platformda paylaşmanız, bir toplantıda sunup bildirileştirmeniz dahi uluslararası patent dünyasında fikrin artık size ait ve özgün olmadığı kabulüne götürebilir.
 
 
Şu tespitime katılır mısınız: Eski sermayedarlarda finans var ama yeni çağa adapte olacak fikir yok. Gençler ve okullar ise işte o fikrin madenleri. Adlarını ezbere bildiğiniz kocaman holdingler, iş adamları ise adeta gençler arasında fikir madenciliği yapıyorlar.
 
Hemen her banka da bu tür yarışmaları geleneksel olarak düzenlemeye başladılar. Dertleri bankacılık alanında rakiplerine fark atacak acayip yeni fikirleri oltalarıyla tutmak. Çünkü kendilerinde bir sonraki adım için inovasyon üretecek motor maalesef yok ya da zayıf.
 
Yabancı hayranlığımız, hiç değişmeyen gerçek ve malumunuz: Arka planına bakıp, amaçlarını sorgulamadan yurtdışı startup organizasyonlarını da buyur ediyor kimileri ve reklamlar: "sizin için teaaaa Amerikalardan şu organizasyonu getirdik..." Oysa altın değerindeki yeni fikirlerin onlara yem edildiğinden bihaberler, daha da önemlisi umursamıyorlar. Tek ilgilendikleri elde edecekleri para, kazanacakları prestij oluyor aracıların, genellikle.
 
 
Şu sıralar teknoparklarda da çokça görülüyor bu yöntem. Girişimci gençlerden fikirlerine dair her türlü detayı yazılı olarak alıyorlar. Yetmiyor, assolistler gibi sahneye çıkarıp iyice alenileştiriyorlar. Geçmişteki Titan, saadet zincirleri gösterileri gibi alkışlara boğup bambaşka bir havaya sokuyorlar, daha iş hayatının kurtlarıyla tanışmamış, yeni mezun gençleri. Ve yem olmaktan kurtulamıyor kimileri.
 
Devlet mutlaka bu tür etkinlikleri kontrol etmeli, gençlerin haklarını korumalı. Başka niyetlerle bu tür organizasyonlar oluşturan, fikir hortumcularına izin vermemeli.
 
Eskiden beyin göçü vardı. Şimdiki taktik "beyin sende kalsın; fikrini ver, yeter..."
 
 
Lütfen dikkat. "Fikir akar, Türk bakar" ya da "vur kafasına al fikrini" durumuna düşürmeyin gençleri. "Bak bak, kuşa bak" deyip saman altından neler götürülüyor, bir bilseniz.
 
Cem TURAN
 

11 Haziran 2015 Perşembe

DEĞER KATANLAR, MEZAR KAZANLAR

Doğan Hoca'dan çok önemli bir tespit:

"Güçlü insan yaratıcı ve üretkendir. Ve herkesin, toplumun, kurumların, işadamlarının, devlet yönetiminin bu tür insanlara gereksinimi vardır. Çocuğunuz, kurnaz ve açıkgöz biri olacağına, başkalarının hakkını yemeden üreten ve kazanan biri olsun."


Toplum ve onun öğreteni olan hanımlar, son 20 yılda önemli bir olumsuz mutasyona uğradı. Kadın estetik, sanat, hayal ürünü değerler üretmeyi bırakarak masküler fazda alan kapmaya giriştiler. Yapılan bir bilimsel çalışma bunu tüm açıklığıyla gözler önüne seriyor. Sonuç eminim birçoğunuzu şaşırtacak. Türkiye'de feminizm denen ve toplumları çürüten, batı kaynaklı zehirin en çok enjekte edildiği ortamlar yatılı kız Kuran kursları çıkmış. Buradaki hoca hanımefendiler, Kuran'dan önce nedense masum kızların kafasını erkek düşmanlığı, ondan rol çalma hırsı ile yükleyip beyinlerini yıkarken soyut üretkenliklerini, çok kıymetli hayal güçlerini, toplumu besleyecek olan sevgi üreteçlerini ellerinden alıyorlar. Kadının asıl uzmanlık alanı olan gerçek duyguları alıp yerine emitasyon, dizi film sahnelerini veya batılı koyuyorlar. Bunun maalesef kötü örneklerine ben de şahit oldum.

Ve bir ülke tarihi için kısa sayılabilecek bir iki on yılda bu denli yozlaşmaya uğramış olmamızın, yakamıza kene gibi yapışan terörden çıkar için herşey mübah bilen ahlaksızların çoğalmasına, çocuk oyuncağına dönen evlilik ve boşanmalara kadar kadar her alandaki olumsuzlukların en temel nedeni de budur: Kadın ve erkek beşeriyeti meydana getiren ve birbirini tamamlayan elmanın iki yarısıdır, birbirilerinin rakip veya düşmanı değil.

Geriye dönüp şöyle bir bakın: Selçuklu motiflerinden kilim desenlerine, Safranbolu evlerinin enfes oyma figürlerinden taşa dantel havası veren Valide Sultan camii yontularına kadar; mıh gibi çakılarak abideleşen ve zamanla alay eden, bugünün insanın fikri ve değer üretim fukaralığı içinde yitip gitmesinden sonra da kalacak olan ne varsa tarz ve özgünlük adına, bilmelisinizki kadınların eseridir.

Düşünün bir kere: Ucu çengel gibi bükülmüş bir tel parçası, adına tığ deniyor. Siz sadece onu ve ipi kullanarak her biri müzede koruma altına alınmaya değer, dünyada sadece bir tane olan, sabırla örülen ne müthiş şaheserler türetebiliyorsunuz. Bir tezgahta, sıradan iplerle; felsefesi ilmek ilmek, sırlı bir destan gibi okunabilecek ne kilimler, halılar dokuyabiliyorsunuz. Elde bir kalem ve kağıt, nice güzellikleri sabırla resmedebiliyorsunuz. Artık kumaş parçalarından, tahtalardan ne harikulade panolar yapabiliyorsunuz. Bunları yapan da çocuklarına öğreten de annelerdi ve o çocukluktan gelen erkekler devam ettirirlerdi. Güzeli, emeği, sabrı, sanatı öğretendir, kadınlar.

Samimi olun, şimdi dönüp bakın: Antep'te dahi Antep işi denilen işi bilen kaç kızımız kaldı? Urfa'nın bakırcıları zamanenin teveccühsüzlüğünden bir bir kapanıyor. Kim uğraşır, Kastamonu'da ağaç oymacılığı ile? Sivas'ta boynuzdan, ahşaptan el işi çakı, bıçak, kalem, ağızlık, süs eşyası yapan koca koca çarşılar dolusu sanatkar vardı, en son gittiğimde yıkıldım: Ne çarşısı, bir iki tane dükkan ya var ya yok.

Neden?

Bunlara takılma, bas telefonun flaşına. Hey Corç versene borç, olmaz dostum bende de yok. Hızlı yaşa genç öl de cesedin güzel olsun. Abla deme bana bozulurum, abi dersen üleşelim. Gelemem bu kadar yokuşa, hadi kanka bas gaza. Veririz kaç paraysa, yapma bana trip; kendi yapacakmış dinazor, ne garip...

Kusura bakmayın, darlık veriyor bana Doğan Hoca'nın söylediği üretkenlikten yoksun insanlar, değer üretmek gibi bir gayesi bulunmayanlar.

Kimileri yaşayanlar ve yaşatanlar; kimileri ise sadece mezarlarını kazanlar.

Cem TURAN

2 Haziran 2015 Salı

ŞİDDET ÜZERİNE YANLIŞ OKUMALAR (3): BUMERANG BİR DOKTORU DAHA VURDU

Bir doktor daha yitip gitti, toplumun elinden. Yakalara siyah kurdeleli yas rozetleri hazır, okunacak kınama mesajları da tamam. Pankartlar da öyle hemen güncellenerek meydanlara çıkacak meslektaşlar. Belki devlet, ayırmaya devam edecek toplumu paydalarına; erkekler dışında ne kadar zümre var ise adına verdiği "Kadın, çocuk, yaşlı, engelli" sığınma telefon hattı gibi bir de "doktor sığınma hattı" açacak; arayanları dinleyip dinleyip kapatacak.

Doktorlar endişeli ve umutsuz...

Doktorlar kimi zaman, insanların endişeli ve umutsuz bakışları arasında şifa arayan, "yapacak birşey yok" diye kestirip atmak yerine dermansızlıklar içinde derman bulmaya çalışan; Lokman Hekim'in, Hipokrat'ın, İbn-i Sina'nın varisleri. Dolayısıyla; umutsuzluk konuşmak, bugünün çözümünü bir başka bahara bırakmak; adına türküler yakılmış doktorlar için, aşina olmamaları gereken bir durumdur. 

Ben sayıların, analitiğin dünyasından, bilgisayar ve enformatik bilimler cihetinden konuşabilirim bir miktar, olsa olsa. Oysa sorun sosyal camianın; iletişim, sosyoloji, psikoloji gibi alanlarına giriyorken nasıl olur da suspus olunuyor, çözüm için anlayamıyorum ve hazmedemiyorum. Her vakada insanların eline pankart tutuşturup kınama eylemleri yaptırtmaktan başka şeyler yapabilirler ama sesleri duyulmuyor, farkında olduğunuzu ümit ettiğim gibi. Her vakada bir infial, bir öfke nöbeti, bir kınama, sonra unutuş; hiçbir şey olmamış gibi. Oysa yenilerinin olmaması için gayreti hak ediyor, başta mağdurlar. 



Bilim gözlemle, ampirik yöntemlerle yol alır çoğu zaman: Otizmli çocuklarımızı gözlüyorum zaman zaman. Mecallerini anlatamadıkları zaman kimisi ellerini yumruk yapıp kafasına vuruyor ve derdini anlatamamanın ürettiği öfkeyle kendilerine zarar vermeye başlıyorlar. Anne babaların yürekleri dayanmıyor, ellerini tutuyorlar. Bir yandan iyi yapıyorlar, kendilerine fiziken zarar vermemeleri için ama bir yandan da ruhlarına zarar verecek öfkeyi akıtıp boşaltmalarını engellemiş oluyorlar... 

1953'te 51 no'lu röntgen filmiyle DNA resmedildi edileli; bir kısım bilim insanları, bireyi kusurlarından, saldırganlığından arınmış mükemmellikte kılacak genin peşindeydi. Bu uğurda kaybedilen onca zaman sonunda gelinen nokta epigenetiğin zaferi oldu; insan genlerden çok çevrenin ürünüdür. Kültürümüzdeki izdüşümüyle; "armut dibine düşer" veya "üzüm üzüme baka baka kararır". 

Şimdi dönüp bu saldırganlara bir de bu gözle bakmalı belki: Cezayı kime kesmeli: Ona, ebeveynlerine, muhitine, toplumun tamamına...? Tüm insani fren mekanizmalarını sıfırlayacak kadar algısal fonksiyonları tahrip edilmiş, iki ayak üstünde yürümek dışında hayatın kutsiyetine dair hiçbir erdemi kalmamış bir kişiden mi ibarettir bütün kabahatliler listesi? 

Defolu bir ürün bulunduğunda onu çöpe atmak değildir ki çözüm: Onun çıktığı fabrikayı, yani toplumu onarmaktır asıl mevzu. 

Etrafınızda buna benzer bir gayret görebilmekte misiniz yoksa son sürat AVM, tüketim çılgınlıkları, statü göstergesi olarak sunulan markalar, elde diploma ve sertifikalarla kişisel gelişim adı altında; diğer insanların gözünü oydura oydura yapılan hırs yüklemeleri, kariyerperest ve tepeden bakan, insanları sahip olduğu varlıklarla değerlendiren, maddecilik dolu, değerli olmak yerine önemli olmayı yeğleten bir toplumsal ortak akıl mı? 

Gayri medeni toplumların meşhur densiz sözü, "Sen benim kim olduğumu biliyor musun?" sorusuna kaç hekim muhatap oluyor, kim bilir. 

Çözüm öyle yarına, öbür güne atılacak bir şey değil. Bugünden yarına konuşa konuşa, fikirler olgunlaştıra olgunlaştıra kalıcı çözüm elde edilir.

Atalardan olsun son söz: "Çuvaldızı başkasına batıracaksa, azıcık iğneyi de kendine batırmalı toplum".

Belki de ben yanılıyorumdur; sıra kimde diye beklemektir doğru olan, bumerangın bir sonraki vuracağı. Çizgi film sahnesini aratmayacak kadar trajikomik şekilde; dönüp dolaşıp birine vurduğunda ""Ah" ile zıplamak ama hiçbir zaman atan eli arayıp bulmaya çalışmamaktır, gerçeklerden kaçmaktır belki de sizce en ideali. Ancak görüyorum ki; sebep-sonuç ilişkileri kurup kalıcı çözümler üretmek yerine körebe oynamayı seven toplumların ağıt kültürü geniş oluyor.

Cem TURAN

1 Haziran 2015 Pazartesi

OKUL DEVAMSIZLIĞINDA BİRİNCİ ÖĞRETMENLER

Bir öğretim sistemi rüştünü, devam zorunluluğu olmaması halinde verir. Malumunuz bizde zorunludur devamlılık. Yani katılmak zorundadır öğrenciler ve keza öğretmenler...

Oysa zorunda olunan şeyden her zaman kaçan, yasak olan şeye ise hep müptela olma eğilimi olan canlı olarak nam saldı, insan. Dolayısıyla; devam zorunluluğunun devamı sağlar bir yönü de olmaz, öğretim ve eğitimde. 

İnsanların varlıklarını test etmenin akla yatkın bir yöntemi de yoktur aslında, dişe dokunur. Çok çok yoklama yapılır: Ali... "Burada!", Veli... "Yok!". Unutulan şu ki eğitim ve öğretim faaliyetleri insanın beynini muhatap alır. Yani ders anında beyinlerin mevcudiyetini saymak yerinde olur, vücutların çetelesini tutmak yerine. Gözlemim o ki, niceleri vardır; cisimleri sınıfta fakat benlikleri, algıları değil. Korkarım kimi zaman da öğretmenler de öyle. Velhasıl zorakidir öğretim bizde, adeta bir cezaevi psikolojisi hakimdir; imkan olduğunda firar edilecek.

Su götürmez bir doğrulukta olduğunu benim de gözlemlediğim önemli bir araştırma sonucu diyorki; Türkiye'de en fazla gerçek dışı sağlık raporu alma girişiminde bulunan meslek dalı öğretmenlik. Bu konuda müthiş bir baskı var öğretmenlerden, doktorlara. Adeta yılmışlar hastanelerin pek çoğu ve poliklinik kapılarına "sadece gerçek hastalık halinde rapor verilir, ısrar etmeyin" kabilinden yazılar asar olmuşlar. Diğer ifadeyle; okulu en başta kırmak için elinden geleni yapan öğretmenler gibi gözüküyor, öğrenciler değil. Bu "raporlu" hocalarımız bir yandan maaşlarını eksiksiz alırken diğer taraftan da maaşlarının yetmemesinden MEB'i topa tutmayı da ihmal etmiyorlar. Bu durum, tüm öğretmen alımlarına rağmen halen öğretmensiz geçen dersleri, koca dönem öğretmene hasret öğrencileri açıklamaya yetiyor. Tezata bakın ki; toplumun yeni filizlenmekte olan tomurcuklarına doğruluğu, hak edilmemişi almamayı, alınan sorumluluğu ne pahasına olursa olsun yerine getirmeyi, dürüstlüğü... öğretmek üzere eğitim görevi de ifa etmesi hayali ile yaşanan, toplumun feneri, sevgili öğretmenlerimiz!


Yukarıdaki grafik, OECD ülkelerinde okul devamsızlık oranlarını gösteriyor. Devamsızlıkta birinci sırada öğrencilerimiz. Grafiğe göre, en az devamsızlık da Japon öğrencilere ait.

Tersten bakıldığında, grafik sanki dünyadaki değer ve etik tabanlı kalkınmışlık endeksi gibi duruyor. Küçük bir ada devletinin tüm dünyaya teknoloji ve değer ihraç eden bir ekonomik dev olmasının tesadüf olmadığının göstergesi adeta. Türkiye ve Japonya, kültürleri ve tarihleri birbirine benzer iki "dost ve kardeş" ülke olarak bilinirler. Öyledir, lakin tembellik ve boşvermişlik hariç çünkü Japonlar bunlara tahammül edemez.

İki elin arasına başı alıp düşünmek gerek belki de; neden okula gelmek zorla ve neden öğretmen-öğrenci olan insanların kaçışı. 

Düşünmek gerek...

Cem TURAN

FARKLI DÜŞÜN, DİRİ KAL

Benim için en değerli görüş; konu ne olursa olsun, sahip olduğumdan farklı olan görüştür. Benimle aynı sesi duymak isteseydim, bir koroda görev alırdım.

Dayanağım da şu ki; farklı görüşlerin çarpışmasıdır, medeniyeti geliştiren yegane güç; fanatizm içinde aynı kulüpten olanı sorgusuz alkışlamak değil.

Tek şerhim var; velinimetim olan karşı görüşün sahibinin de kendinde farklı görüşü aynı erdemlilikle baş üstünde tutması.

Sebebi açık: Düşünen insan arıyorum civarımda. Ne düşündüğünün; düşüncesinin niceliğinin ne olduğunun hiç önemi yok. Yeterki nitelikli düşünebilsin. İşte o zaman anlaşabileceğimizi biliyorum. Hatta hasretim böyle insanlara, kıtlıklarından ötürü bunalıyorum.

"Bilmemkimci" olup kendi aklını hapsetmiş olanlara tahammül edemiyorum; sonuçta ölüler ama haberleri yok, başuçlarına bir mezar taşı eksik sadece.

Cem TURAN