27 Eylül 2014 Cumartesi

GERÇEK OLMAYAN DOĞRULAR VE MÜHENDİSLER

  Doğru, gerçeğin algılanmış formudur. Bu nedenle yalın değil, değişken oranlarda gerçeklik ve hata barındırır. Bu orandır yanılgımızı ele veren, gerçekten ne denli uzaklaştığımızı gösteren. O halde gerçek nedir? İşte o mutlak olandır, eski ifade ile hakikattir. 

  Ancak gerçekle aramızda var olan perdeler, bu saflığa doğrudan erişmekten bizi uzak kılsa da oyunun kuralının bu şekilde kurgulanmış olmasında da başka bir sırlı hakikat vardır. İşte, insandan beklenen budur: Okumak! İlk ilahi emir, yaşamın varlık nedenidir, okumak. Gerçekle aramızdaki perdeleri kaldırmak ciddi çaba ister ki bu da ancak okumakla mümkün olur. 

  Okumak, kitabın yüzüne bakmak değildir, bin türlü yolu var, şüphesiz. Bu gayretle elde edilen ganimettir, ilim. Ve ancak ilim arttıkça doğrularımızla gerçekler arasındaki açı küçülür, doğrular gerçeği yansıtabilir. Bilim bu felsefeyle, gerçeği aramak olmalıdır. Gerçek olma iddiasıyla ortaya atılan sadece tezlerdir genellikle ve akıbetlerinin bir başka tezle çürütülmek olması, doğal ve beklenendir. Bastığınız yer ve içinde yaşadığınız zaman da dahil olmak üzere, her doğru kabul ettiğinizin yanılgı olduğunu ispat edecektir gelecek.


  Hiçbir ip, ucu bir yere bağlanmadıkça anlamca fonksiyon içermez. İnsan da öyle, bilime bakarken, gerçek sanılan doğrularla uğraşı verirken ayağını sağlam bir zemine basması gerekir, düşmemek için. İnsanın algısı, göremediği bu gerçekliği hissedebilecek özelliklerle donanmıştır. Algı, şüphesiz salt beş duyu organımıza atfedilebilecek kadar sığ bir kavram değildir.


  İnsanların dogmaları ve zanları da iç benliklerinde doğrulaştırdıkları yanılgılarının temel nedenidir aslında. İnanç dendiğinde çoğunun aklına tek bir şey geliyor ve hemen bir kesim insan tarafından isyan bayrağı çekiliyor. Oysa inanç gayet insanidir, ayağınızı bastığınız toprak parçası ya da ölçümlerinizle karşılaştıracağınız referans noktasıdır, yol alabilmek için olması gerekendir.

  Nedir bilimsel inanç? "İşte burası sıfır noktası" demektir. Binanın temelinin oturduğu zemin demektir. Elektrikte nötr, fizikte kimyada 1 Atmosfer basınç demektir. Belki Pi sayısı ya da Avogadro veya Plank sabitidir, inancınızın zemini. İnanmak, eldeki bulgularla kazanılmış, doğruluğuna kanaat edilen yeni bir basamaktır, soyut düzlemde. Neyin doğruluğuna niye kanaat edeceğinize kimse karışamaz, bu çok özel bir ehliyettir, özel bir yetkidir insana verilmiş olan. Bakmayın siz etrafta pervasızlık edip, iki satır okumuşluğu olmadan bağnazlıkla şekilcilikle inanç simsarlığı yapanlara. 

  Bu taklitsel bir inançtır, yani kucaklarında buldukları, nüfus cüzdanlarına yazılandan ibarete taklit yollu üye olmaktan başka birşey değildir. Darwin'e karşı çıkanların yüzde kaçı eline bir Darwin makalesi alıp okumuştur? Neye karşı neye taraftar olduğunun kim bilincindedir? Her zaman kınadığım, sonuna -cı takısı koyarak kendilerine Darwin-ci diyen putlaştırıcılara malzeme olmaktan kurtulamamış bu şahsiyeti tanımayıp, makalelerinden okuduğum hezeyan dolu tespitlerine katılmamakla birlikte, yine de söylemeliyimki; eğer özenle ve emek vererek yazdığı makalelerini ve güvenilir kaynaklardan biyografisini okusalardı, Darwin'in kendisine atfedilenlerin pekçoğu ile ilgisi olmayacak derecede naif ve zarif kişiliğinden, kaynağı meçhul oluşumlara "acaba mı?" diye biraz münasebetsiz yakıştırmalarına rağmen antropoloji, genetik gibi pekçok bilim alanında tetikleyici olduğundan, pekçok bilim insanının Darwin'e adeta mal edilen Darwin-ci'lerin iddialarını çürütmek için gösterdikleri üstün eforlarıyla bilimsel gelişim sürecini hızlandırdıklarından haberdar olabilirlerdi, belki de. Tembellikle elde edilen şeye inanç denmez, müptelalık denir. İnanç, onların sandığından çok daha farklı bir kavramdır ve geliştirilmesi emek ister. Şeklen şimalen bir karış sakalla dolaşmak değil, gerçeğe kendini ilmen yaklaştıracak yolları araması, tahkik etmesi, araştırması istenir insandan. Bu bir opsiyon değil, zorunluluk, farzdır.

  İşte bundan dolayı "Oku!" işareti, emri, hedefi benim için çok kıymetdardır. Müellifinin, bu emri verenin kim olduğunu da unutun dilerseniz başlangıç olarak, sizi bugüne getiren bildikleriniz yüzünden rahatsızlık çekiyorsanız ve sadece anlamını düşünün okumanın. Okuyarak kendiniz kaldırın gerçekle aranızdaki perdeleri. Neye varır, o bulduklarınızla neye inanırsanız şimdi ona ayağınızı basın, yükselin ve bir sonrakine uzanmaya çalışın. İnanmamak bile bir inançtır. Yeterki bir emekle üretilmiş, bilim yolculuğunda bir tuğla olsun ve bir sonrakine erişmeyi kolay kılan bir yükselti olsun, sizin için.

  Dolayısı ile oku diyene kızmayın, bundan fersah fersah uzak olan güya inananlara kızın. Cat Stevens'ın söylediği gibi "Eğer ben bu inancı mensuplarından öğrenseydim asla bu inancı seçmezdim. İyiki kendim araştırarak ve kitabından okuyarak seçtim."

  Dolayısıyla inanç insanın yaşam yolculuğunda elindeki referans kaynağı, gerçeklere olan yolculuğunda kullandığı bir alettir, aslında. Kimsenin tekelinde olmadığı gibi, kimsenin onu ne şekilde kullandığına da kimse karışamaz. Sizlerin dilinin yandığı güya inançperverler, tembellik içinde, kendilerinden öncekilerinin hazır olarak kendilerine verdiklerini söyleyip taklit etmekten öteye gitmeyen, taklitle durumu götüren, miskin, ellerine mürekkebin emaresi değmemiş kimseler oluyor genellikle. Oysa alimin mürekkebinin bir damlasının, ilim yolcusunun terinin bir zerresinin, bilime sevdalı yüreğin bir anlık heyecanının üzerinde bir güç bu dünyada yaratılmadığı gibi, derece olarak da daha üstü yoktur.

  Hipokrat yemininde derki, "Önce zarar vermeyeceksin!" Zarar veren, kan döken, ağacı katleden, insanların kültürlerini ve yaşamlarını olumsuz yönde bozan, gıda terörü ile vücutları kimya deposuna döndüren... herkes inanıyorum dese boş, inanmıyorum dese boş, kim umursar?

  Biz beyinlerimiz ve kalplerimizle varız. Başka hiçbir canlıda olmayan bu servetimizdir bizi farklı ve üstün kılan. Bunları da kullanmadıktan sonra, köreltip çürüttükten sonra nerede kalır insanlığımız? İnsan olmuşuz, hayvan olmuşuz, kimin umurunda?

  X,Y,Z... İnanılan ne olursa olsun, önce insan kendine inanmalı. Taşıdığı değerin farkında olmalı ve yüreğinin doğru gösteren bir pusula olduğuna inanmalı ve onu temizlemeli sık sık. Ondan sonra hangi yolu seçerse seçsin, kimsenin söz söylemeye hakkı yoktur. Heleki miskinlerin. Onlar daha ilk emrini bile yerine getirmedikleri bir inancın kötü birer taklitçisi olarak ona buna sataşıp dururken, eloğlu çoktan atını sürüp Üsküdar'ı geçmiştir. Bakın bir dünyaya ve sorun sonra kendinize, acaba neden?

  Dile getirmeden geçemeyeceğim bir şey var: Belki inşaat mühendisliğinde mekanik makinelerle, kalıplar içine beton dökmek kadar somut olabilir uygulamalar. Fakat bilgisayar bilimlerinde hemen herşey soyuttur. Bu ise düşünen meslektaşlarıma farklı alanlar açar: 

  Örneğin; aylar belki yıllar süren emeklerinizle üretiğiniz bir yazılım 50 kuruşluk bir CD içine sığabilir. Bu aşamada muhatabınız sadece somuta inanıyorsa emeğinizin karşılığı sadece 50 kuruştur. Eğer soyutu da görebiliyorsa sizin farkınızdadır. Sizce hangisidir doğru olan? Peki ya gerçek olan?

  Ya da, bazen trilyonluk yatırımlarla kurulan bilgisayar sistemlerinin, aslında bir modellemesi olduğu insan beyni karşısındaki yapısal ilkelliğine tanık oldukça, insan denen muhteşem canlıya ve onu tasarlayan mühendise olan muhabbetiniz ve inancınız pekişir. Bu da yine anlaşılması gereken bir durumdur.

  İnanmak durumundayız... Belki binom açılımına belki bir fourier dönüşümüne. Ama mutlaka inanmak, ayağımızı sağlam bir zemine basmak zorundayız. Yoksa bilim koridorlarında kaybolan, anlamsızlardan olmak kaçınılmaz akıbetimizdir.

  Ben de şüphesiz her an karşılaştığım harikuladeliklerin mimarına, insan beynindeki iki sinaps'ın, iki sinir hücresinin bile iletişimde gösterdiği muhteşemliğin, adını yazım boyunca zikretmediğim mühendisine; Allah'a yürekten, hayranlıkla, acziyetle, teslimiyetle inanıyorum. İşte bu da benim özgürlüğüm ve ölçü aletimin bir ucunu bağladığım referansım.

Cem TURAN

21 Eylül 2014 Pazar

EŞEK ADASINDA İNSAN OLMAK

  İçimden pek yazmak gelmedi bugün. Belki de okuduğum bir yazıdan ötürü. Moralim bozuldu biraz, üzüldüm, toplumsal ahvalimizin nedenlerinin çekilmiş bir fotoğrafını gördüğüm için ve sanırım kıskandım: Onlarca makaleyle, seminerle anlatmaya çalıştığımı bir olay gelir bir ana sıkıştırır, vermek için didindiğim mesajı maharetle gelip bir kor gibi yüreğe koyup gider. İşte öyle bir yazı okudum ve paylaşmak istiyorum sizinle. 

  Okumanızı diliyorum, okuduktan sonra bir kez etrafınızı tarayın. Göreviniz, makamınız, statünüz ne olursa olsun; kendiniz ve tanıdıklarınıza bu hikayede geçen rolleri dağıtın. Eğer hikayedeki Mustafa Bey ile örtüştüğünüzü düşünüyorsanız, siz insanlığı, erdemliliği ve bu ülkeyi ayakta tutan nadir eşreflerdensiniz, her şeyimle destekçinizim. 

  Çünkü sizin gibi insanların çoğalmasını sağlamaktır, kendime biçtiğim varlık nedenim.

İşte hikayemiz:

Ürgüp'te bir eşek heykeli olduğunu biliyor muydunuz? 

Eşeğin heykeli mi olurmuş dediğinizi duyuyor gibiyim.
Eğer o eşek yıllarca köylere kitap taşımışsa neden olmasın?
Tabii asıl konu kütüphaneci Mustafa Güzelgöz'ün hikayesidir.


Yıl 1943.

Genç Mustafa’nın tayini kütüphaneci olarak Ürgüp Tahsin Ağa Kütüphanesi’ne çıkar. Devlet memurluğu o dönemde süper bir şey, çünkü özel sektör falan yok. Bizimki kütüphanede heyecanla okurları bekler; bir gün olur, beş gün olur, gelen giden yok.

Etraftakilerle konuşur, herkese anlatır:

“Bakın kütüphane bomboş duruyor, gelin kitap okuyun.” Gelen giden olmaz. Amirlerine durumu bildirir.

– Kardeşim otur oturduğun yerde, maaşını düzenli alıyon mu, almıyon mu?
– Alıyorum.
– Eee, o zaman ne karıştırıyon ortalığı, gelen giden olsa maaşın mı artacak? Başına daha fazla bela alacan, o kütüphaneye yıllardır kimse gelmez zaten…

23 yaşındaki genç memur “Ne yapayım, ne yapayım?” diye düşünür durur. Sonunda aklına bir fikir gelir, eşine söyler. Eşi önce “Deli misin bey?” der, ama kocasının bir şeyler üretme, işe yarama çabasını yakından görünce fikri kabullenir.

O dönem devletteki amirlerinin çıkardığı tüm engellerin tek tek, binbir güçlükle üstesinden gelir.

Çünkü o zaman da şimdiki gibi, “Aman bir şey yapmayalım da başımıza bir iş gelmesin. Çalışsan da aynı maaş, çalışmasan da“ zihniyeti aynen var.

O bıyıklı, kravatlı, asık yüzlü, sigara kokan, arkalarındaki Atatürk resminden utanmayan, ama ülkesine gram faydası da olmayan bürokratları zorlukla ikna eder ve bir eşek alır.

İki tane de sandık yaptırır. İki sandığa, kalınlığına göre 180-200 kitap sığar. Sandıkların üstüne “Kitap İare (Ödünç) Sandığı” yazar. Kitapları eşeğe yükler ve köy köy gezmeye başlar.

Kütüphaneye de bir yazı asar:

“Sadece Pazartesi ve Cuma günleri açıyoruz.”

Köydeki çocuklar şaşırır. 
Eşeğe bir sürü kitap yüklemiş bir amca, o gariban çocukların küçücük ellerine kitapları verir. Düşünün, Noel Baba gibi. Noel Baba yalan, Mustafa Amca ise gerçek. Geyikler yerine eşeği var.

Eşek de daha gerçek, Mustafa Amca da.

“Çocuklar bunları okuyun, aranızda da değişin. On beş gün sonra aynı gün gelip alacağım. Aman yıpratmayın, diğer köylerdeki arkadaşlarınız da okuyacak” der.

Mustafa artık Ürgüp’teki kütüphanede bir iki gün durmakta, diğer günler eşeği Yüksel’le köy köy gezmektedir.

Köylerdeki çocuklar Eşekli Kütüphaneciyi her seferinde alkışlarla karşılarlar. Kalpleri küt küt atar heyecandan, sevinç içinde yeni kitapları beklerler. Mustafa Amca‘nın ünü etrafa yayılır. Diğer devlet memurları makam odalarında sıcak sıcak oturup iş yapmazken, Mustafa’nın eşeği Yüksel yediği otu hepsinden fazla hak etmektedir.

Zamanla insanlar kütüphaneye de gelmeye başlar.

Mustafa bakar ki kütüphaneye kadınlar hiç gelmiyor.

Zenith ve Singer’e mektup yazar:

“Bana dikiş makinesi yollayın, firmanızın adını kütüphanenin girişine kocaman yazayım“ der. Zenith dokuz tane, Singer bir tane dikiş makinesi yollar (ilk sponsorluk faaliyeti). Salı günlerini kadınlar günü yapar. Kumaşı alan kadın kütüphaneye koşar. On makine yetmediği için sıra oluşur. Sırada bekleyen kadınların eline birer kitap verir, beklerken okusunlar diye. Okuma-yazma oranının düşüklüğünü görünce halkevlerine okuma yazma kursları vermeye gider. Halıcılık kursları başlatır, bölgede halıcılığı canlandırır. Bu arada valilik Mustafa hakkında dava açar, “kendi görev tanımı dışında davranıyor” diye. 50 yaşına gelen Mustafa Amca baskıyla emekli edilir.

Mustafa Amca köylüler arasında efsane olur, yıllar geçtikçe köylerdeki çocuklarda okuma aşkı yerleşir. 2005 yılında Mustafa Amca vefat eder. Tüm Kapadokya çok üzülür, aralarında toplanırlar. Ürgüp’e Eşekli Kütüphaneci Mustafa Güzelgöz ve eşeğinin heykelini dikerler.

Girişimcilik ne biliyor musun?

Bulunduğun yere yenilik katmalısın.

Mutlaka adım atmalısın.

Yaptığın iş olduğu yerde durup duruyorsa, sende bir uyuzluk vardır arkadaş. İnsan var, dokunduğu yere değer katar; insan var, dokunduğu yere değer kaybettirir.

Bakın Nevşehir’den ve bu ülkeden nice müdür, amir, vali, bürokrat, milletvekili, politikacı geçti; binlercesinin adını kimse hatırlamaz ama Mustafa Güzelgöz ve eşeğinin heykeli var.

Kaynak: Eşekli Kütüphaneci / Fakir Baykurt

CEM TURAN

19 Eylül 2014 Cuma

CANER TASLAMAN VE BİLİM FELSEFESİ ÜZERİNE

  Felsefe varoluş gerçekleri dışında insanın kendi sanal gerçekliğini üreterek üzerinde yürüyebileceği, limitleri belli olmayan, sadece insana özgü, "bilmiyorum" demek yerine mantıklı veya mantıksız bir yorum getirmenin aşina olunageldiği, bu yönüyle bilgisayar bilimlerinin bilişsel tarafıyla da ilintili olması nedeniyle bizim de aletlerimizden olan ancak yere sağlam basılmadığında, insanın ayağını kaydırararak estireceği sanal tufanlara katıp herhangi bir yere savurma potansiyelinden dolayı özellikle din bilimciler tarafından temkinle yaklaşılan hatta uğraşılmasına pek de cevaz verilmeyen, ziyadesi ile tehlikeli olabilecek bir alan. Ancak ehil eller, tahkik ile bulunmuş sağlamlara inanan yüreklerce kullanıldığında, insanın algılarına sınır koyan perdeleri bir bir aralayan, görünmezi görünür kılan, hissedilmezi hissettiren, öze yakın eden, çok ulvi bir uğraşı da olabilir, felsefe.


  Yıldız Teknik Üniversitesi, Felsefe Bölümü öğretim üyelerinden sayın Prof. Dr. Caner Taslaman hocamın o nadir ehil ellerden, üreten beyinlerden, arayarak bulmuşçasına kıymetdar kıldığı inanç dolu yüreklerden birisi olduğunu kendisinden okuyorum. Kendisinden okuyorum, çünkü her insan okunacak bir kitaptır aslında ve "Oku!" ile emrolunan sadece kitaplardan okumak kadar basit bir cürüm değildir, inancımca.

  Bilim, yoktan var etme uğraşısı değildir. Bilim zaten yaratılmış olanları keşfedip anlama telaşıdır, aslında. Bilim insanının okur yazarlığı budur. Dolayısıyla bir kaşiften beklendiği gibi, keşfedilen her durak, insan için her ortaya çıkan bilinmez, aralanan perdeden görülen mükemmelliğin mimarına mühendisine biraz daha hayranlık üretir, daha yakın kılar O'na.

  "Euroka!" diye bağırana söylenecek söz "Günaydın, Üsküdar'da sabah oldu!" olabilirdi belki de. Çünkü insanın bir gerçeği görmesi, o gerçeğin orada yeni oluştuğunu göstermez. O zaten oradaydı. Bilim neyi keşfederse keşfetsin, o zaten vardı. 


  Tıpkı 1953 yılında DNA'nın keşfi gibi. Keşfedildi de ne oldu? Altı milyar baz çiftlik koca bir bulmacanın, iki metrelik bir şeridin üzerinde dizilmiş halde büzüştürülüp, bu uzunlukla etrafını 400.000 kez sarabileceği hücrenin içerisine sıkıştırılmış olduğunu gören göz, akademik ünvanı ne olursa olsun, kendisiyle ve tüm bildikleriyle adeta alay eden muazzam ilim karşısındaki acziyetini, sahip olduğu bilgilerle deryalar içinde bir katre bile olamadığını görür ve ışığından daha fazla istifade etme güdüsüyle kaynağına yakın olmaktan başka yol olmadığını bilir. Çünkü bilim, hayatın aslına götüren bir taşıttır, bizler için. Bu yoldaki keşifler kreatif olaylar değil, emek yüklü farkındalıklardır. DNA keşfi, sayısız kombinasyonlu sonuç üreten, altı milyar parçalı bir yapboz oyuncağı insanlığın kucağına koydu, aradan geçen 60 yılı aşkın süredir çözülmeyi bekliyor, hala da bundan fersah fersah uzak. Sonuç; bir keşif peşinden bir sürü bilinmezli yeni denklemler üretiyor. İşte burada felsefe çok işe yarıyor.

  Bundan ötürü hayranım ben mesleğime. Bundan dolayı, bilimin içinde, laboratuvarımda ya da tahta başında, kürsüde ya ilmi alırken ya verme uğraşısı içindeyken iade etmeyi dilerim, can emanetimi. Bilgisayar deyip geçmeyin; o da insan gibi muhteşem bir mekanizmanın düşünsel boyutunun modellemesi. Yıllardır ben onu, insanın sırlı dünyasına bir yolculuk aracı olarak gördüm ve bu küçük prototipten yola çıkarak aslı olan beyin hakkında tezler ürettim, düşünceler savurdum. Bu nedenle felsefe ve psikoloji benim en önemli paydaşlarım. Galiba meslektaşlarımdan bu açıdan ayrılıyor, teknik bir mühendislik konusunu sosyal alanla bağdaştırmaya çalışıyorum.

  Pek adetim değildir, kişilere bir yazı atfetmek. Çünkü Madam Curie'nin dediği gibi; önemli olan isimlerle değil, fikirlerle konuşmaktır, ben de böyle inanırım. Fakat mademki bu çağın insanıyım ve özellikle felsefe gibi bir alanda, gerçekten olumlu, nadide, güzel bir örnek görüyorum, o halde bireysel, mütevazi, teşvik edici desteğimi göstermem gerektiğini düşünüyorum.

  İyiki varsınız Caner Hoca, iyiki rozetini gururla taşıdığım üniversitemin düşünce üreten, düşünmeye sevk ederek muhatabına yaşadığını hissettiren bilim insanlarından birisiniz.

Cem TURAN

18 Eylül 2014 Perşembe

ORDÜNARYÜS ÖĞRENCİ OLMAK

 Hemen, size ne olduğunu anlama ve itiraz etme şansını vermeden, bir çırpıda ağzımdaki baklayı çıkarayım: Öğrencilik profesyonel bir iştir, uzmanlaşmak gerekir.

 Nasıl olur, yok daha neler, olur mu canım! Hiç demeyin öyle, hem de bal gibi olur. Öğrenci olmak öyle gelişkin bir kariyer basamağıdır ki değme profesörlüğe, holding sahipliğine taş çıkarır. Çünkü öğrenim süreçlerinde asıl belirleyici olan öğrencinin ta kendisidir. 

 Düşünün bir kere; sizin okuduğunuz ya da çocuklarınızın okullarında karşılaşmış olabileceğiniz yaygın problemlerdendir, bir öğretmenin eksik olması veya dersin boş geçmesi. Hatta müdür dahi kimi zaman atanmamış olabilir bir okula... Fakat tüm bu eksiklikler öğretim faaliyetlerinin sürdürülmesine mani değildir, aksayabilir ama öğrencinin olduğu her mekanda öğretim devam etmeye muktedirdir.


 Bir de tersten bakalım, dilerseniz. Koca koca ünvanlı hocaların dolup taştığı bir üniversite, A'dan Z'ye her türlü imkana ve öğretmen kadrosuna sahip bir ilkokulu ortaokul veya liseyi düşünelim. Kim okumak istemez böyle okullarda? Lakin öğrenciyi çekip alın içlerinden, hiç öğrenci bırakmayın. Ne kaldı geriye: Koskoca bir hiç! Tüm ihtişamıyla dikili fakülteler, kolejler, liseler, okullar... Hepsi anlamsız birer metruk bina hüviyetine bürünürler. 

 O halde öğretmenlerin, hocaların, okulların, YÖK'ün, Milli Eğitim Bakanlığı'nın varlığını da anlamlı kılan öğrencilerdir, dersem herhalde yadırgamazsınız bu değerlendirmemi. Öğrenci yoksa hiçbirinin varlık nedeni kalmaz. İşte bu kadar önemli bir unsurdur öğrenci, eğitim sisteminin içinde: Başrol oyuncusudur, vazgeçilmezdir.


  Öğrencinin bu önemli yerini işaret etmekteki maksadım, öğrencilere bir böbürlenme vesilesi çıkarmak değil, elbette. Bilakis; öğrenci olmanın ne büyük bir sorumluluk olduğunun altını çizmektir, muradım. Kimsenin değil, öğrencinin borusu öter okullarda sanki tam tersi bir durum varmış gibi görünse de ama öğrencinin içinde olduğu algılayış yanılsamalarıdır biraz da eğitim sorunlarımızın sorumlusu.

 Abarttığımı düşünmeyin: Bir okul bir marka olmuşsa, sebebi öğrencidir. Bir okul adeta bir viraneyi andırıyorsa, eğitim dışında her şeye rastlanan bir adres ise sebebi yine öğrencileridir. Bir üniversite uluslararası akademik endekslerde zirveye koşuyorsa da bir tabela üniversitesi olmaya mahkum edildiyse de müsebbibi hep öğrencidir, başkasını aramak zaman kaybı.

  Bilime yön veren insanların biyografilerini okumaktan büyük bir zevk alırım. Bilim tarihi, kahramanları ve toplumlara etkisini sentezlemek yıllar yılı üzerinde araştırma yapmaya devam ettiğim keyifli ve ibretlik bir uğraşıdır benim için. Biyografileri okudukça, kendime göre altı çizilmesi gereken, bilimsel kişiliğin oluşumuna zeminlik yapan ne varsa not eder, başka isimlerin hayat hikayeleri ile karşılaştırırım. Bilim insanlarının hayatını şekillendiren aileden okula, zamandan kültüre çevresel ortak paydaları belirginleştirmeye çalışırım kendimce. Bu çalışmalardan elde ettiğim çarpıcı sonuçlardan bir kısmını paylaşmak istiyorum:

 Büyük bilim adamları, büyük paralarla gidilen kolejlerde okumadılar. Hatta çoğu kez yokluk ve yoksunluklar içinde geçmiş hikayeler var. Çünkü ihtiyaç duymaktır her gelişmenin tetikleyicisi. Bunu hemen adapte edelim bizim gerçeklerimize: Diyeceğim o ki; belki de kapısında insanların kuyruğa girdiği, kayıt olmak için can attığı, bildiğiniz üniversiteler yerine bilimin en temel hammaddesi olan siz ve doğayı doya doya dinleyebileceğiniz, sakin bir Anadolu köşesindeki bir üniversite çok daha büyük bir koridoru önünüze açabilir.Biliyorum epeyce rahat bağımlısı, imajı her şeyin üzerinde tutan geniş bir kitle buna şiddetle itiraz edecek ama gerçek şu ki; bir eli yağda bir eli balda, gereğinden fazla lüks ders ve araştırma ortamlarında insan beyninin bir derde derman olmak üzere kendisini motive etmesini beklemek, büyük yanılgı olur. Fazlaca şatafatlı, alet edevat dolu, özellikle son yıllarda adeta birer teknoloji çöplüğüne dönmüş okullarda bir çözüme odaklanmanın doğal zorluklarını da görmek gerekir.


 Bilim için insanın kendisini dinlemesi ve keşfe giden bir yolculuğa çıkması bir şart. Bu sürecin kariyer endişesi, sosyoekonomik beklentilerle gölgelenmesi, gerçek bilimin içine düşmektense akademik ünvanlarla avunan, bilim üretiyormuş gibi yapan kitleler üretiyor gibi. Bakın etrafınıza ve buna siz karar verin, yanılıyor muyum?

  Bu biyografilerde şu noktanın ortaklığı da en fazla dikkatimi çeken oldu: Hocalarını zorlayan kişilikler genellikle bilimin önde gidenleri. Bitmek tükenmek bilmeyen sorularla, meraklarını damıtarak öğretmenlerini araştırmaya ve yeni bir şeyler getirmeye mecbur bırakan bir kırbaç olarak kullanıyorlar. Öğretmenini yeni limanlara sürüklemeyen öğrencilerin öğretmenlerinin yetersizliğinden, ilgisizliğinden şikayet etme hakkı da olamaz. Uzun bir dönem ben de kısmi olarak öğreten tarafında görev yapmış birisi olarak, öğretmenliğin en büyük girdabının kendini yenilemeksizin yinelemek olduğunu düşünüyorum. Bu kimilerini rahatsız etmiyor, 20 sene önce verdiği dersi satırı satırına aynen vermeye devam ediyor. Nasıl olsa öğrenciler değişiyor, diye düşünüyor olmalılar ama beni ziyadesiyle rahatsız etti bu durum. Öğrenciliğini terk etmiş bir öğretmenin gerçek bir öğretmen olamayacağı düşüncesinin katıksız savunucularındanım.

 Yazılarımda çok vurguladığım büyülü rüzgardır, sinerji: Sinerjiyi üretmek ve hocaları da dahil, girmek isteyen herkesin bu melteme kapılmasını sağlamak da öğrencinin yapabileceklerindendir. Genellikle öğrenciler okullarını eksik donanımlarıyla, hocalarının beklentilerinin altındaki tutumlarıyla, düzenle ilgili olarak eleştirip dururlar.Oysa şikayetçi olunan sorunları düzletmek için gayret etmek, bunlardan arınmış bir eğitim ortamının yaşamasını temin etmek de öğrenciliğin gücü kapsamında olmasına karşın nedense, ısrarla her şeyi hazır bekler, bulamazsa okul değiştirmeyi tercih eder pek çoğu. Bu ise eğitiminin asıl ana fikri olan sorun çözücülüğüne dair önemli bir pratiği yapmaktan kendisini men eden, bir basitçiliğe kaçıştan başka bir şey olmasa gerek.

 Özetle; eğitim her şeyin öğrencinin merkezinde olduğu bir sistemdedir. Öğrenci bir seyirci, uzaktan eleştiri üretmekten ibaret bir muhalif olmaktan çok öte, okulların varlık nedenidir, temel dinamiğidir. Bu ise öğrenciyi karşılaşılan sorunları çözüm konusunda sorumlu kılar. Bir sorunlar ve sorgular yumağı olan hayata hazırlanmayı uman insanların okullarındaki sorunları çözmek konusundaki isteksizliği hayata karşı da mağlubiyetlerinin bir işareti olabilir.

 Mütevazi mekanlar, yalın ve doğal çevreler düşünce üretimi için çok daha avantajlı olabilir. Başkalarının gözüyle değerlendirmek, başkalarının ezber şablonlarına göre okul ve üniversite okumaya çalışmak yerine varlık ve üretkenlik gösterilebilecek eğitim kurumlarının bir ferdi olmak daha da anlamlıdır. Başarılılık görecelidir; popüler okullarda kendini ifade imkanı bulamayan ve bu yüzden silik karakter olarak anımsanan bir öğrenci bir Anadolu üniversitesinin en inovatif, sıradışı, mucize öğrencisi olabilir.

 Uzun sözün bam teli; öğrenci eğer öğrenciliğinin farkına varırsa eğitim istenen amacına ulaşabilir. Okullara hazırlanmak, giriş sınavları için yemekten içmekten kesilmek yerine öğrenci olmaya hazırlanmak gerekir çünkü öğrencilik tam anlamıyla dinamizmin öbeği olan profesyonel bir mertebedir ve gerçek başarının sırrı oradadır.

Cem TURAN

ELİNE TORNAVİDA ALMAMIŞ MÜHENDİSLER

Aşağıdaki yazım, sanki bilgisayar bilimlerinin meslek içi bir konusu ile ilgiliymiş gibi görülebilir. Ancak aslında herhangi bir alanda mesleki eğitim ve öğretim alan herkesi kapsayan, ciddi bir soruna işaret etmektedir. Bu nedenle gönül rahatlığı ile okuyabilirsiniz:

   Sık sık hem de bilgisayar mühendis adaylarından gelen şu soruyla karşılaşıyorum ve her defasında ruhen çöküyorum: "Mezuniyet aşamasındayım, proje yazacağım ama hiçbir programlama dili bilmiyorum, ne yapayım?"

  Belki bana kızacaksınız, güceneceksiniz ama söylemek zorundayım doğru bildiğimi. Bu ülkede maalesef eline tornavida almamış mühendisler üretiliyor. Bu şu demek: Aletleri ile haşır neşir olmamış fakat teoriyle yüklenmiş bir mühendisler zümresi oluşuyor. 

  Mezun olup da işbaşı yaptığında klavyede Shift tuşunu bilmeyenlere denk geldiğim için söylüyorum. Neden bilmiyorlar, tanımıyorlar aletlerini? Çünkü mesleklerinin aşkı çekmemiş o branşa kendilerini çoğu kez. Puanlarıyla alabilecekleri en çok sosyal statü, karizma ve yaşam standardı getireceklerini umdukları ama geçmişini, geleceğini, kendileriyle uyumunu çok da irdelemedikleri bölümleri seçip, kazanmışlığın hatırına okunuyor genellikle. 


  Tıbbı kazanan eğer zar öbür yana yuvarlansaydı hukuğu da, mühendisliği de pekâlâ okuyuverirdi. Bundandır ki, iş hayatında çoğu mutsuzdur işinde, zorakidir eforu, asgari yapması gerekenlerin dışına çıkmayı rüya dahi etmez, inovatif bir atılım hak getire. 

   Mesleğinde mutsuz insanın yaptığı da doğrusu, kimseyi mutlu etmez. Bitirme projelerini dahi para karşılığı, eli değmeden yaptıranları görüyorum. Bunlara göz yuman, anlayamayacak kadar henüz hocalığın vasıflarına haiz olamamış akademik kişilikleri ise yadırgıyorum ve bu ülke için yapabilecekleri en büyük kötülüğü yapmakla, görevlerini açıkça suistimal etmekle itham ediyorum. 


  Yazılım dili de bir yazılımcının, bilgisayar bilimleri ile ilgili öğrenim gören tüm mühendislik öğrencilerinin tornavida gibi en temel aletidir. Bir sürü çeşidin içinden ilgi alanınıza uygun hiç olmazsa birini layığıyla kullanmayı bilmeden mezun olmak, akla zarar bir durum. Python, Java, C ve versiyonları, Pascal ve Delphi gibi versiyonları, hiç olmazsa Basic ve versiyonlarından biri yakın olmalıdır bilişim dünyasının müstakbel adaylarına. Aksi halde soyut düşüncenizi nasıl somutlaştırabilirsiniz, hep hayali kalır. Gelecekte analiz, tasarım gibi konularda çalışılacağı düşünülse bile, programlama dili bilgisinden yoksun haldeyken, topal ve kör bir iş çıkarmış olursunuz. Adı üzerinde dilden bahsediyoruz, iletişebilmek için sesle veya hareketle konuşabilmeniz gerekir, bir şekilde. 

  Söz dönüp dolaşıp aşka gelir: İçine düşülmemiş aşk ile oyun oynayan, rol yapan insanlar cumhuriyetidir, mesleki hayat. En azından siz olmayın.

Cem TURAN

GENÇTEN MEMNUN OLMAYANDIR FAİLİ: BİR ÇUVAL İNCİRİ BERBAT ETME SANATI

  Tezim hep şu oldu: Günümüz çocuklarının zeka seviyeleri diye bir problemi asla kabul edemeyiz. Birkaç nesil öncesine göre her biri Albert Einstein sayılabilecek özellikteler. "Zihinsel engelli" diye ifade edilen ve bizim öyle görmediğimiz yavrularımız bile birkaç nesil öncesinin sıradan insanları gibiler, eğitilemez olmamalarına rağmen pek çoğu denenmeden pes edilmişliğin, üşengeçliğin, cahilliğin, tembelliğe vardırılan sahte tevekkülün, şu sıralarda da devlet teşvikiyle ticarethaneleşen nice rehabilitasyon merkezlerinin kurbanı olarak kaderlerine terk ediliyorlar.


  Bugünün çocuklarındaki temel sorun, ebeveynin sorumluluklarını yerine getirmek konusundaki zaaflarını kapatmak adına, aşırı indüklenen dikkat mekanizması sonucu kurulmakta güçlük çekilen konsantrasyon ve sınavlar, geçmeye ve kazanmaya odaklı dersler, test kitapları içerisinde azan bir sol beyin yarım küresi ile ezilen, yok olmaya mahkum edilen, kullanılmamaktan ve eğitilmemekten ötürü körelen bir sağ beyin yarım küresi gerçeği...

  Ne yaparsanız yapın, ne tür bir eğitim verirseniz verin, ebeveynler, mahalli çevre ve öğretmenlerin hal dili; davranışları, dünyaya bakışları ile küçüğün üzerinde yontular, şekillendirmeler olur. Memuriyetten, ek ders ücreti hesaplamaktan, kariyer planı yapmaktan kendini alamayan lakin araştırma, öz geliştirme, kitaplar dünyasında yolcu olamayan bir öğretmenin cebren öğreteceği şeye öğreti değil, korkuya dayalı hatimcilik denir.

  Aile okulu içindeki kişisel öz gelişimi desteklemeyen, aydınlanma, erdemli insan olma, hayata merak dolu gözle bakma, sorma ve sorgulama pratikleri içerisinde büyümeyen, anne ve babanın iş ve diğer nedenlerle ortadan kayıp olduğu, otelden farksız bir aile düzeninde evin çiçekleri olan çocukları kim sulayacak, dersiniz?

  Yapması gerekenler yapmaz ise başkaları yapar ve sular o masum, saf ve her biri deha olabilecek beyinleri. Kah kirletirler, yıkarlar içini ve yasadışı bir sürü yola düşürürler kah olduğu yerde çürümeye terk edilir, mahalle kahvehanesinin müdavimi olur, vasatlaşıp bir yerlere kapak atarak emekliliğini bekleyen, modern işçi sınıfının bir ferdi olur.

  Genç çevre ile şekillenir: Gelişigüzel değil, özenle atılmalı yontu hamleleri, ham bir ağaç üzerine. Öylece ortaya çıkar, sanat eseri harikuladeler.


  Zorla değil, şevkle ve içini aşk doldurarak yapılır eğitim ve öğretim. Bilgi külçeleri altında ezmek ve ezilmek değil, onların neden ve nasılları üzerinde odaklanmak, yorumlama kabiliyetini kazanmaktır, asıl ilim.

  Öğreteceğim, eğiteceğim diye körpe fidanları öğrenmekten, hayata mercek tutmaktan soğutan ve ağzından "bu nesilde de hiç iş yok" suçlamasını sorumsuzca yapanların bir kez daha takkelerini önlerine alarak düşünmelerini, bu toplumun canları, ciğerleri, kuzuları, çocukları, çiçekleri, gelecekleri adına, acilen bekliyorum.

Cem TURAN

13 Eylül 2014 Cumartesi

ÇÖPTEN SİYASETE MEDENİYETLER İTTİFAKI

  Kendinize müthiş bir iyilik yapın, dilediğiniz bir gün, dilediğiniz bir saatte. Dondurun saati, bırakın evde telefonu. Kimseler sizi bulamasın, hiçbir yerden aranan, beklenen veya bir yerlere yetişmesi gereken bir kimse olmayın, zamanı çağrıştıracak herşeyi ardınızda bırakıp kapıyı çarparcasına atın kendinizi dışarı. Sokağa çıkın ve ne olur, özel araba kullanmadan, eğer civarınızda kaldıysa, mahalle aralarında yürüyün biraz.


  Belki, bir bahçe duvarının üzerinde, farkınıza varınca donup kalan yeşil bir kertenkele belki de eğer uygun vakitse, mutfakların pencerelerinden dışarı sızan kesif, nefasetli yemek kokularını hissedin. Pencerelerin ardında, sofralar başında aile buluşmalarını, kaşık çatalların porselen tabağa vurarak çıkardığı şıngırtı eşliğinde hayal edin. Mahallenin hınzır kedisinin, pusuya yatmış civardaki güvercinleri izlemesine tanık olun.


  Size bir sır vereyim mi: Bir toplumu ele veren en önemli barometrelerden biri, çöpleridir. Çöpler iyiyse sosyallikte bir sıkıntı vardır. Çöpler kötü durumda ise, yani sadece kullanılamaz organik ve inorganik atıklardan oluşuyorsa paylaşımcı bir toplum içinde olduğumuzdan söz edebiliriz.

  Bugünün insanı, ayağına takılan birşey görmek istemiyor. Modası geçen herşeyden kurtulmak istiyor. Bırakın manevi bir değer olarak saklamayı, "belki lazım olur" düşüncesi ile barındırmaya bile tahammül göstermiyor. "Atayım, lazım olursa yine satın alırım" diyor, desem haksızlık etmiş olur muyum?


  Eskiden Avrupa'da yaşayan dostlarımdan dinlerdim, Avrupa çöplüklerini. Beyaz eşyadan mobilyaya, giyecekten oyuncağa hemen herşey, ekonomik ömrünü doldurup kullanılamaz hale gelmeyi beklemeden, modası geçtiği veya beğenilmediği gerekçesiyle neredeyse ambalajından çıktığı gibi çöpü boyluyordu.

  Yakın sayılabilecek bir geçmişinde yağ kuyrukları, ekmek karneleri gibi hatıraları olan bizden bir önceki nesle göre bu durum akıl almazdı. Zenginin malı, zöğürdün çenesini, bir dönem fötr şapkalı "Alamancıların" taşıdığı bu bilgilerle uzun süre yormuştu.

  Şimdi dönüp baktığımda, bizim çöplüklerimizde de aynı durumu üzülerek görüyorum. Koltuklar, kanepeler, çalışma masaları, beyaz eşyalar, elbiseler hatta bilgisayarlar... Oysa hala çok yeni gözüken bu eşyaların da hakkıydı, çöp yerine onlara ihtiyaç duyan, değerini bilecek ellere geçmek. 

  Çöpler aslında toplumsal sorumluğun bir aynasıdır; insanların toplumsal yaşamı ne denli umursadığına dair. Bana lazım olmayan, beğenmediğim, artık yetersiz gelenler, nicelerinin rüyalarını süsler ama çeşitli nedenlerden ötürü edinemezler. Ekonomik gücü yerinde olsa dahi, ihtiyacı olan bir tanıdığa kullanmadığımızı vermek, başta israfın önüne geçmek değil midir?


  Diğer taraftan çöpler, o muhitin insanlarının yalnızlıklarının da bir göstergesi: Demekki kendinden çıkan eşyasını verecek kimsecikler dahi bulamamış, ilişki kurup iletişime geçememiş. Acınacak bir durumdur, başkalarının halinden bihaber olmak, yan kapısında oturanın durumunu değerlendirmekten aciz olmak.

  Çılgınlaştırılmış bir tüketim toplumunun alicenap fertleri olarak, bir elimiz sürekli almaya diğer elimiz de atmaya çok alışmış durumda. "İndirim" ifadesinin bilinçaltımıza kazınan dayanılmaz hafifliği, pazarlama cambazlarının hünerleri ile birleşince gaza gelip, ihtiyaç ve kişisel uyum sorgulaması yapmadan kartlarımızla alıveriyor, henüz taksitleri bitmeden de aldıklarımızın suyunu ısıtıp bir güzel ayağını kaydırıyoruz, değil mi? Ve akıbeti kaçınılmaz bir şekilde çöp oluyor, çoğunun.

  Bu eğilim sessiz sedasız, yazılı olmayan sosyal etkileşim yöntemleri ile bir salgın gibi yaygınlaşıyor, kurumsallaşıyor, süreklilik gösteriyor ve sonuç: Hoşgeldin yeni kültür! Kim ne derse desin, kültür alışkanlık kazanılan eylemlerin topluca kabul görmesi ve en önemlisi, zamana yayılması sonucu, üzerimize kalıcı olarak giydiğimiz bir elbisedir.


  Vaktiniz olursa, eski bir Osmanlı sarayına, konağa yolunuzu düşürün. Topkapı, Beylerbeyi, Küçüksu gibi olursa, müze olarak kullanımı, iç donanımını muhafaza edilmiş olarak görmenize olanak verecektir. Saray dendiğinde zihninizde canlanan ihtişama nispetle, orada gördüklerinize bakın. O zamana göre hangi eşyalar ihtiyaç dışı sayılabilir, tespit etmeye çalışın. Kişisel tespitim, belki zümrüt işlemeli ve çok lüks olabilirler ama gereksiz değillerdir, mutlak bir fonksiyonu yerine getirmiş ve yoğun olarak kullanılmışlardır, çoğu.

  Bugünün sıradan bir evine göz atalım şimdi de: Belki birkaç kez dahi kullanılmamış mutfak araçları, mobilya ve aksesuar doludur etraf. Evlerimizde biz değil, adeta eşyalar oturuyor. Ve reklam dünyasının yeni takdimlerine de her zaman açığız. Gereksinim sorgulamadan dünyamıza alıvermişiz, birdenbire.


  Günümüz modern insanının çöplerinin oluşma gerekçeleri ve çöplerden kurtulma yöntemleri gerçekten, sosyolojik tezlere konu olabilecek derinlikte toplumsal ipuçlarını içinde barındırıyor. Sadece bize özgü bir durum değil elbette bu kötü hal, tüm dünyayı sarıp sarmalamış, bir ahtapot gibi. Ancak her dem her bahane ile övündüğümüz, geçmişten gelen güçlü kültürümüz bize kalkan olmalıydı, içeri sokmamalıydı böylesi bir girdabı, bencilce tüketerek başta kendisini tüketme hastalığını. İhtiyaç fazlasını değerlendirmede, çöplüğü bir gereksinim sahibi insana tercih etmemeliydi, övündüğümüz türde insanlar.

  Fakat öyle güçlü, karşı konulmaz ve sürekli geldiki rüzgar, bir boraya dönüştü. Biz geçmiş kültürümüzle böbürleneduralım, onun rehavetinde beklemediğimiz bir anda, ansızın vurdu ve bünyeye bulaştırdı virüslerini.

  Sosyallikten, sosyalizmden, sosyal siyasetten bahseden, köşede bucakta iki dakikada memleket kurtaranların gelişmişliği tüketmekte sanmaları ve bu hastalıklarda baş aktör olmaları ise ne acı.

Cem TURAN

SİZE BİRİ PUL KOLEKSİYONUNU GÖSTERMEK İSTERSE

  Bu ilk cümlelerim gözünüzü korkutmasın. Teknik bir yazı yazmayacağım, sadece meslektaşlarım ve diğer teknik insanların benzetimlerini  kolay kılmak üzere hatırlatıcı bir baş not olarak yazmak istedim: Bilgisayar bilimlerinin bel kemiği olan sayısal mantık yapılarını ve bu mantıkları işleyen devre tasarımlarını iki başlığa ayırırız: Kombinasyonel mantık (Combinational Logic) geçmişi yok kabul edip anı yaşamanın, o anki verilere göre sonuç üretmenin adı ve sıralı mantık (Sequential Logic); sonucun geçmiş durumların üzerine yeni verilerin de eklenerek elde edilmesi hali. Yazımda, duyup duyabileceğiniz yegane teknik detay bu olacak. Şimdi keyifle okuyacağınızı umduğum, sosyal içerikli bir yazı sizi bekliyor, buyrun...

  Kütüphanenin üzerindeki, yıllardır açılmayan kutuyu indirdiğimde, beni bu kadar çok etkileyecek süprizleri sunacağını nereden bilirdim? Tavan arasında, dededen kalmış, gizemli sandık edasıyla kapağını araladığımda, Y Kuşağının iki temsilcisi olan kızlarımdan oluşan azmettirici hazirun ile birlikte nefeslerimizi tutmuş bir haldeydik.

  Kutunun içinden 80'li yılların başlarından itibaren biriktirmeye başladığım, ondan birkaç on yıl öncesine kadar derinleşip 90'lı yıllara kadar tutkuya sürdürdüğüm pul koleksiyonum çıkmıştı. Evet, pul koleksiyonu: 1970'li yıllardan 20. Yüzyılı kapatana kadar geçen süre içerisinde özenle biriktirilmiş ve cımbızla yerlerine yerleştirilmiş pul ve filateli koleksiyonum karşımdaydı.


  Biriktirmek, toplamak... Günümüz insanının giderek uzaklaştığı, uzaklaştıkça anlamsız gördüğü nostaljik bir uğraşı mıdır, gerçekten? Çocukluğumu hatırladım birden ve mahsunlaştım. Eğer biriktirmek, bugünün değerleriyle gerçekten beyhude bir işse, çocukluk arkadaşlarımla biriktirip değiş tokuş yaptığımız, bizim için paha biçilmez olan gazoz kapağından rengarenk kibrit kutusu kapaklarına, sakızların içinden çıkan karikatürlerden araba kartlarına hatta nam-ı değer "kaymak taş", yerde kaldırarak oynadığımız küçük mermer parçalarından rengarenk misketlere kadar, hepsi değersiz miydi gerçekten? 

  Alışveriş merkezleri ile tanışıklığı olmayan o zamanın çocukluğunun masum, küçük şeylerle yetişip mutlu olan ve o sıradan malzemelere önem atfedecek türlü oyun icad edenler nesline yetişmişlerden biri olarak, biriktirmeyi değersiz ilan etmenizden duyacağım üzüntü elbette büyük olur. Yan yana dizilen misketlere hitaben oyuncuların "son, son bir, son iki..." diye girdikleri öncelik yarışı henüz canlı canlı hatırımdayken, rekabet ve arkadaşlığın sağlam bir tezahürü olan bu biriktirmelerin, bugünün bilgisayar çocuğu için bir anlam ifade etmemesi çok acı.


  Korkarım sadece çocuklar değil, toplumun geneli için de biriktirme uğraşısı çoktan anlamını yitirmiş gözüküyor ki aradan geçen yıllar içinde cilt ve dikişleri tahrip olan müstakbel pul defterimi yenileyebileceğim bir kırtasiye bulamadım koca İstanbul'da. En büyük kırtasiye  zincirlerinden küçük mahalle kırtasiyesine kadar haftalar içinde  sormadığım yer kalmamasına rağmen benzer tepkilerle karşılaştım, sözbirliği yapılmışçasına:

- Vardı da yeni bitti. (Klasik müşteri kaybetmeme refleksi)
- Abi, pul defteri de ne?
- Ben de biriktiriyorum aslında, internetten.
- Yok efendim.
- Ben işe girdim gireli, öyle birşey gelmedi.
- Sahaflara ya da antikacılara baktınız mı?
- Artık kimse istemediğinden, yıllardır getiremiyoruz (En dürüst olanı)
.....

  Doğrusu, bir pul defteri almanın bu denli zor olacağını tahmin edemezdim. Demekki halkın bir daha pul biriktireceğinden umudu kesip, pul defteri üretimine son vermişlerdi, birileri. Eskiden hemen her kırtasiyede çeşit çeşit bulunan pul defteri, şimdi tam anlamıyla, sırra kadem basmıştı.

  Sadece puldan ibaret değil ilgisizliğimiz. Meğer biriktirmeyi neredeyse bütünüyle rafa kaldırmışız biz. Kendinize sorun, neyi biriktiriyorsunuz? Özellikle 20 yaş altı gençler... 

  Biriktirmek zamana bir başkaldırıdır: "Geçmişi burada, şimdiki zamanda" diyebilmektir. Bu birikimin gelecekle de bir şekilde bağlantıya geçeceğini ummaktır.

  Bugünün insanının böyle bir derdi var gibi gözükmüyor. Hatta ayağına takılan veya modası geçen her şeyden kurtulmak istiyor. 

Kültür Bakanlığı'nın müzecilik geleneğimizin sığlığı ile ilgili kayıtlarına bir göz atıyorum: Gerçek, profesyonel müzecilik Atatürk'ün isteği ile 1920'li yıllardan sonra bizde gündeme gelmiş. Ondan önce 1846'da Aya İrini Kilisesi'nde Fethi Ahmet Paşa'nın bu konudaki gayretine rastlıyoruz. Hepsi bu.


  Tezata bakınki, Anadolu gibi hangi taşı kaldırsanız altından tarih fışkıran bir coğrafyada biriktirmeye bu denli uzağız. Teknoloji tabanlı kültürel devinimin hüküm sürdüğü, hız tutkunlarının yaşadığı bu dönemden sonra böyle bir alışkanlık kazanılır mı, emin değilim. Bir de antropologların Afrika'nın bilmem neresinde bulduğu dinazor kemiklerine varana kadar geçmişe dair ne varsa toplayan, sergileyen, tarihi geçmişsizlik içinde kültürel zenginlik üreten toplumlara dönüp bakalım mı? (Tarihi sahipleniş ve müzecilik konusunu başka bir yazımda etraflıca ele alacağım. Takip edebilirsiniz.)

  Sonuç: Geçmiş, tanımsız. Şimdi işleniyor. Gelecek öz kontrol dışı, öngörülemiyor. Yeniden ilk paragraftaki teknik açıklamama dönecek olursam, kombinasyonel yaşıyoruz; sadece bu anı hızlıca tüketiyoruz. Geçmişle ilgilenmek, geçmişin unsurlarını biriktirmek, bunlar arasında ilişkiler kurmak, yani; sıralı, kümülatif bir medeniyeti yaşamak varken ve aslen, bir kültür ürünü olan, kültürle anlam ifade eden insana en yaraşan hal iken, tüm bunları eriten, kobinasyonel mantık devreleri gibi, anı yaşayan insanlar olmanın içe sindirilir tarafı var mıdır?

  Şimdi gelelim başlığımızın yarım kalan bölümünü tamamlamaya:

  Size bu devirde, birisi pul koleksiyonunu göstermek isterse...
  ...Onu alnından öpün, olur mu? Akıntıya karşı durmak herkesin harcı değil.

Cem TURAN

10 Eylül 2014 Çarşamba

MÜHENDİS ADAYLARINA NOTLAR: NASIL GELİŞMELİ?



  Özellikle henüz temel öğrenimine devam eden, müstakbel meslektaş adayı, üniversiteli arkadaşlarımın en çok yönelttikleri sorulardan biridir, kendilerini mesleki olarak nasıl geliştirecekleri. 

  Bir çırpıda, şunu bunu öğren nasihatleri havada uçuşadursun ve benden de "şunları şunları yut, ezberle" dememi, kendilerine niceliklerle dolu bir reçete vermemi can-ı gönülden bekleyedursunlar, sıradan bir yanıtla geçiştirilemeyecek kadar önemli bir konu olduğundan, her defasında uzun uzun derdimi anlatmaya çalışıyorum: 

Mühendis: Hendese bilen insan: Hesabı kuvvetli antisosyal eğilimli, beyni tilt oyunu gibi takur tukur çalışan mahluk.. Bırakın bir kenara, mühendislik hakkında modası geçmiş tüm bildiklerinizi.

Bir mühendis adayı şu sorulara kafasında, makul yanıtlar vermiş olmalı: 

- Ben bu mesleği yeterince iyi tanıyor muyum? 

- Bu meslek neden var, hayatın hangi boşluğunu doldurmak için görev yapmakta? 

- Bu mesleği gerçekten çok seviyor muyum yoksa gelir ve sosyal statü gibi gerekçeler hatırına, aile ve çevre baskısının kurbanı mı oldum? 

- Belki karın tokluğuna bir yaşam da sunsa, sadakatle bağlı olacak kadar mesleğime sevgim samimi mi? 

- Değişimin, yenilikçi ve özgün düşüncenin neresindeyim? Hayal gücümün farkında mıyım? 

- Mesleki yaşamımın sonunda neleri başarmış olmak, beni mutlu edecek ve ömrümü iyiki uğrunda harcamışım, dedirtecek ? 

- Konforlu, yüksek standartta bir yaşam vaad eden kariyer mi yoksa bilim aşkı ve gem vurulmamış özgür bir ruhla idealist bir çaba mı? 

... 

  İnanıyorumki, mühendis olmak çok özgün ve dünyayı şekillendirici, sınırları hayal gücü ile çizili, engin bir seçilmişlik alanıdır. Onlar da ücretli çalışabilir, memur da olabilirler, şüphesiz ama memuri bir yaşam ve bakış açısıyla bakmayı alışkanlık haline getirip, hayalleriyle işlerini desteklemezlerse, yazık ederler diye düşünürüm hep. 

  Mühendislik, ıssız bir adada tek veya beraberindeki küçük bir grupla yapayalnız kalınsa bile, sıfırdan bir medeniyeti yeşertme cüretini gösterebilmektir, aslında. Burada da hayal gücü ve yöntem bilgisi vazgeçilmezdir. 

  Bunlar konusundaki zaaflardan olmalı, genellikle mesleki gelişimden anlaşılan yada anlaşılmak istenen, mesleki aletlere özgüdür çoğunlukla. 

  Bizden örnekle; pekçok öğrenci programlama dillerini öğrenmenin, yazılım geliştirmek için yeterli olduğunu düşünür ve her an gündemlerinde yeni bir programlama dili vardır, öğrenmek için peşinden koştukları. Yarın film geri sarıp tekrar eder bir başka dil için çünkü her alet gibi miyadı dolar, fazla geçmeden. Yerini farklı bir sürüme ya da radikal bir başkalığa bırakıverir.

  Oysa yazılım, öncelikle bir sanattır, Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu tarafından koruma altına alınmıştır. Dolayısıyla, sanat özgünlüktür, emsalsizliğe yönelmek ve hayal ile sekilleniş... 

  Bunlar ise iyi bir analiz, kurgu, tasarım ve beyin jimnastiği eşliğinde olabilir. Kötü düşünülmüş bir projeyi mükemmel kodlasanız da ne anlam ifade eder, düşünün. 

  İyi bir gözlem yeteneği ile hayal edebilme potansiyelinin damıtıldığı bir süreçtir; bilişimde, bilgisayar bilimlerinde mühendis olmak. Alanınız yazılım olmasa bile sizi özgün ve inovatif kılacak bu yaklaşımlar, yol göstericidir. 

  Unutulmamalıki, her yıl daha fazla insan, mesleğinize ortak ve belki de rakip olarak mezun olmaktalar. Aynı kodları yazan pek çok insandan biri olmak, her an ikame edilebilir, yerini başkaları alabilir olmayı kabul etmektir. 

  Halbuki inovatif bilişim mühendislerinin her biri taklit edilemez tarzlarda, algılayışta olabilirlerse gelişirler ve geliştirirler. Başkalarının izleri üzerinden gitmeyi alışkanlık haline getirenlerin topluma yenilik adına ne vermesi beklenebilir? Bir akarsu yatağının dışına çıkmayı göze alabilirse yeni topraklarla buluşabilir, susuzluktan yanmış karalarda vahalar oluşturabilir.

  Pekçok alanda olduğu gibi, tersi olması gerekirken, taklitçiliğin ağırlıkla hüküm sürdüğü, sıradışılığın daha nadir görüldüğü, özgünlükten uzak bir alan olmaya başladı, bilişim. 

  Hepsi için daha iyi görmek, soyutu somutlaştırabilmek gerek. Bir öğrenci aletlerin peşinde koşmayı tadında bırakıp, mesleğinin felsefesi ve derinlikleri konusunda yol almaya çalışmalıdır, kanaatindeyim. 

  Dünyaya geliş nedeni, yaşamın kendine ve mesleğine atfettiği sorumluluklar hakkında hiç kendisine soru sormamış, kendince tutarlı ve anlamlı yanıtlar geliştirmemiş bir mühendisin cürümü, cebir cengaverliğinden, denklemler içinde sanal gerçekliklere mahkûm olmaktan öteye geçebilir mi?

  Hiçbir pozitif bilim dalı, beşeri ve sosyal bilimlerle ilintisiz ele alınmamalı, aslında. Ucu insana dokunmayan, hayatı her geçen gün mekanikleştiren, insanı insan olmaktan çıkarıp zembereği kurulu bir saat gibi monotonluğa, tek kalıpçılığa zorlayan günümüzün bazı modern şablonlarının ardında, insanı öncelemeyen mekatronik mühendislik anlayışı mı sebep, dersiniz?

  Sosyal bilimlerle ilişki bahsini biraz daha açmak istiyorum:

Şüphesiz herşeyin başı, insanı sevmek ve insanlığın bir ferdi olarak bunun sorumluluğunu her projede hissetmek gerek. Bugünün yaşam normlarını şekillendiren en keskin alettir, teknoloji. Atılan her adımda insanlığa fayda aramak kaçınılmaz bir refleks olmalı, mühendis için. Hayata dair hiçbir yontu, masa başında ütopik düşünceler üreterek şekillenmemeli, bundan dolayı.

  Empati yeteneği gelişkin olmalı mesela: Masasındaki projeyi tasarlarken, hem kendi oturduğu taraftan bakarak hatasız gerçeklemenin zeminini hazırlamalı hem de projenin etkileyeceği kullanıcılar, insanlar cihetinden olaya bakabilmeli. 1990'ların ortalarında ilk CRM uygulamam kapsamında, gerçekleştirerek kendimle gurur duyduğum, tanınmış bir mağazanın kredi servisindeki ortam içi sesli borç bakiyesi anonsu müşterilerin pek hoşuna gitmemişti. Öyle ya, insanlar toplum içinde "bize şu kadar borcunuz var" diyen bir robotik sesten hoşlanmazdı, rencide olurdu. Anladımki, borç meseleleri bizde fiskos seviyesinde, sessizce çözülür.

  Ve tarihle de arasını iyi tutmalıdır, teknik insan çünkü bugün için birşeyler üretmek, dünün yaptıkları ile yükselen duvarın üzerine yeni bir tuğla koymaktır. O halde, duvarın doğru yerine, gerekli tuğlayı koyabilmenin tek yolu vardır: Duvarın mevcut halini ve nasıl yükseldiğini görmek! Dönüp baktığımda, ezbercigiller ekolünün aksine, bugünün öğrencilerine okutulan ve anlayamadığım en kompleks teorileri, kuramları ortaya atanların, geliştirenlerin biyografilerini okuyup, o şartlar altında yaşayan bir kişiymişcesine irdelediğimde, satır aralarında buldum, aradığım yanıtları.

  Sonunda bam teli: Hiçbir mühendis adayı kopya çekmemeli. Öğrenciliğin kopyasının, profesyonel yaşamın hırsızlığı olduğu bilinmeli. Daha ağır ifadeyle yeniden altını çizmeliyim: Eğer hırsızlık hak edilmeyene uzanışsa, şu meşhur, "tüy bitmedik yetim hakkı" yiyenler, kamu malına hıyanet edenler, kuyumcu soyanlar ile kopya çekenler arasında hiçbir fark yoktur; biri hak edilmemiş maddesel varlık, diğeri de hak edilmemiş not çalar. Muhtemelen ahlaktan yoksunluğun, "çıkar için herşey mübah" güdüsünün ve yüz kızarmadan çalıp çırpmanın ilk pratiğidir, okul sıralarındaki kopya. Kopya ile alınmış bir liyakatin ömür boyu suçluluğunu duymak, hak edilmemişlik karşısında ezilmiş kalmak neden? Ahlâken sakat bireylerin geliştireceği sistemler de sakat olur. Çünkü ilime haram karıştırmak olmaz.

  Ancak bu gibi konulardaki farkındalığımızla, hafızlığı bırakıp gelişimden gerçekten söz edebilen, yorum gücü kuvvetli ve insanlık adına çalışan, mezuniyetlerde edilen yeminlere sadık, etrafına aydınlık katan, "aydın" mühendisler oluruz. Dünyaya değer katma güdümüz, ortak paydamız olmalı.

  Ve öyle mühendislere toplumumuzun ekmek gibi, su ve hava gibi ihtiyacı olduğuna yürekten inanıyorum.

Cem TURAN

KONU TEKNOLOJİ İSE İÇİNİZİ KEMİREN SORU: ACABA NE MARKA ALSAM?


En sık sorulan klişe sorulardan birisidir, alınacak bilgisayarın markasının ne olması gerektiği. 
Bir motorlu araç istiyorum, acaba hangi marka olsun, sorusuna vereceğiniz yanıt ne olur? 

Önce teknik sınıf ve özellikleri gelmelidir, değil mi? Binek mi, ticari mi, kamyonet mi, otobüs mü, hatta bir dozer mi? Bunların hepsi motorlu araçtır şüphesiz. 

Ve eğer sizin marka dışında bir ürünü ifade eden hiçbir parametreyle ilgilenmediğiniz, teknoloji marketlerin, bu iş için yetiştirilmiş azman satış görevlileri tarafından sezilmeye görsün. Size bisiklet gerekliyken dozeri satıvereceklerdir. Maksat, ayağınız alışsın. 



Evet, daha çok pirim kazanma telaşındaki bir satıcının sizin ihtiyaçlarınızdan çok, daha çok kazanç getiren en pahalı ürüne yönlendirmesi ahlaki olmasa da en sık görülen durum, maalesef. 

Her alımınızda olduğu gibi, teknoloji ürünleri ve bilgisayarda da ihtiyaçlarınızı sorgulamalısınız: 

Bu bilgisayara neden ihtiyaç duyuyorsunuz? 

Onunla ne işler yapmayı planlıyorsunuz? 

İş için mi, özel amaçlı mı kullanım öngörüyorsunuz? 

Mobilite mi performans mı güvenlik mi? 

Nerede, hangi koşulda, kimler kullanacak? 

... 

Gibi soruları kendinize sorarak bilgisayar kullanım amacınızı netleştirin. Bu bilgiler ışığında bir profesyonele danışabilirsiniz. Marka ondan sonra belirecektir, kendiliğinden. 

Bir markanın bütün ürünleri güzeldir algısı, son derece yanıltıcı ve tehlikelidir. Biri sayfa yazıcıda iyidir ama bilgisayarı vasat olabilir. Biri monitörde fenomendir ama notebook'u patlayabilir... 

Büyük paralar vererek, fedakârlıkta bulunarak bir bilgisayar edinmek istiyoruz. Tüccarın kârı düşüldükten sonra geriye kalan bütünüyle yurtdışına giden para. 

Oysa bilgisayarın ana hammaddeleri plastik, biraz bakır ve deniz kumu (silisyum) ! Yanlış duymadınız onca para verip aldığınız bilgisayarınız, birkaç dolar bile etmez maddelerden yapılıyor. Üretmiyoruz ama hiç olmazsa tüketimini bilinçli yapıp, kurtlara yem olmayalım. Ne dersiniz?

Cem TURAN

5 Eylül 2014 Cuma

LİDER NASIL OLUNUR?

  Ne tuhaf bir soru? Ama soranı çok çünkü olmak isteyeni çok. Oysa etkilendikleri hep başarılı örnekler. Belki de gerçek bir lider bile değildir, model olarak seçtikleri. Bakalım bu makaleden sonra da aynı şeyi düşünecek misiniz:


  Bireyin sadece çevresel koşullarla şekillendiğini kabul eden görüşe "Boş sayfa" yaklaşımı, der sosyal bilimciler. Yani; insan bomboş doğar ve sonradan şekillenir, neyi varsa. 

  Oysa insan böyle bir varlık değil. Her sistem bir ilk değerler (initial, default values) üzerine çalışır. İlk değerler olmadan her varlık tanımsızdır: Bir kapı varsa rengi, ölçüsü ve modeli vardır. Bir otomobil varsa motor özelliği, kapıları, lastikleri, rengi vardır. Bu sıfatlara değer atamadan bu nesnelerin varlığından söz edemeyiz. 

  İnsan da öyledir; bomboş bir sayfa olarak dünyaya gelmez şüphesiz. Gözle görünür, fiziki özelliklerinin ilk değerlerinde şüphemiz yoktur: El sayısı=2, Ayak sayısı=2 gibi. Lakin iş manevi, ruhi ve kişilik boyutuna geldiğinde tam bir muamma alan oluşur ve bu da psikologlar, sosyologlar, toplum bilimciler ve diğer sosyal bilimciler için ideal bir atıp tutma ortamı sağlar. 

  Geçirdiğimiz son yüzyıllar, insanın beyin algıları, genetiği ve davranışları üzerine kıran kırana geçen, bilimsel ünvanlı kişilerin çarpışmalarına sahne olmuştur. Ancak buna rağmen insanın derin muhteşemliği içerisinde alınan veya alındığı sanılan yol, bir arpa boyu kadar değildir. İnsan ne doğuştan özelliklerinin ne de sonradan, çevresel koşullarla elde ettiği alışkanlıklarının tek başına ürünüdür. Doğuştan gelen ilk değerler çevresel koşullarla şekillenir: Ya gelişir ya körelir. 

  Bilgisayar bilimleri, insan düşünce şeklinin ve beyin fizyolojisinin bir modelidir ve yıllardır bu yüzden işimi çok seviyorum. Dolayısıyla meslektaşlarımın kıyı sularından ayrılıp, biraz daha sosyal bilimler, enformatik, inovasyon gibi adacıkları da görebilecek kadar açılıyorum. Çünkü bilgisayar bilimlerinde attığım her adım beni insan denen derin okyanusu keşfe bir aşama daha yaklaştırıyor. Bu durum ise sosyal bilimcilerden farklı bir açıdan olaylara ve insana yorum imkanını sanırım bana veriyor. 

  Bu bilgiler ışığında, "lider nasıl olunur? " sorusuna yanıtım, ilk değersiz lider olunamayacağıdır. Liderlik de tıpkı diğer vasıflar gibi, doğuştan gelen bazı ilk değerlerin üzerinde şekillenen ve kendisine yön bulan çok özel bir kişisel özelliktir. 

  Yöneticilik asla liderlik değildir. Yöneticiler, kendileri için tanımlanmış yollardan geçerek, belirli bir düzeni korumak için varlardır. Oysa liderler kendi yollarını kendileri çizip, takip edilmesi istenen yolları ellerinin tersiyle itecek yapıda insanlardır. Bundandırki, eski köye yeni adet çıkaran, toplumun normalleriyle sürekli savaş halinde, bu nedenle avam tarafından yadırganan hatta dışlanabilen, genellikle savaşlarını yalnızlıkla vermek zorunda kalan özel kişiliklerdir. 

  Bir toplum lider kişiliklerin elinden tutmalıdır. Yalnızlıklar ve potansiyellerini değerlendirememenin verdiği iç sıkıntısı, eğer bu iç gücün doğru bir dışavurumu sağlanmaz ise, ruhsal rahatsızlıklara neden olabilir. En basit haliyle, birey pes edip normalize olur, yaşadığı topluma büyük değerler katabilecekken diğerleri gibi vasatlaşır, kah arkadaş gruplarına ve gece hayatına düşer kah mahalle kahvehanesinin müdavimlerinden biri olur. İç sesini bastırmak için sigara, alkol, uyuşturucu gibi hayati tehlikeli ve zararlı bağımlılıkların içinde bulabilir kendisini. Yapılan araştırmalar, terör örgütleri yönetenlerin de, toplumca çocukluklarında değerlendirilmemiş bu yapıdaki üstün zihni yapılı lider kişiliklerden oluştuğunu ortaya koymaktadır. 

  Liderlik bambaşka birşeydir. Seçilmişliktir, yalnızlık içinde ızdırap dolu, dikenli bir yolda yürümeye dönüşebilir ve sahibi için taşınması zor, ciddi bir sorumluluktur aslında. Fakat diğer taraftan gerçek bir lider, canı pahasına davasından, inandığından vazgeçmeyendir.

  Liderin, yolculuğunun sonunda başarılı olursa bir kahraman, olamazsa deli, meczup hatta hain ilan edilmesi gayet olasıdır. Zaten sıradan insan olmakla onun arasındaki farkın sırrı da buradadır: Bir lidere göre sıradan yaşam kafasını kuma gömerek yaşamaktan farksızdır ve inanılan şeyi mümkün kılmak için her yolu denerken, civarındakiler için bu uğraşı anlamsız, budalacadır.


  Beynin sağ yarısının müthiş bir iktidarıdır, liderlik. Yönetimsel ve sosyal olgular, yorum ve sentezlemeler bu nedenle vazgeçilmezlerdir. Beynin sol yarısı ile analitik, sayısal ve mantıksal kabiliyetleri nispetinde, sağ beyin lobunun tam itaatle emrindedir. Bu muhteşem aktivite, bugünün nöroenformatik görüntüleme ve sinyal okuma teknolojileri ile kendini iyiden iyiye belli eder.

  Yılmak yoktur, liderin sözlüğünde. Amacına erişmek için, kendi çizdiği yolda yürürken sayısız kez düşer belki; iflas eder, incinir, savunduğu tezi çürür ama hepsinde ayağa kalkıp, tozlanan üstünü silkeleyip yoluna azimle devam etmeyi bilir. Sanki hiçbir şey olmamış gibi hatta daha da gayretle.

  Birkaç yıl önce vefat eden Apple'ın kurucusu Steve Jobs'a bakın, örneğin: Çalışanlarının çoğu tarafından sevilmezdi, çok stres ve düşünsel baskıya maruz bırakıldıklarından dolayı. Ama heme hiçbiri, Jobs'ın hayaline herkesi inandırma gücünün etkisinden kurtulamazdı. "Gerçekliği saptırma gücü" diyor, yakın arkadaşları, öylesine büyüktüki; mümkün gibi gözükmeyen, olmasına ihtimal dahi verilmeyen ne varsa önce kendi inanır, sonra tüm ekibini buna şiddetle inandırırdı. Başka kim, kendisinin kurmuş olmasına rağmen, kendisini anlayamayan ve sonunda bunalarak kovan, sıradan yöneticilerden oluşan yönetim kuruluna inat, şirketinin çatısına korsan bayrağı asıp bir grup çalışanla birlikte kazan kaldırmayı akıl eder ve göze alır?


  Lider bireylerin bakışları hüzünlüdür, bazen civarındaki hiçbir şeyle ilgilenmediğini ele veren donmuş bakışlar sergiler ama asla anlamsız ve boş ifadeye bürünmez. Çünkü beynini çok boyutlu, çoklu görev dağılımlı (multitasking) bir yapıda kullanmayı öğrenmiş ve her an düşünce üretim bantlarında mıncıkladığı fikirlerle meşguldür. Bu durum yorucu ve yıpratıcıdır. Beynin durmamacasına aktivitesini sürdürmesi, lider için sıradandır.

  Hafif ve zaman zaman ağır, agrasif, kızgın bir sima ile de çıkabilir, haliyle. Hayatı hep zor yaşar, hep limitlerde gezinir, başkalarının adım dahi atmadığı bakir düşünce tepelerinde yapayalnız gezinirken, alışık olduğu belirsiz akıbet içinde olma hali her an tetikte ve eğlenceden soyutlanmış bir ruh haline bürür, kendisini.

  Anlaşılmak ister, aynı gözle bakıp hayatın derinliklerini görebilenler ister ama ne mümkün, bir hayli zor bulunur beyninde bu perdeleri kaldırmış olan. Bu ise gergin, sevimsiz diyaloglar ve yalnızlığa bir adım daha yaklaşmak anlamına gelir, çoğu kez.

  Hiç de düşündüğünüz gibi değilmiş, değil mi? Yabancı kitaplardan okuduklarını size kişisel gelişim adı altında satıp, "siz de lider olabilirsiniz" diyerek umut tacirliği yapanların çoğunun fersah fersah uzak olduğu, hiç tanımadığı bir haldir, liderlik. Öyle alınıp satılan, enjekte edilen, yokken oldurulan bir şey hiç değilmiş. 

  Bu kadar sizi liderlikten soğuttuktan ya da sonradan olunamayacağına inandırdıktan sonra bir de ters köşeden bir hamle yapayım: Lider olabilirsiniz elbette, eğer gerçekten "lider nasıl olunur?" sorusunu kendinizi sormaya ve kendinizle özdeşleştirmeye başladıysanız, saydığım bunca emarenin gömülü olduğu toprağın üzerinde bir yerlerde geziyor olabilirsiniz. Gerisi doğru bir eğitime, doğru bir çevreye ve kendinizi keşfe kalıyor. 

  Ve farkında olmanızı istediğim gerçek: Bütün hikaye hayal kurmakla başlıyor. Hayallerinize güvenin ve sahip çıkın onlara.

  Biz, geleceğe yön verme potansiyeli olan liderlerimizi genellikle sıradanlaştıran çevresel etkiler yüzünden kaybediyoruz. Liderler, bir toplum için mutlak birer cevher, topluma kabuk değiştirten, çağın ötesini kurgulama yetisine sahip lokomotiflerdir.

Bu konuyla ilgili ve eğitimin lider üzerindeki rolü hakkında aşağıdaki makalemi okuyabilirsiniz:


Cem TURAN