30 Ekim 2015 Cuma

ANTİK BADANALI EVLER

Çılgınlığın genetik bir yönü var mıdır, bilmiyorum ama gerçekten çılgınlık seviyesi son derece yüksek insanların yaşadığı bir diyardır, Anadolu. Gökyüzünden bulut, ikliminden yağmurun eksik olmadığı Avrupa ülkelerine baktığımda; insanlarının da ülkelerinin meteorolojik karakteriyle uyumlu kişilik özellikleri sergilediğini gözlemliyorum: Soğuk, mesafeli, resmi, mekanik, monoton, uysal...

Bir de bize bakıyorum: Dört mevsimin dördünü de her an hemen yer yerde yaşayabilme potansiyelimizden midir bilinmez, insanımızın ne zaman ne yapacağı pek de kestirilemez. İyi tarafından bakıldığında; sıkıcılıktan çok uzak, renkli mi renkli, hareketli, şaşırtan olaylar hiç eksik olmaz manşetlerimizden. Sıradan vatandaşından siyasetçisine, hocasından öğrencisine, müdüründen memuruna kadar hemen hepimiz Akdeniz ikliminin etkisiyle olacak, daha bir sıcaklık yayarız hareketlerimizde, selamlaşmalarımızda, konuşmalarımızda; şirazeyi pek umursamayız.


Emin olun, bu hal yeni değil hatta bence bize de özgü değil. Coğrafi özelliklerde, bulunduğumuz enlem ve boylamın bize kazandırdığı bir hal olsa gerek. Anadolu medeniyetlerinin tarih filminde bıraktığı izlere bakıldığında, benzer çok renkliliğin örneklerini görmek her zaman mümkün.

Hazır, sözü tarihe getirmişken; size yine renk kartelamızın derinliğini gösteren bir başka örnek sunmak istiyorum: Vaktiyle, ülkemizdeki en kurumsal antik yerleşim bölgelerinden birini ziyaret etmiştim. Etkilenmemek mümkün değil, binlerce yıl öncesinde şaşılacak medeniyet seviyesinin ürettiği koca bir şehir: Meclisi, stadyum ve amfi arenası, hamamlar, umumi tuvaletler, ticarethaneler, tapınaklar, heykeller, abideler, okullar, akademiler, eczane ve hastaneler, kanalizasyon ve su dağıtım sistemi...


Böyle uzun uzun sayıp döktüklerimin bazısının yerinde yeller esiyor; ancak hayal edilebilir. Kimi civardan yeniden derlenerek inşa edilmiş, kimi kısmen var; andırıyor, kimi de var ama orjinallikle ilgisi yok; dökme beton üzerine alçıdan kalıplar maharetiyle, olduğu tahmin edilen hava kazandırılmaya çalışılmış. 

"Neden böyle?" diye soruyorum. Yanıtım ilginç: "Götürdüler, yurtdışına kaçırdılar... Aslı British Museum'da... "

Baştan sona mermer işçiliğinin çok nadide örnekleriyle bezenmiş antik kentte, pek çok mermer kaplamanın, mermer büstün yerinde olmadıklarını görüyorum. Bu tuhaf durumu soruyorum görevliye, bu mermerler nerede diye. Yanıtı ise beni fazlasıyla şaşırtıyor: "Köylüler aldı."


Ne demek, köylüler aldı? Köylüler, dünya mirası listesine giren antik bir kentin parçalarını nasıl alır, mermer kaplamalarını nasıl söker, niye bunu yaparlar, nasıl yapabilirler?.. Aklım almıyor ama aynı zamanda o bölgenin yerlisi olan rehberimizden açıklama gecikmiyor:

Mermeri öğütüp toz haline getirdiğinizde kireç olarak kullanabilirsiniz. Bunu keşfeden köylüler durur mu? Mermerleri antik uygarlığın beşiği kentin böğründen söke söke alıp bir güzel öğütürlermiş meğer ve elde ettikleri kireçle de köylerindeki evlerini badana ederlermiş!..


...Zenginlik başa bela, kıymet bilecek bilgiden yoksunluk ise hepten felaket. Tahminlere göre, Anadolu coğrafyasında, halen toprağa gömülü beş binin üzerinde antik kentin üzerinde oturuyoruz. Yetkililer onların da başına benzer akıbetler gelmesinden korktuklarından olacak, ortaya çıkarmak yerine gömülü kalmalarını tercih ediyorlar. Onlar da eli dedektörlü hazine avcılarının talanına uğrarlar genellikle. Oysa bunlar turizme kazandırıldığında, ortak kültür mirasının bir parçası olacaklar. Tabi bunun için kültürü, tarihi kireç tozuna kurban etmeyecek eğitimli (sadece öğretimli değil) insanlar gerek. Tarihi, bir yatak gibi altımıza sermiş yatıyoruz; hazır bulmuşuz, kıymet bilmiyoruz.

Biz tarihin içinde doğmuş ve yaşam süren insanlarız. Bu ise bir doygunluk, farkındasızlık, umursamazlık getiriyor kimisine. Öyleki kirece yatırıyoruz tarihi ve badana olarak evcağızlarımızı boyuyoruz, boyanmasına göz yumuyoruz.

22 Ekim 2015 Perşembe

GELECEĞE DÖNÜŞ, GEÇMİŞE YÜKSELİŞ

Sanıyorum doğaldır ki bilim kurgu filmlerine özel bir ilgim oldu hep. Bu filmlerdeki öngörüleri, gerçekleşecekleri umuduyla seyrettiğimi hatırlamıyorum ama bazılarının senaryolarında tarih vermeleri, senaristleri açısından önemli bir risk almaktı aslında. Bilinmeyen bir zaman ve yerde de geçebilirdi olaylar ama yazarın bir tarih ortaya koyması, filmi sıradan bir kurgudan alıp kehanete varan iddialı bir yapım haline getiriyordu.


"O zamana kim öle kim kala, atayım kafadan" diye bir güdüyle işlenmedilerse, genellikle tarihli öngörülerin fiyaskoyla sonuçlandıklarını söyleyebilirim. Türkiye'deki zamanın televizyon teknolojisinden olacak; siyah beyaz olarak anımsadığım "Uzay Yolu 1999" isimli fenomen yapım bunlardan birisi. 1999 yılını uzay gemilerine binip, belediye otobüsüyle gidiyormuş edasıyla gezegenler arasında mekik dokuyacağımız bir yıl olacağı ümidiyle bekledim durdum. 


Oysa 1999 geldiğinde Doğan görünümlü Şahin'e binen insanlar vardı İstanbul'un karışık trafiğinde. Arabası olanlar araçlarına branda örtü örter, toz kondurmazlardı. Kısaca ayağımız halen yerküreye sımsıkı basıyordu. Ne tarifeli Ay uçuşları ne de Galaktikamız oldu bizim. 1999'da da İstanbul'un belediye toplu taşıma teşekkülü olan İETT halen halkın gözdesiydi.


Ama çok şey öğrendim ben bu filmden. Özellikle hayal etmeyi. İşin nerelere kadar varabileceği üzerine destekli atmayı. Işın kılıçları vardı örneğin, bir saniyede ışınlanan insanlar vardı ama akıllı telefonlardan ya da internetten kimse bahsetmiyordu örneğin. Yine de film, henüz teknoloji ve enformasyon tarafından böylesine sarılmamış seyirci için oldukça sıra dışıydı; başka bir dünyanın anlatıcısıydı.


Bendeki bir başka iz ise "Geleceğe Dönüş" serisine ait. Önce uçan bir araba hem sıradan çöple çalışıyor hem de vızır vızır zaman içinde akıp gidiyordu. Senarist sonunda abartıp bir zaman treni bile soktu, filmin finaline. Bir bilim kurgu filmi olmasına rağmen, duygusal ve sosyal yaşama daha fazla atıfta bulunan, başarılı bir yapımdı.


Geleceğe dönüş filminin senaristi, ikinci bölümde gelecek için 21 Ekim 2015'i karar kılmıştı. Neye göre belirlemiştir, bilmiyorum ama gelecek denen o tarih de bizim için geçmişlerden birisi oluverdi ve ben halen değil zamanda gitmek, en yakın çöp kovasındaki kokuşmuş çöpleri deposuna attığınızda gidebilen kara taşıtının özlemiyle bekleşiyorum.

Aramızda kalsın ama iyiki de yok henüz, zamanda yolculuk. Yeterince derdi ve stresi olan dünya insanlarının bir de zaman bunalımına düşmeleri, nerede ve ne zaman olduklarında tereddüt yaşamaları, tam bir kaos üretebilir.


Elbette gelişiyoruz, zaman akıp giderken ama asıl gelişmenin kendi algımızda ve özellikle sosyal yaşamı kavrayışımızda gerçekleşmesi gerekiyor. Civarımızdaki oyuncakların gelişimi, bugün şirketler tarafından pazarlanabilir ürünler sunabilmek için fazlasıyla fonlanıyorlar artık. Robotlar, elektrikli arabalar, bilgisayar türevleri her yanımızda. Kimileri tarifeli uzay yolculukları için astronomik rakamlara müşteri toplamaya başladılar bile. 

Emin olun; ilk yolunu bulan, para kazanmak için ışınlanmalı turizm şirketi de kuracak. Bu nedenle teknolojik gelişmelerin ivmesi hayal gücümüzün hızına yetişemeyebilir belki ama bir de hayal etmediklerimiz fazında yeni meyveler veriyor. Kimse sanal dezenformasyon araçlarının bu kadar tehlikeli olabileceğini öngörmemişti, örneğin.


En tehlikeli durum; oyuncaklarımız geliştikçe kendimizi de gelişiyor varsaymamız olur. Gelişim konusunda en küçük ivmeye sahip olan, sanıyorum biziz. Öyleki; artık aletlerin gölgesinde yaşıyor, sahip olduklarımızla kendi statümüzü dünyaya ilan ediyoruz. Sonradan kazandığımız bu kötü alışkanlık ise bizi, geçmişten daha az gelişmiş yapabilecek noktalara erişti. Evet; "geleceğe dönüş" yapacağımız günleri hayal ediyoruz ama belki de "geçmişe yükseliş" zamanı çoktan geldi.

Cem TURAN