30 Aralık 2013 Pazartesi

YİNE BİR YIL SONU: ŞÜKRANLA YAD ETTİKLERİM VAR


İşte yine bir yıl sonu. Tüketilen koca bir yılın muhasebesinin, üzerine yaşanan onca yılın bilançosu da eklenerek yapılacağı günler olarak baktım gördüm hep. Herkes yeni yılı kutlarken ben eski yılın, belki de mesleki bir alışkanlık gereği analizini yapmakla meşguldüm çoğu kez. İnsanlara fayda vermek için bir araç olarak gördüğüm işimde ve yaşantı çizgimde eğer bilançom artı veriyorsa yeni yıl için ayağı yere basan umutlar beslemekte kendime hak gördüm.

Unutamadıklarım da çoktur, unutmadıklarım da. Bunlardan benim için çok özel olan birisini sizinle paylaşmak istiyorum:

İşim gereği yabancı ülke temsilcileri ile de temaslarım oldu, önce müşterim durumundaki bu insanlardan bazıları zaman içinde dost olarak gördüğüm yakın insanlar oluverdi. Onlara ilmimce, dilimin söyleyebildiği ve aklımın erebildiği nispette ışık vermeye çalışırken onlardan da çok şey öğrendim.

Asla unutmadığım bir müşterim ve dahası dostum: Vatikan İstanbul temsilcisi merhum George Marovich. Dinler arası diyalog konusunda tam bir sembol, herkesin doğru olarak kabul ettiği ama yaşamına yansıtmadığı ne kadar insani özellik varsa sinesinde muhafaza eden, kalender bir insandı.

İlk olarak O'nda gördüm, beni utandıracak kadar zarafetle insana bakmayı. Her yıl sonu, "Size acaba bir borcumuz var mı? Borcum var ise kapatayım, yeni yıla borçla girmek istemiyorum." diye lütfeder, şirketimize kadar gelerek muhasebeye danışırdı. Bu memlekette bizlerin bize karşı bu denli bir hassasiyeti olduğuna ben başka bir yerde tanık olmadım.

Evlendiğimde ilk hediyemi yine kendisinden aldım. Hediye deyince, en yakın AVM'den paralar dökülerek alınmış cicili kutular aklınıza geliyor, değil mi? Üzgünüm, ne ben ne de sayın Marovich bu tür fabrikasyon kalıplara, materyallere itibar etmeyen kişilikler olduk. Sayın Marovich'in bizzat kendi elinden çıkan son derece zarif bir zarfın içinde çok kıymetli mektubu ve işlemeli, deri bir Cevşen vardı. Bunca yıldır "sakladığın en kıymetlin ne?" diye sorsanız tereddütsüz onlar derim. Hiçbir yerde satılmayan, hiçbir yerde eşi ve benzeri olmayan, her kalem darbesinde muhatabına verdiği değeri sergileyen emsalsiz bir hediyeydi benim için.
Benden de başkalarına, insanlığı, insanlığın taşıması gereken zarafeti hatırlatacak bir kalıt olarak geçecek bir gün elbette.

Neden mi anlattım bunları?
Yine yılbaşı, bir milad. Farkında olun ya da olmayın çok süratle tekrarlanan bir eşik atlama noktası, yılbaşları. Genelde de hayata bir değer vermek gibi endişe duymayan, alın teri dökülmeden yaşanan ya da özenilen şatafatlı hayatların temsilcilerinin eğlence için fırsat bildiği hatta kimileri için sınır bilmezliğin ayyuka çıktığı anlardan biridir yılbaşı. Bunlara sözüm yok ama be hey insanoğlu, hiç olmazsa oturup beş dakika "ben ne yaptım, nasıl geçti, ne yapacağım?" diye kendine de sor, sözler ver kendine gelecek için, niyet ortaya koy. Bunlar parayla değilki.

Diretilen tüketim toplumu olmanın bir gereği olarak soluğu sükseli mağazalarda almak yerine, oturup bir iki saatini hediye almayı düşündüğün kişi için harca, emek ver. Sevgini hecele kağıt üzerine, imzanı at ki senden dostluk mührü olsun ve hiçbir yerde bulunamayacak emsalsiz, saklanmaya değer bir hatıra kalsın.

SMS fabrikaları yine fazla mesai yapacak. İçinde ruh bulunmayan fabrikasyon mesajlar, ekonomik olsun diye bir SMS boyutu içine şairane bir şekilde yerleştirilecek. Bayramda, kandilde, özel günlerde, yılbaşında... yapıldığı gibi içlerinden en kafiyeli olanı seçilip "bu benim eserim" diye pişkince gönderilecek. Bu koca bir kandırma, hem göndereni hem alan tarafı. İçinde ruh yok, emek yok, özel hiçbir şey yok. Halbuki insan çok özeldir. Kimse sizden şairlik beklemiyor, sıcak sesinizi ve insancıllığınızı umuyor. Bayramlarda hayırlı evlat bir SMS atıyor anne babasına, gereksiz kutlama eylemini savuşturmuş oluyor ve aldığı gibi valizi tatil yörelerine akın ediyor. Herşey dönerseldir, sen nasıl bakarsan gün gelir sana da öyle bakılır.

Bu yılbaşı bunları düşünün diye vaktinden önce yazıyorum, belki birileri bu yılbaşı hayata bakışında devrimsel bir değişime gider, AVM'lerin değil kendisini bekleyenlerin yolunu tutar. İlle de satın alınmış bir hediye değil, elde üretilen ve içine sevgi atılmış bir hatıra bırakır kendinden.

Ve bir de belki, ticari münasebette olduklarını, alacaklılarını dolaşır, "borcum varsa kapatayım" der, takvim 1 Ocak olmadan. İnanması çok güç değil mi, masal gibi... Çıkar için birbirinin ayağını kaydırmaya çalışanların dünyasında George Marovich gibileri de var ve umarım sizlerin de ardından bu denli güzel hislerle söz edenler olur.

Nice mutlu yıllara...

Cem TURAN

10 Aralık 2013 Salı

TÜRKİYE'DE İNTERNET


Bugün, İstanbul Üniversitesi himayelerinde başlayan uluslararası inet-tr Türkiye'de İnternet Konferans'ının ilk gününü geride bıraktık. Sükunet içinde dinledim fakat malum rahatsızlıklarımızın nüksetmiş olduğunu da gördükçe üzüldüm.

Yine rakamlar havada uçuştu. Anlık yükleme miktarları, sms sayıları, sosyal medya diye ifade edilen bilindik sitelerde "paylaşılan" mesaj miktarları ve daha neler neler. Hepsinde dünya geneline göre açık ara önde olduğumuzu, logaritmik eğri çizen müthiş ivmeyi gösterir grafikleri ortama hakim olan şampiyon edasıyla takip ettim. 76 milyonluk Türkiye'de 45 milyonun üzerinde akıllı telefon kullanıcısı olduğunu yine göğüslerimiz kabara kabara ikrar ettik.

Ben kendimi de içine dahil ederek teknik bakışın bir hastalığından bahsetmek istiyorum: Teknik insanlar her şeyin masa başında tasarlandığı gibi olmasını arzu ederler. Tasarladıkları ile gerçekler uyuşmayınca önce bozulurlar, teknotrat üslubu ile cebren uygulanmasını isterler. Ancak ondan da sonuç alamazlarsa yenilgiyi kabul edip, hatta "bu insanlara da iyilik yaramıyor" diye söylenerek kendi tasarımımıza çeki düzen vermenin yolunu tutarız. Bu genellikle, tek yönlü bir perspektiften; teknik açıdan bakma eğilimimizden kaynaklanır. Halbuki yaptığımız her projenin insan boyutunu, sosyal hayata temas yüzeyini mutlaka değerlendirmemiz gerekirki, toplum yararına ve yaşayacak türden çıktılar elde edebilelim.

Alkışlarla kutlanan internet ve teknoloji kullanım "başarı" rakamlarımıza göre biz medeniyet çoktan yakalamış, vızır vızır mesajlaşan, "paylaşan", yazıp çizen bir toplum olduk. Yaşasın modernlik!

Halbuki göz ardı edilen çok önemli bir konu var: İnternetin ve teknolojinin sosyal yaşama etkileri, insanın davranış şekilleri üzerindeki yansımaları: Sözgelimi; "bir kerecikten bir şey olmaz" diye başlanan ve alışkanlığa dönen bu yaşam şeklinin sosyolojik hiç mi olumsuz etkisi yok? Alışkanlıklar ise devam edildiğinde kültürünüz haline gelmez mi? Hemen her gün yeni bir uzvuyla karşımıza çıkan ve hiç bilgiye doymayan sosyal paylaşım dünyasını sürekli beslemek zorunluluğu duymaya başlamak, her gün defalarca girip onu buna bağlamak, şunu beğenmek, takip etmek acaba nasıl bir psişik durumu ortaya çıkarır? Üstelik bugün taşıdığımız ve yanımızdan ayırdığımızda adeta "nefes darlığı" çektiğimiz "akıllı" oyuncaklarla, istem dışı olarak bulunduğumuz yer, alışkanlık ve tercihlerimiz gibi birçok casuscengiz bilgiler hakkımızda toplanıp başka amaçlara hizmet etmek üzere kullanılıyorken.

Paylaşılan mesajların niteliği ise ayrı bir muamma. Paylaşmaktaki amaç eğer birilerini bir konuda bilgilendirmek ise gönderilerin büyük oranda bu tanıma uyduğu konusunda da ciddi şüpheler taşıyorum.

Hepsinden daha önemlisi, "paylaşmak" gibi gerçek sosyal hayatımızda çok değerli olan bir fiili dört köşe akranların içine hapsetmek, gerçek hayatta yapmamız gerekenler yerine ikame edildiği sonucunu da ortaya çıkarmadı mı?

Haydi, şu sorulara birlikte karar verelim:

- Cep telefonunuzu evde bırakıp bir gün geçirmeye kaçımız razı olur?

- Bir hafta internetsiz kalma düşüncesi kaçımızın yüreğine kasvet verir?

- İnternette paylaştıklarımızın yüzde kaçı paylaşmış olmak için paylaşmak olabilir?

- Uçak bileti aldıktan sonra girilen bir internet sayfasında, bilet alınan lokasyondaki otellerin reklamını görmeyi, hakkınızda hince yapılan takibi normal, endişe duymayı gerektirmeyen bir durum olarak görüyor musunuz?

- Çalan cep telefonunuz karşısında doğrudan ya da dolaylı, her an hazırolda bekler vaziyette, ulaşılabilir olma mecburiyeti içinde hissettiğiniz hiç mi olmadı?

- En son ne zaman matbu mektup ya da kart yazıp postaya verdiniz? Bir zarfın veya posta gönderisinin güncel fiyatını biliyor musunuz?

- Uzaklarla bu kadar çok şey paylaşırken, aynı grupları beğenip "kanka" olurken, binanızdaki komşularınıza gerçekten ilgi gösterdiğinizi, tanıdığınızı, merhabalaştığınızı söyleyebilir misiniz?

...

Dünyayı bir kenara bırakıyorum ama Türkiye'de internet mecralarının ve bunların sosyolojik, psikolojik etkilerinin ivedilikle incelenmesi gerektiğine inanıyorum.

Ne dersiniz, ben böyle ipe sapa gelmez düşüncelerle meslektaşlarımın yüzkarası mıyım?

Cem TURAN