29 Ekim 2014 Çarşamba

SAHİ, NEDİR BU BAŞARI?

 En büyük toplumsal sıkıntılarımızdandır, bir aleti ya da yoldaki bir trafik levhasını araç olmaktan çıkarıp bir amaç haline getirmek. Başarı da bunlardan biridir maalesef ve bu yaygın algısal hata bizi ne derin uçurumlara sürüklemektedir, görmek için başımızı kaldırmamız gerekir.

 Başarı bir hedef, yaşam amacı değildir. Başarı bir aracın gösterge panelindeki kadranında bir skala belirtecidir. Kadranda yazan bir değerdir sadece. Yaptığımız işlerin sonucunda okunabilecek değerler kümesinden bir elemandır. Asla amaç olamaz, olmamalıdır, sağlıklı ve değerler dünyasında bulunmak isteyen bir ruh için.


 Başarıyı eylemin sonucunda göstergede okunan bir değer olmaktan çıkararak bir amaç haline getirmek şöyle trajikomik bir durum oluşturur: Siz bir otomobile bindiniz, kontak anahtarını çevirdiniz ve gaza bastınız. Yapmak istediğiniz tek şey var, 200 km/saat hızına erişmek. İşte budur başarı, paneldeki 200 km/saat yazan çizgidir. Bu araca neden bindiniz, nereye gitmek istiyorsunuz, nasıl bir yoldan gitmek istiyorsunuz... Bunların hiçbirinin sizin için önemi yok ve siz sadece ibreyi 200 km/saat hız gösterecek konuma getirmek istiyorsunuz. Mantığa aykırı, insanı var eden değerler manzumesi ile taban tabana zıt bir yönelimdir başarıyı bir amaç olarak veya yaşam felsefesi olarak görmek. Bizler araca bir yere ulaşmak için, bir hedefle bineriz ve hızımızı yol, hava ve trafik koşullarına göre ayarlarız. Hızlı gitmek değildir yegane amacımız. Ancak yolculuğun sonunda döner bakar, yolumuz ve harcadığımız zamana göre hızımızın tahminlerimizin neresinde olduğunu göreceyle ölçerek "hızlı gittim" veya "fazlaca oyalandım, yavaş geldim" deriz.

 Dolayısıyla; hız tutkunu olarak yaşamak; amaçsız, idealsiz, hedefsiz, hayalsiz bir başarıya odaklanmak, diğer bir ifade ile başarıperest olmak, bugünün kişisel gelişimcileri ve öğretim sistemleri tarafından pompalanan bir değersizliktir, insanı insanlıktan çıkarıp mekanikleştirme sonucunu doğurur.

 Hiçbir öğrenci "ben yüz alacağım" diye bakmamalı sınavlarına. Ne sınavı olduğu, o sınavın kendisini neye hazırladığı, o sınava hazırlanırken neleri gözden geçirip eksiklerini kapattığı daha önemliyken, sırf bu agrasif, materyalist ve mekanik yaklaşım yüzünden sınavlar sadece geçilmesi gereken birer not bonusu olarak görülmemekte midir? Kim, sınavdan 15 gün sonra sınav günü yüklenmiş olduğu bilgilerin tamamını hafızasında koruyor? Sınava konu bilgiye mi önem veriyor öğrenciler yoksa amaç olması gereken bilgiyi araçlaştırıp, motive edici bir araç olması gereken ama yegane amaç haline getirilen bir sonucu (ki bu başarı göstergesi olarak kabul ediliyor, olmamasına rağmen) elde etmek için mi kullanıyorlar bilgiyi? Bilginin hafızada kalış süresi neden kısa sizce? Okulun son günü onca emeği ve bilgiyi üzerinde barındıran defterler, kitaplar, ders notları yırtılıp çöpü boylar. Neden? Çünkü amaç elde edilmiştir. Amaç sınıfı geçmektir yani güya başarılı olmaktır ve olmuştur. Artık bilgiye gerek yoktur.


 Herkesin bilgece bilirmiş gibi yaptığı ama hakkında hiç de doğru fikre sahip olmadığımız, dolduruşa geldiğimiz, ön şartlandığımız bir konudur, başarı. Oysa gerçek başarı global çıktıları ile değerlendirilir: Konu öğrencilikse, ne öğrendiniz, o öğrendiklerinizle ne ürettiniz, nasıl bir aydınlanma sağladınız etrafınıza, çalıştığınız kurumlara, insanlığa... Bunlardır başarının değerlendirilme kıstasları. Hayatta başarı, mutlu olabilmektir ve mutlu edebilmek. Bu tanıma göre köylü bir nine ile dede yıllar süren mutluluk dolu, etraflarına yaşam enerjisi sağlayan hayatlarıyla bir profesörden, bir cumhurbaşkanından çok daha başarılı olabilmiştir belki de. Mutlu olmak ve mutlu edebilmek arasında da üretken olabilmek, hayata özgün bir lezzet, değer katabilmektir, başarıyı tamamlayan.

 Hepimiz limitli bir ömrü yaşıyoruz, sanki hiç bitmeyecek gibi. Asıl başarı; bu yolculuğun sonlarında, dünya sahnesini terk etmeden önce geriye dönüp baktığınızda "evet, bu ömre bedeldir. İyiki yaptım." diyebileceğiniz bir iz bırakabilmektir.

 Keskin sirke küpüne zarar, der atalarımızın sözleri. Oysa sosyal birlikteliği ahenkli bir şekilde sağlamak ve birlikte ortak bir amaca motive olabilmektir, başarı. Hırsla, rakiplerini sürekli ezilmesi ve yok edilmesi gereken olarak görmek yerine, rakiplerinin varlığının kendisi için ne kadar önemli olduğunu düşünmelidir, insan. Rakibiniz sizi var kılandır, anlamlı kılandır. Bilinçaltımıza kazınan başarı olgusuna kanıp, onun uğruna arkadaşlarının kuyusunu kazandan olmamalı. Bu size ne kadar da tanıdık geldi, değil mi?

Cem TURAN

BAKANA DA GÖRENE DE BAYRAM MAKALESİ

Bu yazıyı, Cumhuriyetimizin 91. yıldönümü münasebeti ile 29 Ekim 2014 tarihinde, hayat çizgim boyunca değişmemiş tarihi ve sosyal çıkarımlarımı paylaşmak ve  fâni olan dünyada bu düşüncelerimi tarihin şahitliğinde not etmek üzere kaleme almış bulunuyorum. Sadece bakıldığı zaman beni kolayca yargılayabileceğiniz, ancak görmeye çalıştıkça mevcut toplumsal sıkıntılarımızın nedenlerini bulabileceğiniz bir yazı olduğu inancındayım. Suya sabuna dokunmak gerek, eğer amaç kalıcı iyileştirmelerse. Her birinin üzerinde hassasiyetle durduğum, değerli bir şeyleri aktarma telaşını hep yaşadığım uzun yazılarımı sabırla okuyan ve takip eden tüm okuyucularıma şükranlarımı sunuyorum.

 Mustafa Kemal'i anlamak, bir faniyi putlaştırmak, boş lakırdılarla kendini avutmak, "sen kalk ben yatayım" deyip ağustos böceğinden farksız yaşam sürmek değil, sadece kendini kalkındırmanın hesaplarını yapmak kadar hainlik ve gaflet içinde olmak, hak etmediğini almak, kendini maaşa bağlatmak, eğitimi, bilimi yapıyormuş gibi yapmak ve ömrünü malayani ile çürütmek hiç değil..

 İlericilik; adam gibi miskinliğe savaş açmakla, bu toplumun yeni filizlerinin doğru yeşermesi için, mahalle bakkalı olunsa yine de dert edinmekle, gayret etmekle, el vermekle olur, omuzlarına bastırıp gelenleri yüceltmekle olur, yüzünü aydınlığa doğru düzgün dönüp, şairin dediği gibi; rakı şişesinde değil ama ilim şişesinde balık olmakla olur.


 Atatürkçülük; çocuğunun cebine hırs, ihtiras,  bencillik koyup sevmediği ve topluma fayda üretemeyeceği mesleklere, kariyer, statü, çok gelir uğruna iteleyip kakalayarak sokmakla, sınavperest kurs kuşu yapmakla değil, cebine idealler, fikirler, insan ve toplum sevgisi, canlı ve evren ilgisi, önce kendine ve sonra diğerlerine inanç, özgüven, ortak ideal bağı koyarak özgür iradesiyle toplum makinasında üreten bir dişli olmasını sağlamakla baki olur. Kötü alışkanlıklara aşinalıktan onu korumak, önce örnek olma erdemini göstermekle samimi olur.

 Kimi âlim olur, kimi ilim yolcusu. Kiminin mecali yoktur, ilim heveslisi olur. Kimi dinleyicisi olur. Kimi ilme doğru adım atanları çok seven. Kimi gider, kapısını süpürür bir irfan yuvasının, kimi eşiğinde paspas olur. Kimi başını sıvazlar bir öğrencinin kimi kalem olur, silgi olur.  Hepsi efdaldir, muteber. Yeterki gelişme davası, bayramdan bayrama törenlerde acıklı şiirler okuyup, çocuklara ve gençlere zorla kuleler yaptırmaktan ibaret sayılmasın.

 Evirip çevirmemeli lafı. Eğitimin iki amacı var, üçüncüsünü söyleyen çarpılsın: Biri gerçeğe yaklaşmayı sağlamak, onu kavramak ve ona göre bendeliği şekillendirmek. İkincisi ise insanlığa ve dahi tüm canlılara fayda üretmek. İşte bu bakıştır medeniyetin "muassır" sırrı.


 Tarihi, okumayı sevmeyen insanlardan olmasına rağmen bir mite yapışıp onun gölgesinde, sonuna -çı, -çü takısı koyarak avareliğine, idealsizliğine kılıf üretmemektir, Atatürk akılcılığı. Kimi gerçek devlet eliyle üretilmiş, uydurma kahramanlık hikayeleriyle yatıp kalkmak değildir, zaman kaybetmek, kendini darı ambarında görmek değildir. Yüzünü ileriye, inovasyona, gelecek için tüm dünyaya verebileceklerine dönmektir. Kendini ve koca bir toplumu kandırmamaktır...

 Devrimcilik; önce içi boş söylenceleri bayrak edip umarsızca sallayıp durmak değildir, elbet. Ha bire üretenlere, eski köye yeni adet çıkaranlara, bilimi rehber edip geliştiren ve sonra da teknoloji üretip yedi düvele satanlara sadece sömürülecek bir pazar olmaktan aklıyla, fikriyle, idealizmiyle kurtulabilmek, bu alandaki bağımlılık zincirini koparabilmektir, inkılapçılık. İlkel çöllerde gerçekleşen, kanla beslenen toprak savaşlarından kendini kurtarıp bir saksı kadar toprakta, teknolojisiyle yön verenleri görebilmektir.

 Bir Kemal olmak; başarının tanımını doğru yapmakla olur, işine gelmediği ve kendi civarından bile geçmediği için neslinden, çocuğundan ve hatta kendinden gizleyip anlamını çarptırarak değil: Başarı mutlu olduğu, hakkını verip içini doldurduğu ve dolayısıyla mutlu ettiği bir yaşamı arzulamak, kurgulamak ve yaşayabilmektir. Hayata değer katmak, ışık saçmak, haline bakıldığında; asra yemin edilerek hüsranda olduğu vurgulanan insanlığa yılmamacasına gayret dolu sabrı ve hakikati çağrıştıran bir suret ve kalbe sahip olmaktır. İnsanlığa fayda katıp, bir derde derman olup, hayırla anılmak üzere hayat denen tiyatro sahnesinden ayrılabilmektir. Başarı asla kazanılan para, pul, geçici mevki ile ölçülecek bir mevhum değildir.

 Mustafa Kemal'i anlamak için 10 Kasım'larda düdük çalmaktan çok daha fazlasına ihtiyaç var. Aslanlı yolda yürüyüp mozoloye çelenk bırakanların yanlarındaki çıkınlarında medeniyet duvarına kendi ürettikleri, insanlığa hediyeleri yok ise, bu şekilciliğin dibine vurmak değil midir? Tıpkı dini bir karış sakalla dolaşmaktan ibaret sayıp, dini kendi ticaretlerine malzeme yapıp, daha ilk emri olan "Oku"dan bihaber yaşayan ve gereğini yapmayan tembel, cahil cühelalar gibi.

 İyi veya kötü, kırık dökük veya gıcır gıcır, bu memleketin sırasında, sınıfında yer bulup okuduğunu, ekmeğini yiyerek suyunu içtiğini unutup hiç borcu olmadığı aymazlığı ile bilmem hangi nedenle, soluğu yurtdışında almak ya da yurtiçinde olup bilmem kimlerin "wolrdwide" imparatorluklarının kapı kulluğunu yapmak değildirki Ata'yı sevmek. Daha da vahimi; yurtdışından, bırakıp gittiği memleketi karıştırmaya, yönetmeye, yeni imparatorluklara oyuncak olsun diye çalışmak, hiç değildir.

 Odasının ışıklarını, istisnasız mesaisi bittiği an söndürüp ilmi, üretmeyi, araştırmayı yarım bırakan olmak da değildir, şüphesiz. Projesi bitmeden, odasının kapısını kilitleyip evde mışıl mışıl uyumak da hayata sormadan, sorgulamadan bakmak da değildir, mutlaka. Gözlerinden çakmak çakmak öğrenmenin aşkını çıkaramayan, bilgiden önce aşk veremeyen, en kötüsü; böyle bir derdi olmayan öğretmen olmak, memur olsa bile ruhen de memuriyete bulanıp o gözle yaşamak da olmamalı Alpaslan'dan Atatürk'e layık evlat olmak.

 ... Ne de çok kandırmacaların içinde uyuşmuşuz, meğer. Oysa sorulunca, mangalda kül bırakmıyor, bez parçalarında saç sakal şekillerinde arıyoruz ilericiliği. Bir diğeri de kitlesi var diye, dini ticarete alet etmekten çekinmiyor, sırça kulelerde gazeteler çıkarıp, pop rock ilahi albümleri yayımlıyor.


 Kısaca çoğumuz geçmişteki bir lideri, tarihi kişiliği, fikrini alıp kalkındırmak, geliştirmek için değil; adının sonuna -çı takısı takıp ürettiğimiz sanal kulübe üye olarak başta kendimize anlam bulmak için seviyor. Bu ahval, su götürmez bir vakıa: Takım tutar gibi; Fenerbahçeli, Beşiktaşlı olmak gibi, onda bile ayıplanması gereken bir taassup içinde fanatizmle bayraklaştırılıyor birileri.

 Halbuki şu da bir gerçek ki; kulübüne dahil olunan düşüncenin zerre kadar gereğini yapana, savunduğu fikirler ışığında dünyaya bir yenilik katana da aşkolsun. Ağızlarda bir sakız, çiğnenip duruluyor ve olan, bunlarla ömürleri çürütülen, zihinleri uyuşturulmaktan dolayı üretmekten, araştırmaktan alıkonulmuş nesillere ve koca bir toplumun bekasına oluyor.

 Yeni atalar da putlaştıracağız endişelenmeyin; bizde bu eğilim varken. Türkiye siyasetinde 10 yıldan fazla hüküm süren her kişilik, öldükten sonra putlaştırılmaya adaydır. Çünkü onun da -çı'ları ürer etrafında, markalaşırlar ve kararlılıkla beslendikleri bu birlikteliği korumaya çalışırlar. Onun kaybolması halinde, varlıklarının bir anlamı olmayacağından korkarlar. Çünkü hayatta gerçekten de bireysel olarak bir değer üretmeye hiç yatırım yapmamış çok insan görürsünüz. Bunların ya bir kulüp ya da bir fanatik hareket içinde olmalarıyla kendilerini tatmin etmeleri, bu nedenle anlaşılabilirdir.

 Oysa kendimizden ve bilmesek de sorumluluğunu taşıdığımız toplumdan sonra en büyük zararı, artık bir dünya sakini olmayan, her insan gibi ölümlü olan o mevtaların ruhaniyetlerine veririz. Kabirlerini daraltır, kemiklerini sızlatır, ruhlarını ızdıraba sevk ederiz. Hiçbir fani putlaştırılmak kadar büyük bir eziyeti hak etmez. Kendimize inanmayıp, yapabileceklerimizi görmeyip bilmem kimin ruhunun koruyuculuğuyla yaşamaya devam etmek ne de kolaycı bir miskinlik ama bunun faturasını, artık dünyada olmayan ve artık berzah (ruhlar) aleminin sakini olmuşlara çıkarmanın, onları mütessir etmenin sonuçları hazindir.

 Geçmişi ve onu yazan büyüklerimizi saygı ile anıyorum. Hatalarıyla doğrularıyla birlikte bir bütündür tarih ve aslında hatalar, insanlar ve toplumlar için öğretici, geliştiricidir. İyiki vardır hatalar, çok şey borçluyuz onlara. Bu erdemle tarihi okumak gerek, gerçekleri yalanlamak, kendi uydurma tarihlerimizi üretip onlara inanarak kendimizi kandırmamız olmuştur, "muassır medeniyet" çizgisinden bizi koparan. Bundandır, gerçek bilim ve sanatın bizi terk etmişliği. Sanatçık ve bilimciklerle idare edişimiz ve bir türlü yaşamımızın tam ortasına, bir yaşam şekli olarak getirememiş olmamız.

  Çocuklarımıza öncelikle inovasyonu doya doya yaşayacakları çevreler sunmamız gerek. Geçmişin mirasyediliği ile kendimize anlam yüklemeyi bırakıp yeni efsanevi başarılar için toplumun kadranını ayarlamak, bakışını düzeltmek zorundayız. Çünkü vaktiyle oluşturulan ve her körpecik çocuğumuzu, beynini öğretim adı altında kodlayarak içine yuvarladığımız hikayeler denizinde hayalleri, öz düşünce üretkenliği elinden alınmış ve hep geçmişle övünür bir halde yüzmekten kurtarmak durumundayız ve bu sanıldığı kadar kolay bir iş değil: Toplumların alışkanlıklarından sıyrılması, her yeri gökdelenlerle donatmaktan daha güçtür.

 Halen devam eden, tanımlanmış öğretim motorumuz; devlete bağlı vatandaş ve orduya asker üretme amacıyla çalışmaya devam ediyor. Gözümüze takılan bu zahiri gözlüğü çıkardığımızda, her Türk'ün aslında asker doğmadığını, askerleştirilmeye çalışıldığını anlıyoruz. Devlet güdüsü halen düşünmeyen ve sadece tabi olan vatandaş en iyi vatandaştır, kurgusu üzerinden hareket ediyor. Devlet için de kötü alışkanlıklarından vazgeçmek kolay değil. Artık bir şeylerden, kendini korumak için zamanında oluşturduğu suni hayal motorunun varlığından rahatsızlık duyduğunun işaretlerini veriyor ancak bundan kurtulmak konusundaki samimiyet testinde zaman zaman tökezlediği oluyor.

 "Türk, övün, çalış, güven" hedefi ile geçtik son iki nesli. Ne oldu? TÜRKlüğü kan meselesine döndürdük, ÖVÜNmekten ve geçmişe methiyeler dizmekten başka bir iş yapmadık, "Türk gibi kuvvetli" gibi uydurmalarla böbürlenip "Türk gibi akıllı ve ÇALIŞkan" olamadık, üretmedik, üretir gibi yaptık, montajı endüstriyel üretim sandık. Köylülüğü kötü bir şey sandık, tarımımızı ve hayvancılığımızı baltaladık. İstatistikler gösteriyorki patentli buluş derdimiz olmadı ama uluslararası markaların kara listeye aldıkları taklit sanayimizle GÜVENİLMEZ olduk. Atatürkçüyüz diye diye biz Atatürk felsefesinden, küllerden bir efsane doğuran, bilmem kaç etnik ve kültürel toplumu bir araya getiren güçte ve kahramanca çıkan ruhtan ayrıldık. Çünkü bu değerli felsefe, yol haritası bir statükoyu korumak ve birilerinin çıkarlarına alet etme pahasına bozuk para gibi harcandı lakin artık dönme zamanı.

 İnsanların onlarca belki yüzyıllar içinde kazandığı bu miskinlik batağından çıkmak, köprüler, tüneller, toplu konutlar yapmak kadar kolay bir iş değil ama ancak bu yatırım ve kararlılık bizi, çıktığımız raya yeniden sokar, yeniden tarihi ve kültürel köklerimizden gelen gerçek inovatif ve atılımcı ruha taşır.

 Bu düşüncelerle bayramımızı tebrik ederim. Şimdi yeni bayramlar üretmek için yeni liderler yetiştirme, yeni inovatif projeler üretme, dünyaya yenilik adına getireceklerimizle "biz döndük" deme vakti: Geçmişi rahmetle yâd edip üstümüzdeki ölü toprağını atarak geleceğe katılma, medeniyet duvarına bir kürek harç, bir adet tuğla olabilmek için gayret göstermenin tam saati.

 İbn-i Sina söylesin son sözü: İlim ve sanat, takdir görmedikleri ve himaye edilmedikleri toprakları terk ederler. Etrafınıza bakın; hangileri imitasyon hangileri gerçek siz karar verin. Peki ya siz, gerçek misiniz, bunun neresindesiniz?

Cem TURAN

28 Ekim 2014 Salı

VATAN CADDESİNDE BAYRAM HAZIRLIĞI


 Bugün İstanbul, Vatan Caddesi'nden geçtiğimde 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı törenleri için yapılan düzenlemeleri gördüm. Aksaray'dan Topkapı'ya uzanan kilometrelerce uzunluktaki yol kesimi geliş ve gidiş olmak üzere, iki yönden de sayısını bilemediğim çoklukta polis bariyerleri uç uca konularak kapatılmıştı.

 Düşündüm; kilometrelerce uzunluktaki yolu iki yönde boylu boyunca kapatıp insanlarını böyle bir günde engelleyen devlet, insanlarını ilerletmek için ne yapıyor?

 Düşündüm; insanlarını engellemek için bunca bariyere yatırım yapan devlet, insanlarını ilerletmek için memuriyete hayran insanlarla faülatün makamında ezberci öğretim yerine, gerçek bir eğitim sistemini gerçek eğitimcilerle kurmak için ne yapıyor?

 Düşündüm; çocukluğumdan beridir Vatan Caddesi'nde aşina olduğum bu düzeni her törende kurduran kararlılık, idealist ve inovatif, çağı algılayıp yorumlama kapasitesine sahip insanı üretmek konusunda ne kadar kararlı?

 Çünkü inanıyorum ki bir toplumun iyiye dönüşümü ancak gerçek eğitimden, sağlam bir çevreden ve tabana yayılmış yenilikçi ve aydınlanmacı bir duruştan gücünü alırsa, mümkündür. Bunun anahtarı da yüreğinde ilim ve insan aşkıyla dolu eğitimcilerdir. Devlet törende gördüğü risk kadar eğitim ve bilimdeki gerçeğimizi de görmeli, cümbür cemaat kendimizi daha fazla kandırmak yerine.

 Bu kadar çok engelleyiciye aşinayım; bariyerin suçu yok, ben bariyerlerin insan görünümlü modellerinin genç beyinlere zulmünden şikayetçiyim. Oysa onun yüzde biri ilerleticiyi geliştiriciyi, ufuk vericiyi bir arada görmedim. Asıl onlara muhtaç haldeyiz.

 Çevrenizi sarmış, hayatlarında hiç ideali olmamış danışmanların, inovasyon lafını ağzına sakız etmiş hayal simsarlarının sözlerine kanıp da insan kaynağı vasfımızın düzeldiğini, eğitim politikamızın her derde şifa olduğunu düşünmesin kimse diye not düşmek istedim sadece. Bilinki en deha çocuğu bile vasatlaştırıp aptallaştırmaya yetecek vehamette okullarımız ve hatta çoğu üniversitemiz.

 Düşündüm; öyleyse varım ama dileğim birlikte düşünenler ülkesi olabilmesi bu güzel ülkenin.

Cem TURAN

27 Ekim 2014 Pazartesi

SİZ HİÇ TARİHİN ŞAMARINI YEDİNİZ Mİ?


 Tarih yaşamın geride bıraktığı ayak izleridir. Gerek sosyal yaşam gerek bilimsel ya da mesleki boyut açısından bakıldığında, ayağını bir karınca yuvasının kenarına, tane tane taşınarak yığılmış toprak tepeciği gibi duran tarihi tecrübeler yığınına sağlam bir şekilde basarak yön bulmalı insan. Gerçekten de tarih, medeniyet denilen, insanların ve nesillerin el ele ve tek tek kum taneleri taşıyarak elde ettikleri harçla ördükleri bir duvarı inşa eder ve bugün elimizde tuttuklarımız, yaşam ve kazançlarımıza kaynaklık edenler, edinilmiş bu beşeri tecrübelerdir. 

 Dolayısıyla mesleğimizin de tarihini bilmek zorundayız. Bilim ve sanat bugünün konfor içinde adeta yüzen insanının tahmin ettiği rahatlıkta yol almamıştır. Giyotinin gölgesinde, can korkusuna rağmen sürdürmüştür insanoğlu medeniyete harç taşıma yolculuğunu. Bunları bilmek başta empati yeteneğini geliştirir ve daha da önemlisi had bilmeyi öğretir. Ben doğal olarak bilim cihetinden bakıyorum, siz ilgili olduğunuz diğer alanlar için, benzer şekilde yorumlamalarda bulunabilirsiniz: Bugünün ultra lüks şartlarında bile kafa yormamak, üretmemek, düşünce geliştirmemek için en ufak aksaklığı bahane eden, başta akademisyenlerin, bilim adına yer işgal edenlerin ve özellikle öğrencilerin bu pervasızlıklarına yüzlerce yıl öncesinin yokluğunda ve vahşetinde ürettikleri harikulediklerle öyle bir şamar atar ki tarih, insanın klimalı odasında bir şeye daha söylenecek mecali olmaz, utancından başını önüne eğer. 


 Canı düğünde oynamak istemeyen gelin gibidir, bugünün insanının ahvali: Önce yer darlığından şikayet eder. Masaları çekip yer açınca bu kez yeninin (kol boyunun) darlığından şikayet eder. Velhasıl bahanesi çoktur, uykuya yatmak için. Kapağı atmıştır bir kere akademisyense memuriyete, öğrenciyse iyi puanlı bir okula. 

 Öğretmenlerde de durum farklı değildir: Atamalar yapılmıyor diye gösteriler yapan öğretmen adayları, mesleğe adım atıp memuriyetin dayanılmaz hafifliğini hissettikten sonra birden daha çok maaş, daha çok hak için pankart açmaya başlar. Biri bir mikrofon uzatıp eğitimin sorunlarını sorsa, ilk numara istisnasız öğretmenlerin özlük hakları ve maaşlar, ek ders ücretleridir. Eğitimin ve ilmin aşkını yüreğinde duymadan, "hiç olmazsa öğretmen olayım" diye bir mesleğe girilirse başka ne ilgisini çekecekki bir insanın? 

 Eğer bir mecburiyet olarak ders geçme hatırına değil, şimdi bulunulan yolun geçmiş mimarlarıyla tanışmak dileği ve merakı ile okunursa tarih, o zaman müthiş derecede didaktik, yol gösterici ve islah edici olur. Sabrı öğretir, inancı öğretir, değerleri uğruna yaşamayı, insanlığı kendi insanlığından üstte tutmayı öğretir. İnanılan uğruna göze alınanlardan haberdar oldukça idealist bakmaya, zorluklar karşısında dirayetli olmaya başlar, insan. 

 Tarih; şu zamanda, şu kimseler, şurada, şunu yapmış demekten ibaret bir nicel öğreti değildir, bakmayın siz ezberci hafızlara ve eğitimcilikle ilgisi olmayan hatmettiricilere. Tarih, sebep-sonuç ilişkileri paydasında, ekseriyetle soyut uzayda geçen niteliksel bir eğitimdir, sentezleme egzersizidir. Bunu size sağlayabilecek yazar ve hocalardan tarihi takip etmek, bambaşka ufukları iç dünyanızda görünür kılacaktır. Tarihin bize söylediği; gelişimin varlıklar içinde yüzmekten değil, yoksunluklar içinde pişmekten geçtiğidir.

 Ne hazinki bilgisayarın son sekiz yüz yıllık tarihini anlatabilecek bilgisayar mühendisi yok gibidir. İnsanlık tarihiyle yaşıt hukuğun tarihini içine sindirememiş bir avukat, köksüz diş gibidir. Müthiş minyatürlerle bezeli bin yıllık tıp kitaplarının hiç olmazsa bir sayfasını internetten bile olsa incelememiş bir doktorun, kapısında kedi bekleyen ciğerciden farkı nedir? ... 

 Uzun lafın kısası, bizi geçmişten bugüne taşıyan silsilenin seyir defteridir, tarih ve tortusu değerler, kültürdür. Cebinizde değerleriniz yoksa, kartvizitinizde yazan ünvan ne denli yüksek olursa olsun, bizi yormasın çünkü geçmişteki değersizler gibi o da bedeninizin toprakta çürümesini bile beklemeden, unutulmak üzere tarihin geri dönüşmeyen çöpler kutusunu boylayacaktır.

 Kimlerin hayatlarını okuyacağınız ise tümüyle gönül pusulanızla yanıtını bulacağınız bir sorudur. Mutlaka ilginizi çeken, kendinizle özdeşim kurduğunuz kişiliklere rastlayacaksınız tarih koridorlarında. Belki de çarpışacaksınız onlarla yol üzerinde ve bu hayatınızdaki bir dönüm noktası olabilecek yeni bir süreci tetikleyebilir, hayata bakışınızı kökünden değiştirebilir. İnovasyonu bugünde arayanları dumura uğratacak anahtarlarla dönebilirsiniz bu zaman yolculuğundan. Yeterki dileyin ve yeterki bakmak yerine görmeye çalışın.

Cem TURAN

26 Ekim 2014 Pazar

YARIM DOKTOR CANDAN, YARIM İMAM İMANDAN EDER. YA YARIM BİLİŞİMCİ?

Size hiç üç ayaklı bir masa sattılar mı? Ya da kapısı olmayan bir buzdolabı? Penceresi olmayan bir ev? Lastiği olmayan araba?... 

Ya hasta çocuğunuzu, biraz daha ucuz olur diye mahalle "üfürükçüsüne" götürmeyi düşündünüz mü hiç?

Tüm bunlar yazılım dünyasında çok sık karşılaşılan olaylardır ve bilgilerinizin güvenliğini tehdit ettiği gibi, yaşanan sorunlardan ötürü müşteriniz gözündeki imajınızı yerle bir etme potansiyeline sahiptir. 

Bu gibi örnekleri belki siz de yaşadınız; yazılımcınızın size vaad ettiklerini binbir gece hikayeleri gibi dinleyip, sonunda bedeninize uymayan elbiseyi zorla size satan hınzır tüccar gibi, size verilene razı olmak durumunda kaldığınız, olmayınca da katlandığınız onca maddi ve zaman külfetini çöpe atıp sil baştan yaptırmayı denediğiniz olmuştur, belki de. Belki de artık tövbeler edip, yeniden kağıt kaleme dönme kararı bile almış olabilirsiniz.


Lütfen biraz daha dikkat! Berberler odasından onaylı sertifika ve ustalık belgesi olmayan, eli makaslı berberin koltuğuna nasıl oturmak istemezseniz, sattığı şüpheli bir bakkaldan nasıl alışveriş yapmak istemezseniz, dijital varlığınızı emanet edeceğiniz, projelerinizi yaptıracağınız kişi ve kuruluşları seçerken de aynı hassasiyeti gösterin.

Çünkü bilginiz, kurumsal mahremiyetinizdir ve herkese emanet edilemez. Çünkü büyümenizin yolu, doğru tasarlanmış bilişim projelerine sahip olmanızdan geçer.

Bakmayın köşede bucakta mantar gibi açılan, denetimsiz bilgisayar dükkanlarına, mağazalarına. Daha birkaç yıl öncesine kadar Ticaret Odası'nda "nalbur" olarak geçen, halen ülkemiz için yeni bir sektördür, bilişim ve halen denetimsizdir. İnsanımız ise malum; biraz fazlaca müteşebbis ruhludur. Bu şartları fırsat bilerek manav dükkanını önce internet kafeye çevirir sonra ufak ufak "Format Atılır" yazılarına başlar camekanında. 

Ölüyorum "Format atılır" yazısına: Ahvale tıbbiyeye döndürerek bir daha bakalım. Herhalde şöyle bir şey olurdu, bu şuursuz yazının izdüşümü: "Karnınız kesilir, dalağınız alınır". "Yahu niye kesip, niye alıyorsun?" diye soran yok ya, koşturur Mamçakoğlu edasıyla çakma yeniçeriler. Oysa bilseler, gereksiz ve yanlış sistem sıfırlamaların zararlarını. Alanın satanın çifte cehaletinin ucuz beklenti paydasında buluşmuşluğudur, bu durum.


Eee, su bayisinden dönme bilişimcilere yapılsın diye emanet edilen cihazların başına gelenlerden oluşan hikayeler elbette ciltler dolduracak romanlar olur. Kutsal damacanalardan ne bekliyordunuz, tabiki "abi bunları fazladan koymuşlar" deyip bir avuç ekipmanı iade edecek ya da nezle için gelip yoğun bakımdan ruhuna fatihalar okunacak hasta durumuna düşecek bilgisayarınız, kim bilir.

Arızalı bilgisayarınızı emanet edeceğiniz servisinizden, bir klavye alacağınız sağlayıcınıza, yazılımcınıza kadar her noktada güvenebileceğiniz liyakati sorgulayın. Bilişim, ticarete konu olmaktan çok öte bir alandır: Uzmanlık ve vasıflı birikim gerektirir, bir bilimi vardır.

Bu vahim tablo, tarafımca ne zaman bir yerlerde gündeme getirilse birileri "teşebbüs özgürlüğü" hikayelerine başlıyor. Düpedüz, çalınan minareye kılıf uydurma çabası. Teşebbüs özgürlüğü diye buyrun ordu kurun ya da muayenehane, eczane açın. Olmadı berber dükkanı ya da hiç olmazsa bakkal açın... Ne mümkün! Yapamazsınız, eğer liyakatiniz, ruhsatınız, ehliyetiniz yoksa ama ne hikmetse halen elini kolu sallayan her fırsatçının "bu işte para var" yanılgısıyla atlayıp, debelendikçe battıkları ve batırdıkları, canlar yaktıkları bir sektördür, bilişim sektörü. Halen sahipsiz, kuralsız, azılı kovboyların at koşturmasına müsait açıklıkta bir meydandır. 

Ondan da çok güven telkin etmez halen bilişim sektörü. Bir banka yöneticisiyle sohbetim halen hatırımda: "Bilişim sektöründeyse birkaç kez düşünmek zorundayız kredi ya da POS cihazı bile verirken. Çünkü sirkülasyonun çok olduğu, hergün birilerinin işyeri açıp kapattığı, tabelaların inip kalktığı bir sektör..."

Tüm bu korsanların kirlettiklerini temizlemek de işimizin bir parçası oldu, korkarım. Müşterilerle ilk temasta "siz de onlardan mısınız, sözünde durmayıp, yapamayıp iki gün sonra kaybolacaklardan?" önyargısıyla bakan gözler görmeye bundandır, çok aşinayız. Neyseki birkaç ay sonra, bizi tanıdıkça endişelerinin yerini tümüyle güven alıyor. 

Neden böyle kirli bir denizde yüzen balıklardan olalım? Bu soruyu, bu ülkenin üniversitelerinde okuyan, her an içiçe olduğum, mühendisliğinden programcılığına, robotik, bilişim ve bilgisayar bölümlerinde okuyan, pırıl pırıl gençlerine verdiğim söze binaen soruyorum. Onlara ufuk vermek, çalışacakları yerleri açmak, hayal güçlerini sonuna kadar desteklemek zorundayız. Bunlar da ancak talep makamının destekleriyle mümkün olabilecek ülkülerdir.

Aslı dururken emitasyonuna teveccüh ederek belki de şikayetçi olduğunuz durumların oluşmasında baş aktör sizlersiniz. Sağlıklı, aklı başında toplum elindeki satınalma gücünü bir destek aracı olarak kullanır, gelişigüzel sallayıp durmaz, sivrisinek gibi ucuz ve kokuşmuş şeyleri alarak heba etmez kaynaklarını. Asli sektöre de satınalmasıyla bir kaynak aktarır, güç verir bilişimin ülkemizde kök salması ve standartlarının gelişmesi için. 

Aramızda kalsın, ülkemizdeki ar-ge desteği alan projelerin yüzde sekseninin çöpe gittiğini söylüyor, istatistikler. Neden? Çünkü bir kısmımız hala bilişimi bilmiyor, bilimi arzulamıyor ve tüy bitmemiş yetimin hakkının kamu eliyle dönüştürülerek verilen desteği, suistimal edilecek bir deniz olarak görüyor da ondan...

Siz desteklemezseniz, biz desteklemezsek kim kalkındıracak bilim ruhunu, bilişim tabanlı teknoloji üretimini bu ülkede? Nasıl adam gibi bağımsız olacak bu ülke, eğer bilimsel, teknolojik bağımsızlığını elde etmezse? Kurumsal olarak, 25 yıldır aldığımız ve verdiğimiz her solukta bu dava var ama aynı zamanda gördüğümüz duyarsızlık. Oysa her köşede "bu memleket adam olmaz" diye lafa başlayıp ayak üstü milliyetçilik, vatan ve Sakarya hikayelerini peşi sıra sıralayanımız; laf ile filolar dolusu peynir gemisi yürütenimiz çoktur bizim.

Yarım doktor candan, yarım imam imandan ederken yarım bilişimci sizi kayden bitirebilir, tanımsız yapabilir, ticari arenadan silebilir, itibarınızı yok edebilir, yanlış yöne sevk ederek iflasın eşiğine giterebilir, mahrem bilgilerinizi güvenliksiz bir şekilde herkesin eline geçer hale getirebilir... Sizi formatlayabilir!

Unutmayın, her geçen gün sanallaşıyoruz: Bugün yirmi yıl öncesine göre daha az evrak dolabı var şirketlerde ve resmi dairelerde. E-devlet projelerimizi yeşertmeye çalışıyoruz. E-şirket, e-kurum olmaya çalışıyoruz. Bilgilerimizi gözle göremediğimiz, elle tutamadığımız, algılaması güç olan sanal ortamlara ve teknolojilere havale ediyoruz.Güvenliğimiz için güvenilir insanlarla çalışmamız gerekiyor, ehliyetli güvenilir insanların ve çalıştıkları kurumların yetişmesi için de onları desteklememiz.

Her şeyin her an iyi gideceği düşüncesine kapılma yanılgısına düşüyoruz, genellikle. Oysa bir mikrobun heybetli bir vücudu tuş etmesinin mümkün olduğu gibi, bir sanal virüsün, casusun, güvenlik açığının, hatalı tasarımın küçük bir e-saldırı durumunda vereceği zararı, yok ediciliği düşünün. Toplu tüfekli, tanklı savaşlar dünyanın ilkel gözle bakan bir kesiminde devam ediyor sadece. "Muassır" denilen diğerleri çoktan dijital savaş hazırlıklarını yaptılar bile. Sanayi casusluğu sıradan bir vaka gibi yaşanıyor dijital dünyada. Böyle bir saldırı karşısında başı "E-" ile başlayan, ister bir şirket ister bir devlet olun, varlığınızı nasıl koruyabilirsiniz?

Lütfen dikkat: Yazılım ve bilişim projeleri uzmanların işidir, "üfürükçülerin" değil. 

Cem TURAN

24 Ekim 2014 Cuma

TEMBELLİK DE ÇALIŞKANLIK DA ÜZERİMİZE SİNEN ÇEVREDİR

 Davranış genetiğinde "damgalanmak" diye bir ifade var: Belki sizin de benzer bir tecrübeniz vardır. Kaz yavruları yumurtadan çıktıklarında anneleri gizlenir ve onun yerine belirli bir süre sizi görürlerse, muhtemelen sizi ebeveyn olarak kabul edecek ve peşinizden ayrılmayacaklardır. İşte bu durumun adıdır, damgalanmak. Özellikle gelişim çağlarında bireyin etrafında yer alan olgular, davranışlar üzerinde yoğun olarak etkilidir. Bunlar süreklilik arz ederse, "bir şeyi 40 kere söylersen olur" durumu oluşur ve kişi o hali iç aleminde normalleştirir ve benimser. 

 Pek çok kötü alışkanlığın üremesinde ve içselleştirilmesinde de bu gerçek yatar. Baştan anormal gibi görünen ne varsa, süreklilikle uygulanırsa zamanla normal olur. Kültürel değerlerin başkalarıyla ikame edilmesi, erozyonu da buna yakın bir etkiyle açıklanabilir. 


 Özetle; armut dibine düşer ve üzüm üzüme baka baka kararır. Dikkat etmenizi diliyorum; üzüm üzüme bakarak açılmıyor, kararıyor. Yani genellikle kötü olan etki, çevresel koşulların içine sinmek yoluyla yayılmada daha başarılı oluyor. Yasaklar, yapılmaması gerekenler daha bir iştah ile karşılananlar oluyor, uygun şartlar altında. 

 Tembellik ya da çalışkanlık da bundan farklı şekillenen bir mizaç ürünü değil: Yetişmekte olan bir birey etrafında silikon vadileri, projeler, inovasyonun her türlüsünü görürse Steve Jobs olur, Bill Gates olur. Onaltıncı ve onyedinci yüzyıllarda Avrupa'da olduğu gibi bilim kiliselerin ta içine girdiyse elbette bu ibadethanelerin rahiplerinden, cemaatlerinden Galileo'lar, Mendel'ler çıkar. 

 Ama çocuk gözünü, insanların kahvehane köşelerinde ömür çürütürken, loto bayileri önünde kupon doldururken, pembe dizilerin bin türlüsünün karşısında uyuşurken, bir spor olarak değil; bir fanatizm objesi olarak futbolla yatıp kalkarken, üretmeden kısa yoldan köşe dönenlerin, sözüm ona "sanatçı" diye değersiz ve topluma hiçbir değer katmayan şahsiyetlerin geçit töreni yaptığı bir ortamda açıyorsa elbette onlardan biri olması kuvvetle kaçınılmaz olur: Edison olup bir lamba uğruna, iki çubuk arasında denediği farklı türden binlerce teli üşenmeden her kopuşunda değiştirecek kadar sabır ehli olacak değil ya.


 Tembellerin ülkesinde işler genellikle rant üretimine dayalı sürer. Üretim, sanayi, kalkınma yerine usulsüz yollardan elde edilen ve zerre kadar alın teri içermeyen paralarla yeni rant öbeklerinin peşinde koşulur. Ranttan beslenen, nabız vuruşu bile değişmeyecek kadar kendini eforlu bir işe katmamış olanların sahip oldukları yaşam standartları genellikle kafasını patlatan bilim yolcularından, sanat ve zanaat ehlinden çok daha fazladır, böyle toplumlarda. Şüphesiz bu durumu da çok sık görünce, normal kabul etmeye başlar beynimiz, oysa alabildiğine anormal bir durumdur. 

 Ya siz? Ne kadar çalışkan olduğunuzu kaç kez söylesem, inanıp motive olur ve kendinize çalışkan muamelesi yapar, bir atom karıncaya dönüşürsünüz? Hayal değil, pekala olur, yeterki isteyin ve ortamınızı değiştirin.

Cem TURAN

19 Ekim 2014 Pazar

MESLEKLERİN ENFORMATİĞİ: HEPİMİZ BİRBİRİMİZE MUHTACIZ


 Bir mühendis adayının mesleği ile endişelerini dile getirerek yönelttiği sorudur, bu makalenin doğumunun nedeni. Dilimden düşürmediğim gibi; asıl öğretici olanın, evrendeki anlamlı ve kullanılabilir bilgi miktarını artıranın, isabetli sorulmuş sorular olduğuna inanıyorum:

 Hemen her bilim alanındaki insanın yaptığı temel hata, hayata sadece kendi mesleki perspektifinden bakmak oluyor. Aslında aynı konuyu farklı uzaylarda çalışan insanlarız hepimiz ve ortak paydamız; iletişim, etkileşim ve enformatik. 

 Çalışma uzayımız mikro hatta nano ölçekten makro ölçeklere kadar uzanan geniş bir değişkenlik gösteriyor. Bir gök bilimci gezegenler, göz cisimlerinin birbirleri ile olan etkileşimiyle ilgiliyken, bir nörolog vücudumuzdaki sinir sistemleriyle taşınan duyusal beyin sinyalleri ile ilgilenir. Bir sosyolog insanlar arası gidip gelen iletişim trafiğinin toplumsal izdüşümlerine odaklıyken, bir psikolog bu akışın bireyin kendi dünyasındaki izleri üzerine yoğunlaşır. Bir jeofizikçi yerkürenin oluştuğu bileşenler arasındaki etkileşimi, zaman zaman olan iletişimsel boşalmalar diyebileceğimiz depremleri incelerken bir siyaset bilimci toplum içerisinde üretilen sinyallerin yönetimsel bir güce dönüştürülerek kontrol altında kullanılmasıyla ilgilenir. 

 Hukuk iletişimin uçbirimleri olan bireyler arasındaki veri akışının, birbirlerinin tanımlı özgürlük alanlarına taşmamasına duyarlı iken, edebiyat bu etkileşimin daha estetik, ruhu besleyen bir forma kavuşması, insanileşmesi için uğraşı verir. Tarih ise insanlar ve dolayısıyla toplumlar arasındaki akışlardan sonra kalanlarla ilgilenir, yaşananları not eder ve medeniyet yolculuğumuza etkilerini değerlendirir. Mikro biyoloji etkileşime hücre boyutunda bakarken ilahiyat bu etkileşimin kapsamını insanla Yaratıcı arasında tanımlayarak en geniş ölçeğe yerleştirir. 

 Aynı yere baksak bile mesleki ve sosyal olarak taktığımız gözlüklerle hayata bakıyoruz: Bir toprak parçasına, ziraat mühendisi ekilebilme durumunu değerlendirmek üzere yaklaşırken, inşaat mühendisinin bu toprak üzerinde yükselteceği görkemli binaları hayal etmesi normal karşılanmalıdır. Bir zoolog akan bir nehre, hayvan çeşitliliğini algılamak ve artırmak için bakarken bir elektrik mühendisi suyun debisinin elektrik üretimi için yeterli olup olmadığı konusuyla meşgul olabilir...

 Maddeler dünyasında iki maddenin birbiri üzerindeki etkisine kimyager maddelerin birbirine ikram ettikleri enerji, tepkime, birlikteliğin ortaya çıkardığı ısı nazarıyla bakarken bir fizikçi momentumları, kuvvetleri, torkları işin içine sokabilir pekala. Ve tüm bu katı bilimlerin hayatımıza yumuşak bir geçiş yapabilmeleri, hayatımızı mekanikleştirmeden yaşanabilir kılmaları için sosyal bilimlere muhtacız.

 Bir de suni olarak üretilen bilgilerin etkileştiği durumlar sözkonusudur ki özellikle bugünün teknoloji tanımının lokomotif aktörleridir: Üretilen elektrik ve radyo sinyalleri ile de dünyamızın dışına taşan yoğun bir etkileşim vardır günümüzde. Bu sinyalleri mikro ölçekte irdeleyen elektronik mühendisliği ve daha çok sayısal etiketlerle değerlendiren bilgisayar mühendisliği bu alanın yön verenlerinden sayılabilir. Bu meslekleri doya doya yaşamak isteyenlerin geniş bir resim profilinden mesleklerini görmelerini sağlamak için matematiksel meziyetlerinin yanında iyi birer mantık, felsefe hatta psikanaliz ilgilisi olmalarının faydalı olacağını düşünüyorum.

 Sayısal elektroniği, insanın düşünsel mantık yapısını taklit ettiği için zevkli ve derinlikleri olan bir uğraşı alanı olarak görüyorum. Diyotlardan transistörlere, kapılardan zavallı opamplara bu anlamları yükleyen, herhalde numune bir yaklaşım oldu benimkisi.

 Özellikle teknik bilimlerin ve teknolojinin, yani yapay mekanizmaların ve özellikle sayısal dünyanın insanla etkileşimini konu alan enformatik bilimler ise son yıllarda daha da önem kazanan bir alan haline geldi. Eğer sosyal yaşamda doğru konumlandıramıyor ve insanlara faydalı olacak halde kullanıma sokamıyorsanız, geliştirdiğiniz şey atomik zaman makinesi olsun, kimin umurunda?

 Algılarımızdaki çevresel ve sosyal edinimlerimizle paralel gelişen seçiciliğimiz, birlikte bir medeniyeti yaşatma ve geliştirme gerekliliğinde birleşerek dengelenmelidir. Ne bir mimarın güdülerine kapılıp dünyayı betonlara boğmalı ne de bugünün insanını mağaralarda yaşatmalı.

 Tüm bu cümlelerin bakiyesi şu ki; dünya bizim kesitimizle tümüyle kapsanamayacak kadar geniş ve hassas dengeler üzerine kurulu. Bu nedenle işimizi yaparken dünyanın sadece bize gözüktüğü haline aldanmadan tamamını görmeye çalışırsak, zarar verici olmadan dünyaya artılar üretebiliriz. Medeniyet el birliği ile gelişen bir süreç; bu sürece bir profesörün de kapımızın önünü her gün süpüren belediye çöpçüsünün de bir katkı sağladığı gerçektir, biri diğerine tercih edilemez.

 Ne yaparsak yapalım, en iyisini yapmaya çalışalım. İnsanlığa fayda vermek için çalışalım. Okuduğumuz sıraları bize sunanlara, sınıflarında yer açanlara, bize nefes tüketenlere, ekmeğini, suyunu verip bize yaşam sağlayan dünyaya borçlu olduğumuzu unutmadan, sosyal yaşam içindeki sorumluluklarımızın bilinciyle ifa edilmesi gereken bir uğraşıdır, meslek. Bir çatıyı aktaran da, gelen turistleri ağırlayan da, ekmeğimizi pişiren de nükleer santral yapan da her gün muntazam çalışması gereken yaşam makinesinin saygın çarklarıdır, birisi durduğunda hepsi durur. Bakmayın öyle burnu bir karış havada gezenlere; hepimiz birlikte, varlığımızı borçlu olduğumuz yaşam resmini oluşturuyoruz. Bu inançla yapılan her iş çok değerli ve kutsaldır çünkü insanlığın bir açığını kapatmakta, ihtiyacını karşılamakta ve medeniyet duvarının inşasına harç ve tuğla sağlamaktadır.

Her mesleğin özü insanlığa fayda sağlamaktır, zarar vermek olamaz. Bencillik ve daha fazla kazanma hırsı ile şirazesinden çıkmış gibi görünen bazı uygulamalar var. İki gün daha uzun rafta kalsın veya maliyetler düşsün diye kimyagerlerin cirit attığı bir alan haline gelen gıda sektörü ve ekilebilir alanları, orman ve fidanlık alanları beton kulelere dönüştürenler gibi. Onları da geç olmadan yeni neslin ahlaklı, erdemli yetişmelerini umut ettiğim meslek erbaplarına havale ediyorum çünkü hayat, içinde hepimizi taşıyan bir gemi; dibini delmemek gerekir.

Cem TURAN

18 Ekim 2014 Cumartesi

KEMER TAKMAMANIN PİŞKİNLİĞİNİ, DEHA MÜHENDİS OLMAK GİDERMEZ

 ODTÜ'lü bir inşaat mühendisiydi M.Pişkin. Meslektaşlarımın çalışma arkadaşlarından aşina olduğu gibi; kendi kulvarını bırakıp bizim kulvarımızda; yazılım sektöründe bir firmada çalışıyordu. Bir sabaha karşı internette bir veda konuşması yayınladıktan hemen sonra yaşamına son vermesiyle yaşamakla yaşar gibi yapmak arasındaki fark yeniden gündeme girmiş oldu:

 Bundan dolayı öğretimle eğitimi karman çorman eden, anlamca birbirine karıştıran başta güya eğitimcilere karşıyım. Onlar yazdıklarımdan haz etmez, ben de onların sınavmatik hafız yetiştiren zihniyetlerinden. Bir bireyi mental olarak uçurmak, depolar dolusu bilgiyle yüklemek başka bir şey, eğitmek başka. Bir değil 111 dil bilmek başka bir şey, insan olmanın yegane dilini kullanmak bambaşka!

 İşte bundan dolayı karşıyım, insanları sahip oldukları mevki, akademik ünvan ve kariyerleri ile değerlendirmeye. Çünkü tüm bunlar mental kazanımlarıın bir göstergesi olabilir ve beynin sol lobunun cengaverliği ile kazanılır. Oysa kafamızın içinde yer alan yaklaşık 2.2 kilogramlık kütlenin sağ lobu âtılsa, işlenmediyse beş para etmez zihni sinir olmak.

 Mutluluk Oyunu ( http://turancem.blogspot.com.tr/2014/10/mutluluk-oyunu.html ) makalemde yazmıştım, mutluluk hakkındaki yanılsamalarımızı. Mutluluğu arayışımız, bankaya gidip hiç para yatırmadığımız mevduat hesabımızdan para çekebilmeyi ummaktan farksız genellikle. Daha da kötüsü; banka sıfır bakiyeye kredi veriyorsa, biz de çektiğimizi kendi paramız sayıp har vurup harman savuruyoruz ve sonuçta ödeme günü gelip çatıyor.

 Bana kızıyor kimileri, inanç ile bilimi harmanlayınca. Oysa işte bundan dolayı bağlamak zorundasınız kendinizi bir yere. Eğer bir gökdelenin camlarını silecekseniz ki hayatı yaşamak bundan çok daha yüksek, Himalayalar'ın keskin yar kenarlarından tırmanarak dipsiz uçurumlara meydan okumaktan farksızdır, o halde kendinizi bir yere bir şeyle bağlamak zorundasınız, düşmemek için. 


 Emniyet ipinizi bağladığınız yerin ne olduğu ile ilgilenmiyorum. Neye inanırsanız inanın, emniyet ipinizi neye bağlarsanız bağlayın; bu sizin yüreğinize danışarak özgürce ortaya koyacağınız bir iş ve mademki insana verilen irade kutsaldır, herkes saygı duymalı. Ne kadar sağlam yere; ne kadar güvenilir bir gerçeğe bağlar iseniz o kadar kendinizi güvence altına alırsınız. Dolayısı ile kendinizi bağlamak için seçtiğiniz yer ile ilgili sonuçlara da katlanmak durumundasınız. İleride "vay bu ip neden koptu?" deme şansınız olmayabilir.

 Bir de pişkin pişkin "ben ipimi hiçbir yere bağlamıyorum, hiçbir şeye inanmıyorum" diyenler vardır.  Bu tipler gerçek hayatta ne de çoktur, şaşırmayın: Arabada emniyet kemerini takmamakta inat edenlerden, emniyet ipini beline geçirmeden inşaat iskelelerinde duyarsız yiğitlik okutanların ruhuna fatihalar okunur musalla taşlarında, istisnasız her gün. Onlar da "bana birşey olmaz" deyip kandırdılar kendilerini ve iplerini bağlamadılar hiçbir yere. Oysa oldu mu, bir kez olur. 

 Duyarsızlığın bol olduğu yerlerde ağıt kültürü de yaygın olur: "Getti!" diye oturup ağlaşırız hep birlikte. Kömür madenlerinde, inşaatlarda yaşanıp basına yansıyan ölümleri hatırlıyorsunuz değil mi? Yine hep "birşey olmaz" felsefesi ile "emniyet ipini" bağlamama ve sonucunda ağıtlar, günahı üzerine devirecek sorumlu aramalar.


 Uzun lafın kısası; ister soyut ister somut, ister gerçek ister mecaz anlamında kullanalım; "emniyet ipi" yaşama bağlar, hayat kurtarır, kaybolmaya, yitip gitmeye ve düşmeye kuvvetli bir tedbirdir.

 Ne kadar reddederseniz edin, bir sınavdasınız hayat oyunu içindeyken. Bırakın karşı çıktığınız diğer gerekçeleri, önce kendinizi kendinizin sınadığı bir sınavdır hayat, dönüp bakın yaptıklarınıza. Hayatın şekillendiriciliği içinde yönünüzü çizmediniz mi ya da verdiğiniz kararlara göre hayatın üzerinizdeki tesirini şekillendirmeye ve sonuçlarını değerlendirmeye kalkmadınız mı hiç? Su götürmez bir gerçek var önünüzde, besbelli bir sınavdasınız.

İstisnasız her sınavda aynı olan koşullar vardır:

Örneğin sınava girenin boş kağıt vermesi, sınavı yapana meydan okumadır. "Sıfırım işte, var mı diyeceğin?" demektir.

Durduk yere kalkıp sınav salonunu terk etmek de öyle: Sınavın ne zaman biteceğine öğretmen karar verir, öğrenci değil.


 İntihar da böyle bir şey demek aslında; topu taca atmak, oyunu kesmek, sınavı protesto etmek. Sonuçların panoda asılmasını heyecanla beklemeyecekse bir öğrenci, okuyup okumamanın; insan olup olmamanın onun için bir hükmü kalmadıysa öyle bir canlı için zaten ölçüm yapmanın da bir anlamı doğal olarak kalmayacaktır. İntihar, bireyin insanlığını reddetmesidir. Oysa okullar insanlar içindir ve liyakat içeren diploma okuyana verilir.

 Lakin intihar ile ilgili değil benim sancım. Hemen bütün "öğretim" sistemimizde görüldüğü gibi; tıkır tıkır İngilizce konuşturan, dibine kadar mühendislik bilgisiyle donatan bir marka üniversitenin bile bireyin "eğitimine" katkı sağlamamış, büyük resmi görmesine olanak vermemiş olmasıdır, hüzün veren. Büyük resimden kastettiğim; "işte bu" dediğim resim değil, herkesin kendi vizörü ve objektifiyle bir resim çekme gereksinimidir: "Şuna inan" değil, "beynin gibi kalbini de çalıştır ve edinimlerini orada tartarak bas deklanşöre, çek resmini" demektir. Yapılacak en kötü şey gözü yumuk kalmaktır: Elinde emniyet ipi kalakalmak ve ucunu hiçbir yere bağlamadan dağcılığa; yaşamaya soyunmaktır.

 İnanmak zorundayız, ayağımızı sağlam bir yere basmaya ihtiyacımız var, kayıp düşmemek için. O zaman dünyadaki yolculuğumuz bir anlam ifade eder. Her insanın üzerine bir görev olan araştırma, irdeleme, bilim o zaman gerçeği aramanın ulvi adı olur. Eğitilmeden öğretilmişlik M. Pişkin örneği ile bir cana daha mal oldu ve korkarım son da olmayacak.

 Bir dala bağlı olmayan yaprak, olsa olsa hazanın; sonbaharın habercisidir ve o da ölüm getirir. Kendini bir yere bağlamışlar için ise dünyada olup olmamanın pek de önemi yoktur. Çünkü düşünceler ölümsüzdür.

Cem TURAN

17 Ekim 2014 Cuma

İSMEK MESLEKİ ÖĞRETİMDE BİR DÜNYA MODELİ OLMA YOLUNDA MI?

  Belki uzun yıllar özel mesleki öğretim kurumlarıyla yakın temasta olmamdan, mesleki öğretim deyince kimi zaman tüylerim diken diken oluyor. Eğer özel sektörden söz ediyorsak genellikle gördüğüm tabloda; mesleki öğretim adı altında, düşük mesleki vasıflı öğreticilerle kazançlarını maksimize etmek dururken kursiyerin neler öğrendiği, kursa ayırdığı zaman karşılığında ne gibi mesleki edinimler aldığı pek de önemsenmez. Sonuçta kursiyer mutsuzdur ama öğrenilememiş olmasını öğrenci anlayışsızlığına bağlayarak kendilerine toz kondurmayanların varlığı susmayı gerekli kılar: Kursiyer öğrenmiş gibi yapar, kurs öğretmiş gibi...


  Uzun yıllardır, İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin İsmek adı altında yürüttüğü meslek kurslarından sizlerin pek çoğunuz gibi, bir dış gözlemci olarak haberdarım. Bir okul gibi akademik mevsim boyunca öğretimde bulunup, öğretim dönemi sonunda açtığı el ürünü eser sergilerini beğeni ile görüyorum. Bu nedenle yıllar içinde kendimce edindiğim izlenimlerim var. Fakat bunların ne denli ön yargılarla dolu olduğunu bana gösteren bir temasta bulundum geçtiğimiz günlerde.

  Bir akademi gibi yapılanan ve ana bilim dallarına ayrılan İsmek idarecilerinin bilişim eğitimlerinden sorumlu saygın yöneticileri ile görüşme imkanım oldu. Bir küçük sohbet umarken iki saati aşkın süren bir toplantı ertesinde İsmek'in mesleki öğretime bakışı ve yapmak istedikleri hakkında yeterince bilgi sahibi oldum.


  Meğer İsmek'in amacı ev hanımlarına ya da bir mesleği olmayan, mesleki örgün öğretimden yararlanmamış insanlara ayaküstü bir kurs vermekten çok öteymiş. Benim biçki dikiş müzik gibi hobi niteliğindeki alanlarla sınırlı tuttuğum öğretim alanlarının bugün yüzlerce teknik ve sanat koluna ulaştığını öğrendim. 

  Bilgisayar eğitiminden dem vurup, biraz ofis programı öğretmenin bilgisayar öğretmek olmadığını zikredip serzenişte bulunmaya meylettimki artık uzmanlaşmaya yönelik programları yürütmek için belirli ilçelerde özel uzmanlık merkezleri açtıklarını öğrendim ve bunlardan birisini gezme imkanı buldum. Gördüğüm manzara karşısında hayret ve hayranlık duymamam mümkün değildi: Son derece modern binalarda, modern sınıf, laboratuvar ve donanımlarla kurstan çok, sıkı bir fakülte binasını andırıyordu.


  Henüz Milli Eğitim'in ömür boyu öğrenim (eski halk eğitim) merkezlerine uğramayan güncelliği İsmek'in yakaladığını görmek beni çok sevindirdi. Bugünün insanını mutlu edecek bilgisayar öğretimi bilmem hangi kısa yol tuşuna basmayı öğrenmekten daha fazlasını kapsamalıydı, İsmek de öyle yapmış ve diğerlerinden farklı olarak, uzmanlık öğretim merkezlerini bu amaçla kurmuş.


  Mobil programlama, Java dil öğretiminden bilgisayar ağlarına, Cisco sertifikalı uzmanlık öğretimlerine geçişe kadar farklı uzmanlık öğretimlerine başlayarak gerçekten meslek edindirici üst sınıfa eriştirmiş standartlarını.

  Sohbetimde farkına vardımki, İsmek çok önemli bir boşluğu dolduruyor. Nicelerinin depresyondan, bunalımdan ve kötü çevrelerden bu yolla kurtularak sosyal yaşamın üretenler liginde yer aldığına tanık olmuş İsmek Bilişim ana bilim dalı yöneticileri. Bu fayda bile, başka hiçbir şeyi konuşmaya hacet bırakmayacak kadar önemli.

  Uzun lafın kısası; gerçekten yöntem ve bilgi veren bir kurumla karşılaştım İsmek çatısı altında. Pratik öğretime bilimsel bir yaklaşım hassasiyeti var. Çeşitli gelişim seminerleri de düzenliyorlarmış zaman zaman. En fazla eleştireceğim konu da oydu aslında: Neyi neden öğrendiğini bilmeli insan, neler yapabileceği hakkında fikri olmalı ve en önemlisi; hedefi, rüyası olmalı onunla ilgili. Bu kapsamda benden de seminer taleplerini büyük bir memnuniyetle zaman nispetinde karşılama sözü verdim.


  Sonuç: Çok güzel şeyler bunlar ve beni heyecanladıran. Bin tane rezidans yapmaktan, AVM dikmekten çok daha kalıcı, ulvi ve toplumsal dengesizliği giderici önemli bir toplumsal geliştirme modeli İsmek ile ortaya çıkan. Belki de yakın bir dönemde dünyaya da ihraç edilebilecek güzel bir proje İsmek.

  Sadece meslek edinmek de olmamalı İsmek'e yönelim'in nedeni: Bilgeliğin en üstünde oturan bir profesör de olsanız, bir enstrümanı çalabilmek sizi çok farklı açılardan tamamlayacaktır.Ders verenleri seçerken de son derece hassas davranıyorlar, sınavla alıyorlarmış. Dolayısıyla özel öğretim kurslarına göre fazlasıyla artıları var. Kah mesleki gelişim kah bir sanatla ruhen gelişim için olsun, İsmek'e gitmekten çekinmeyin.Mutlaka ilginizi çekecek bir branş öğretimi vardır.


Tümüyle ücretsiz veriyor bu öğretimleri, İsmek. Ancak biraz muzdarip oldukları haklı bir beklentileri var katılımcılardan. Bu da asıl ilgi alanıma girildiği nokta: Ne istediğini bilerek gelmeli kursiyer. Bir hedefi olmalı ve o hedefe ulaşmak için gerekli bilgisel donanımı sağlayabilir İsmek ama nasıl olsa ücretsiz deyip vakit öldürmek için gelip üç gün sonra hevesi geçen insanlar da yok değil. Her zaman belirttiğim gibi ne öğreneceğinden önce neden öğreneceği konusunda hesaplaşmalı insan kendisiyle. Amaçsız öğretim başarı değil bilgi hamalı üretir en fazla.


  Bu güzel eseri ortaya çıkaranları kutluyorum. Öğrendimki İsmek hiç de hafife alınacak bir kurum değil, bilakis meslek kurslarında örnek alınacak bir öğretim yuvası. Ellerinize ve yüreklerinize sağlık.

Cem TURAN

16 Ekim 2014 Perşembe

POPÜLER DERGİCİLİKLE BİLİMİ HALKA İNDİRMEK: TÜBİTAK VE DİĞERLERİ



  Genetikçiler uzun yıllar, insan davranışlarında genetik faktörlerin belirleyici olduğunu ispata kendilerini adeta vakfetmiş olsalar da geldikleri nokta; ezici bir çoğunlukla son sözü, çevresel etkinin şekillendiriciliğinin söylediği idi.

  Ne güzel olurdu kimine göre; evimizin sigorta kutusunu açıp kapatmak gibi DNA kutusunun kapağını açıp gen sigortalarını indirip kaldırarak davranışları şekillendirmek ama iyiki öyle değil: Çevre çok önemli ve biz toplumun her kesimine ve özellikle genç ve çocuklara gelişim için uygun çevresel koşulları sağlamak zorundayız.

  Bir ülke düşünün, popüler yenilikler, bilim insanlarının tartışmaları mahalle kahvelerinden gazetelerinin manşetlerine kadar yer buluyor. Tezlerin karşılıklı düellosu arenalardan inmiyor, futbol holiganlığı yerine ortaya atılan görüşlerden inandığını destekliyor insanlar ya da kendileri yenilerini ileri sürüyorlar... Söylemeden geçememki; en kötü fikir, fikirsizlikten bin kat daha yeğlenendir çünkü fikirler çarpıştırılarak bilenir. 

  Ve diğer ülke: Adına okuma salonu (kıraathane) dedikleri yerlerde duman altı olup, adeta pineklemenin adresi olmuş bu mekanlarda hayatlar çürüyor, gençlikler tüketilip içkiye, kumara, uyuşturucuya alıştırılıyor. En popüler konular, gazetelerinin üçüncü sayfalarından değil, daha ilk sayfalarından vıcık vıcık akan popstar, topstar, hopstar, hocastar, holiganizm, vandalizm, emeksiz sosyetik yaşam haberlerinden oluşuyor. Bunları yazanlar ve boğazlarına kadar insanları magazin delisi yapanlar, utanıp sıkılmadan bu rezillikleri halk istediği için yaptıklarını söylüyorlar. En popüler iş; otobüs duraklarından hiç inmeyen kağıtlara yazılmış vasıflı-vasıfsız overlokçu, reçmeci, son ütücü ilanları... 

  İşte bundan bilim gazeteciliği çok önemli bir toplum için. Aydınlanmanın, düşünce üretmenin, hayatı sorgular yaşamanın ritmcisi, metronomudur bilim üstüne içerik üretmek ve herşey bir ritm vuruşu ile başlar, muhteşem senfoniler böyle yankılanır orkestraların sahne aldığı salonlarda. Ritm olmazsa sessizliktir akıbet, çürümektir, tüketen bir pazar olmaktır, işten yegâne anladığı tüccar olmaktır. 

  Oysa öyle olmamalıdır: Toplumu meraka, irdelemeye, araştırmaya götüren bir orkestra şefi, fareli köyün kavalcısı olmalıdır, bilim yazarı. Halk diliyle kalem oynatmalı, en karmaşık konuları bile Cin Ali lisanıyla işleyebilmeli, düşünmeyi baldan tatlı resmedebilmelidir. Türkiye'de henüz popüler bilim yazarı, gazetecesi gibi bir uzmanlık yokken benimki de laf-ı güzaf olsa gerek.

  İşte o zaman, şimdilerde ağızlara sakız olan inovasyon kelimesi anlamını bulur. Teknolojik oyuncaklara çuvalla kaynak akıtıp evleri, işyerlerini, sınıfları, cepleri bunlarla doldurmak değilki gelişmişlik. Düşünce geliştirmekteki istekle yön bulan bir süreçtir, gelişmek. 

  Bir TÜBİTAK var son yıllarda bu konuda birşeyler yapmayı dert edinen: Eskiden bir Bilim ve Teknik Dergisi vardı, çocukluğumdan bu yana takip ettiğim. Son yıllarda okul öncesi çocuklar için "Meraklı Minik", İlkokul düzeyi için "Bilim Çocuk" ve şimdi de "Bilim Genç" dergileri ile karşımızda. Eleştireceğim yönleri de olsa, bunlar TÜBİTAK'ın bu hizmetinden duyduğum memnuniyet ve takdiri gölgeleyemeyecek kadar küçükler. Bu yayınlardaki amaç zaten herkesi topyekün profesyonel bilimadamı yapmak değil, iç dünyalarına merak tohumları serpmek, yüreğe aşk ve heves düşürmek. Çünkü herşeyin başı bu güdüler, günümüz insanları arasında en çok fukaralık çektiklerimiz de onlar. 

  TÜBİTAK bence bu seriye devam etmeli. Daha farklı kitlelere özelleşerek, farklı içerik ve üslupla girmeli kapılarından içeri: Örneğin "Bilim Çiftçi" tarım ve hayvancılık alanında yenilikçi düşünceler konusunda cesaretlendirmeli okurlarını, bu alandaki gelişmeleri bir köy lehçeşiyle vermeli, örnekler köyden olmalı; Hasan ve Ali Ağalar'ın güncel diyalogları ile işlenerek yakın durmalı çiftçiye. 

  Belki "Bilim Kobi", "Bilim Sanat", "Bilim Tarih", "Bilim Emekli" gibi farklı halkalar eklenmeli halk bilimciliği yayınlarına ve böylece beşikten mezara kadar bilime aşina, bilimi içselleştirerek bir yaşam tarzı, örf, gelenek haline getirmiş bir toplum üretebiliriz, kim bilir. Bilim tarihinden ya da bir biyografiden bir sayfalık farkındalık bile insanı sıradanlık yolundan çıkarmaya yetebilir, kimi zaman. Eksikleriyle kusurlarıyla, bu güzel hizmetin için teşekkürler TÜBİTAK.

  Aklıma tek kanallı TRT günleri geldi. Olayı çözüp, kazancı gören müteşebbis ruhun radyo televizyon yayıncılığındaki tekeli kırmak ve kendilerine kanuni bir koridor açabilmek için kullandıkları en önemli malzeme "yayın özgürlüğü ile sağlanacak demokrasi" idi. 

  Peki ya "bilim özgürlüğü ile sağlanacak gelişme, gerçek bağımsızlık, asıl gurur duyulası demokrasinin besin kaynağı refah" ? Pek ses yok. Ben duyamıyorum, ya siz? Demekki bilim yazım çizmekte gelir görmüyorlar. Belki sadece magazin yayınlarından oluşan dergiciliklerine "bu kadar da olmaz" dedirtmemek için olacak, birkaç uluslararası popüler bilim dergisinin Türkçe versiyonlarını basarak durumu idare ediyorlar. Belliki bilim yazamayacaklarından, özgün bir içerikle sürükleyici olamayacaklarından endişe ediyorlar. 

  Bir elin parmak sayısını bile bulmayan birkaç özel popüler bilim yayıncılığı girişimini söylememem hak yemek olur. Özellikle bildiğim birisi varki çok uzun yıllardır yayın hayatında. Lakin bilimi avama indirgeme hususunda havanda su dövüyor gibiler. Mükemmelliğiniz, karşınızdakinin sizi anladığı orandadır. Siz okuyan "yahu, bilim de ne menem şeymiş" deyip korkarak kaçmamalı. 

  Bunca paparazzi medyanın içinde halk diliyle popüler bilim yayıncılığına teveccüh edecek birisi olsa, önce ben gönüllü yazmak isterdim ama halen lüks bir rüya gibi, demlenmesi gereken bir düşünce hala, atı alan Üsküdar'ı çoktan geçse bile. 

  Umutvar olunmalı, umutlar korunmalı. İyi gelişmeler alkışlanmalı, yanlışlar eleştirilmeli. Bir de taşın altına el koyanlardan olup, topluma karşı sorumluluklarınızın bilinciyle hareket ettiniz mi gerisi kaymaklı ekmek kadayıfı gibi leziz olur.

Cem TURAN

11 Ekim 2014 Cumartesi

MUTLULUK OYUNU


  Doğada saf altın, saf bakır hatta saf su olmadığı gibi saf mutluluk da yoktur. Mutluluk, olaylar karşısında elde edilen şartların karışım oranlarından duyulan memnuniyeti gösteren bir katsayıdır aslında. Dolayısıyla bu katsayının tavan yapmasını ummanın bizâtihi kendisi bir mutsuzluk nedenidir. Bizler mutlu olmak için yaşamayız, mutluluk yaşadıklarımızın bizde uyandırdığı akistir, sonuçtur. Tarih salt mutluluk dolu ütopyaların peşinde koşma yolunda heba olmuş hayatlarla doludur. 
...


  Hayata farklı, özgün gözlüklerle bakarız hepimiz. Bu nedenle bazı okurların katılmasını ummadığım, farklı bir yorum getirmek istiyorum mutluluk adına: 

  İnsana dünyada en çok eşlik eden ruh hali mutluluktan çok hüzündür. Sabah akşam kahkahası eksik olmayan mizaç sahipleri vardır etrafınızda. Onlar saf mutluluk yaşadıkları için değil, hüzün kaynağını görmezden gelmelerine olanak veren maskeleme işini uygulayabildiklerinden katıla katıla hemen her konuda gülerler. Bütün bu hale tezat; acıyı en derinden yaşayanlar, genellikle komedyenlerdir. Buhran ve acılarla dolu, ölümlerinden sonra duyulan hikayeleri şaşırtır insanları. Örneğin; Ağustos 2014'te Oscar ödülü sahibi Amerikalı bir komedyen olan Robin Williams'ın intiharı ile sarsıldı dünya. Çocukluğumun bayan kahkahası merhume Adile Naşit'ti. Komedi ve ortaoyunu piri Münir Özkul, merhumlar Gazanfer Özcan ve Nejat Uygur var daha sırada. 

  İşin aslı, hüzünle yaşamak insan için seçilmiş bir haldir. Çünkü hüzündür, insanı pişirip olgunlaştıran. Eski büyüklerin çilehaneleri vardı, inzivaya çekildikleri. Kuran'ı hiç keyifli bir edayla okuyanı gördünüz mü? Çünkü hüzünle inmiştir, hüzünle okunması evlâdır. Din hüzündür, kalbin pasını silen hüzün. Mutluluk budalası olmak yerine, sorunlarla başa çıkabilme dirayetini kazanmak için çaba göstermeli insan. Eğitimin bir ana amacı tam da bu olsa gerek

Cem TURAN

8 Ekim 2014 Çarşamba

BİR BALON İÇİNDE YAŞAMAK: AKADEMİK İMAJ VE MÜHENDİSLİK EĞİTİMİ

  Markaların insanların tüketim alışkanlıklarının manipule edilmesindeki önemli yeri, su götürmez bir gerçektir, şüphesiz. Doğrudan tüketicinin psikolojik algısına yönelik çalışan, ekonomi dünyasının bu katıksız icadı sadece ticari piyasaları değil eğitimden uluslararası diplomasiye hatta sivil toplum kuruluşlarından dini gruplara kadar geniş bir alanda içimize nüfuz etmiş durumda. Hayır amaçlı (!) dernekler ve vakıflar bile diğer emsallerine göre fark atmak, bilinirliğini artırmak, uluslararası olmak, daha fazla bağış toplamak için markalaşmaktan geri kalmıyor.


  Diğerleri konumuz değil ama eğitimde markalaşmanın gözardı edilen yan etkilerine sık tanık oluyorum üniversitelerde. Sadece üniversitelerde de değil, bugün kamu ve özel sektör ilk ve orta öğretim kurumları kendi içlerinde ciddi bir rekabet halindeler ve giderek daha sofistik markalaşma metodları keşfedip uygulamaya koyma çabasından vazgeçmiyorlar.

  Öğretimde marka bağımlılığı öyle sınır tanımaz ve eskiden gelen bir sosyolojik sorun ki, mezunlarının bilinçaltında üniversitelerinin adı mesleki öğrenim alanlarının ne olduğundan ve bu konuda alınan eğitimin vasfından daha öncelikli yer tutuyor gibi görünüyor. "Ben şu üniversite mezunuyum" diyebilmek, "ben şu bölüm mezunuyum ve yeteneklerim şunlardır" demenin önüne geçiyor, çoğu kez. Oysa yetişmiş bir insanın kendi meziyetlerinden, üretebileceklerinden daha çok, bir üniversitenin tabelası ardına sığınması özgüven eksikliğinin bir tezahürü de olabilir mi?


  Çok sık karşılaştığım bir bakış tarzı: Göze kestirilen bir üniversitede herhangi bir mühendislik okumak. Ya da üniversiteye giriş sınavında tercih formunu "ortaya bir karışık" anlayışıyla doldurup aynı kağıda mühendislik, tıp, hukuk, İngiliz dili ve edebiyatı gibi biri yerde biri gökte, biri doğudaysa diğeri batıda bölümleri bir üniversiteye girme uğruna yazıvermek... Ne de çok ilgi alanı olabiliyormuş kimilerinin, meğer. Marka hastalığımız üniversite tercihlerine de yansıyor. Ne okuduğumuz, hangi branşta derinleştiğimiz kimin umurunda? Gözünü üniversitelerin neonlarla yazılmış isimleri bürümüş insanlar, dernekler kurup mezunlar günleri düzenleyerek markaya aidiyeti perçinlemek gereksinimi duyuyorlar çünkü üniversitelerinin markası gurur duyacakları bir değer ifade ediyor ya da öyle olması umuluyor. Peki ya meslekten duyulan, seçilen bölümden duyulan gurur ve o mesleğe karşı hissedilen aidiyet duygusu? Genetik, elektrik, bilgisayar, orman, gıda, inşaat mühendisliklerinden temel hendese (hesap kitap) bilgileri dışında neleri ortak olabilir? Meslek seçmek üniversite seçmenin nasıl gerisinde kalabilir?

  Hocalarda ve üniversitelerin kurumsal bakışlarında bile görürsünüz bu hastalığı: "Bizden almadığın dersi tekrar almalısın, diğer üniversiteler bizim kadar iyi öğretemez". Tam anlamıyla megalomanca bir anlayış, kendini darı ambarında görmek, pompayla şişirilmiş öz ego patlaması. İş mülakatlarında üzülerek tanık olduğum, hazin değişmez tablodur, yeni mezunların şişirilmiş ego balonlarının sönmesi. Beyinleri öyle yıkanmıştır ki genellikle havada kapılmaları garantidir rüyasını yaşarlar, kapı gibi üniversite markaları var! Üzgünüm ama yok öyle bir şey. 

  İnsanları içi boş etiketlerle damgalayıp, hipnozla olmadığı gibi gösterenler ve kendini böyle görenlere sormak gerek, uluslararası bilimsel ve akademik endeksin neresindeler. Hemen söyleyeyim, esameleri okunmaz. Bilmem kaç yüzüncü sıraya zaman zaman kaynak yapanları görürseniz bilinki bilimsel yayın sayısına göre yapılan değerlendirmeler de rasyonel değildir. Akademik yayınların niceliğinden çok niteliğidir aslolan. Halen intihalin cirit attığı, hayata memuri gözlüklerle bakan, idealizm ve inovasyon ruhu nedir, bilmeyen insanlardan çıkan her makaleye dünyayı bir adım daha ileri götürecek bilimsel yayın gözüyle bakmanın ne kadar doğru olabileceğini, takdirinize bırakıyorum. 


  Size bir sır vermek istiyorum: Asıl gerçek eğitim aşk ve idealle yapılandır. Teknolojik oyuncaklarla dolu sınıflar değil, kandilin titrek ışığında, sadelik içinde, hoca ile öğrenci ilişkisinin kutsiyetinde gizlidir, eğitimin başarısı. Bu tanıma göre abartılı teferruatla doldurulmuş bir batı üniversitesinden çok daha vasıflı ve verimli olabilir, doğunun yeni kurulan üniversitesi. Buna İstanbul'da hayata gözünü açıp İstanbul okulları ve üniversitelerinde okumuş birisi olarak yürekten inanıyorum. Yeterki bilgiyle aşka düşmüş insanlar bir araya gelsin ve inansınlar. İşte bilim orada ürer. Çünkü ilim önce kendini, içindeki sesi dinleyebilmeyi gerektirir ve bunu sağlayacak ortamın dinginliğine, patırtı dolu koşturmaca fırsat tanımaz. Önce müstakbel mesleğinizi seçmelisiniz, bırakın sanal detayları. İlim Çin'de olsa gitmeli, değil mi? 

  Dürüst olun kendinize, neyin peşindesiniz: Gönlünüzde yatan aslan olan mesleğinizi size öğretecek bilimin mi yoksa üzerinde bilmem ne üniversitesi yazan bir kağıt parçasının mı? Meslek üzerinize giyip ömür boyu çıkarmamanız gereken bir elbisedir. Sebat etmeli, iyi ve kötü günde onu hep özenle giyeceğinize söz vermelisiniz yoksa mesleğiniz sizi hiçbir yere götürmez. 


  Mesleğiniz, yaparken ölmeyi dileyecek kadar çok sevmedikçe size ait değildir ve siz de ona. Sanal kalkanların ardına saklanmaya gerek yok, mesleğiniz ve siz yetersiniz. Teknik insan olmak, bambaşka bir şey, dünyanın bile yörüngesinden çıkmamak için kullandığı tekniği düşününce. Sözüm elbette tüm yüksek öğrenim camiasına ama en çok mühendislik ve diğer teknik alanlarda öğrenim görenlere. Çünkü onlar dünyanın zembereğini kurup boşaltmaya adaylar, dağları söküp yeniden takmaya... Özgür olmalılar ve özgün. Kendilerine inanmalılar, kuru imajlara değil. Değerleri içlerinde yaşattıkları olmalı, şişirilmiş balonlar değil.

  Bilimsel gelişim profesyonel imaj üreticiliğinden değil, amatör ruhla, inançla, aşkla "hadi, yapalım" demekten geçer. Nerede sinerji ürer, orada bilimin yüzü güler. Yüreklerde ideal olmadan, öne bir hedef koymadan amfileri, şatafatlı sınıfları doldurup boşaltmak, bencillikle ve diploma hatırına hafızlık yapmak yanında çorak bir Anadolu bozkırında, mütevazi imkanlarla fakat inanç, sevgi, paylaşım dolu kalplerle sınıflarını aşklarının, umutlarının, ideallerinin ateşiyle ısıtanlar ne de çok şanslılar, bir bilseler.

  Ve bir not: İdealist bir devlet okulu öğretmeninin ya da üniversite öğretim görevlisinin eline, nedense imaja fazlaca bulanmış on özel kolej veya üniversite mensubunun su dökemeyeceğine fazlaca inanıyorum. Belki gözlemlerimden, yaşadıklarımdan, araştırmalardan etkileniyorum ama belki de boş bir zan sadece. Ya sizce?

Cem TURAN