29 Kasım 2014 Cumartesi

MÜHENDİSLİK MONŞERLERİNE GÖZ AÇTIRMA SEANSI

İlginç "öğrenmiş" ama "yetişmemiş" insanlar görüyorum ve beni eleştiriyorlar üslubum için. Onlara göre sayılara, formüllere boğulmamış bir yazı bilimsellikten uzaktır, sadece kendisinin anlayabileceği şeyler karalamak ise bilim dünyasının fenomenliği!

Eskiden şaşırıyordum hatta üzülüyordum böyle tepkilere, kendimi; beni ben yapan kodlarımı kontrol ediyordum ama doğruluğunu görünce iş daha da sarpa sarıyordu her insanın düşüncesine verdiğim önemden ötürü ama şimdilerde gülüp geçmek durumundayım, yola devam etmek ve doğru bildiğim şekilde bilim tarlasını işleyebilmek için.

Böcekgillerde olduğu varsayılan, tek boyutlu, siyah beyaz bir görüştür halbuki bu. At gözlüğü ile hayata bakmaktır, teknik bir insan; bir mühendis, kimyager, biyolog, matematikçi, fizikçi olup da hayatı bundan ibaret saymak ve muhteşem bir beyin taşıyorken onu mekanikleştirmek. Belli ki benden de onu istiyorlar, ettiğim her söz, yazdığım her makale ve yayın ucube sayıların havada uçuştuğu, duyguları bile Laplace dönüşümüne tabi tutulup, Fourier serilerine açmamdan mutlu olacaklar, belliki bazı meslektaşlarım.


Birkaç eğri büğrü çizmeye, isimlerini orada burada duyup "görüntü işleme", iki ile ikiyi toplatıp adına "yapay zeka" diyecekler mesela. Veya kod yazmayı mühendislik sanacaklar bu "monşerler". Cehalet başa bela! Geçen gün TÜBİTAK'tan bir arkadaşımla bunun üzerine sohbet ediyordum. O da bana kod yazmanın bilgisayar dünyasının ameleliği olduğunun kurumsal görüşleri olduğundan bahsetti. Gerçekten de öyle: Bilgisayar bilimleri bir şehir ise kod yazmak bir şantiyedeki bir binanın bilmem kaçıncı katında sıva yapma işinden farksızdır. Ama insan koca bir şehri; asıl bilimi göremiyorsa, sıvadığı odadan ibaret sanır dünyayı, bunu da bilimcilik sanır. İçime bu farkındalığı, analizin gücünü, en kalıcı eğitim yöntemi olan hal dilleri, davranışları ile koyan hocalarıma bir kez şükranlarımı sunuyorum, Allah beni civarlarından ayırmasın.

Beni dağılmakla suçlayan dar zihniyetli insanlara güzel örneklerim var:

Bizlerin teknik ve akademik dünyada yaptığımız laboratuvar çalışmaları ve araştırmalar, yemekler gibidir. Dolayısıyla biz de en leziz, sağlıklı, doyurucu, faydalı, keşfedilmemiş tatların peşinde, mutfaktan çıkmayan aşçılar. Ne kadar harikulade bir yemek ortaya koyarsak koyalım, mademki hayat denen lokantanın içindeyiz; mutfakla müşterilerin yani halkın aç bir şekilde, yemek bekledikleri salonu birbirinden ayıran duvarın diğer tarafını da düşünmek zorundayız. Çünkü yanlış servis yapıldıkça ya da içindekilerin faydası yeterince iyi anlatılmadığından kimse tarafından tercih edilmedikçe, yaptığımız yemeğin akıbetini çöp olmaktan kimse kurtaramaz. Bu olaydan meal şu ki; hayata ve insanlara dokunmadıkça kendin çalar kendin oynar olursun, sayın hendeseci! Mühendisliğin kelime anlamı olan hendese (hesap kitap) bilirlikten çok öteye gittiğini artık görmeliyiz. Sadece mühendislik için değil, tüm temel bilimler için aynı tespitim geçerlidir. "Kerrat" cetvelini hatim etmek, onu kullanıp ne anlattığı kendinden menkul yazılar üretmek, sizi iyi bir matematikçi yapmaz!

Hayatı bir ve sıfırlardan ibaret gösteren tek gözlükle görmeyi mesleğinin doruğu olarak kabul edenleri uyarmak istiyorum. Hayat, çok fazla sayıda kuvvetin dengelenmesi ile taşınan devasa boyut ve karmaşıklıkta bir manzumedir. Gerçek bilim yolcusu ise bunun farkında olmalı, ilgilenmeli ve kendi alanlarıyla ilgili olarak yaşama dair temas edilecek noktalar üretmelidir. Yoksa şimdiye kadar çokça örneği görüldüğü gibi bilim, yalıtılmış ortamlarda ütopik yaşamların sürüldüğü, hayattan kopuk, kimseye faydası olmayan, adı olan ama kendisi görülmeyen bir mevhum olarak kalmaya devam edecek ve bu nedenle anlamlı ve somut çıktı üretemediğinden, tariflediğim güdülerle hayata bakabilmeyi başarabilmiş insanların yaşadığı topraklardan bilgi, bilim, teknoloji ithal etmeye devam eder olacağız.

Yazarları bir söyleşide, panelde sıkıştırdığım en popüler sorumdur, "Sanatınız ne içindir, siz ne için yazıyorsunuz?" sorusu. Kimileri anlaşılmayı ve kitlelerce benimsenmeyi, onlara düşünsel bir anlamlı katkı vermeyi dert edindiklerini bana düşündürecek tutarlı yanıtlar verirken, bazı densiz, bana göre değersiz cevaplar üretenler de oluyor. Bunlar genellikle benim adını bilmediğim, muhtemelen "yeni yetme" yazarlar:
- Ben kendim için yazıyorum, kim okursa okusun!
- Hiç de umurumda değil, bir mesaj vermek!
- Kitabım satmıyorsa, bu ülkede gerçekten akıllı kimse yok!
- ...

Düpedüz yalan söylüyorlar ya da yazar olmaktan fersah fersah uzaklar. Eline kalem alarak yazmanın yazarlık olmadığını bilmekten yoksunlar. Tıpkı eline ünvan geçirip, anlamsız sayı oyunlarıyla, kodlarla, istatistiklerle yazılar yazmayı bilimsel yayıncılık olarak görenler gibi, vahim bir durum: Dağlar, tepeler oluşturan kağıt yığınları ama topluma belki zırnık kadar fayda! Sanat da bilim de şüphesiz insan ve diğer canlılar içindir.

Türkiye'de 180'in üzerinde üniversite var ve bu üniversitelerde onbinlerce araştırmacı, akademisyen. Bu çok önemli bir beyin stoğu. Hepsi bir kere hapşırsa ve birer damla "bilimsel" tükürük saçsalar etrafa, bu toplumun bir bilim selinde yüzmesi gerekirdi ama görünen o ki; bu aritmetik tutmuyor.

Cornell Üniversitesi'nde "Kuramsal ve Uygulamalı Mekanik" Bölümü ve "Uygulamalı Matematik Merkezi" profesörü, Amerika'nın en çok satan ders kitabı seçilen "Nonlinear Dynamics and Chaos" yazarı,  Prof. Dr. Steven Strogatz'ın ifadesiyle; bazı insanlar, bütün hayatlarını ne yapmak istediklerini bilmeden geçiriyorlar. Bu yüzden hazır bir disiplinin, mesleğin içerisinde kaynayıp gitmeyi tercih ediyorlar. O mesleğe, alana kendilerinin getirdiği hiçbir yenilik yok! Hiç yaşamamış gibiler, adeta.


Daha evvelki yıllarda olduğu gibi; bundan birkaç gün önce televizyona yansıyan çok özel görüntüleri hayranlık içinde seyretmiştim. Samsun'un İlkadım ilçesi, Avdan Köyü semalarında bir sanat şaheseri tabloyu aratmayacak güzellikle toplu figürleri, ahenkli hareketlerin uyumuyla üreten sığırcık kuşlarıydı, haberin baş kahramanları. İzlemeye değer bu muhteşem görüntülerin bir başka örneği olarak ateş böceklerinin toplu ışık danslarını örnek veriyor Profesör Strogatz. 


Gördüğü bu örnekler karşısında matematiği herkesin bildiği, özellikle bizde, iki ile ikinin neden dört ettiğini sorgulamayacak kadar şuursuzda öğrenilen ve öğretilen matematik olmaktan çıkarıp bambaşka bir alana taşıyor, tabiattaki canlılar dünyasının senkron hareketlerini, aldığı matematik eğitimiyle yorumlamaya başlıyor ve yepyeni "kuramsal ve uygulamalı" bir alt disiplinin öncülüğünü yapıyor. İşte budur, bilimi yeniden yazmak. Budur, dogmalar içinde çürümeyi reddederek kendi varlığının izlerini de bilime dahil etme çabası.  Tıpkı benim gibi kanserin de tıbbi bir sorun olmaktan ziyade matematik bir sorun olduğunu düşünüyor ve son zamanlarda bunun üzerinde çalışıyor. Ben de kanserin enformatik tabanlı bir bilişimsel hastalık olduğunu düşünüyorum. İşte bu arayışlardır, kendi disiplinini hayata dokundurma çabasından kastım.

Kendini mecbur hissederek kısmen okuduğu kitaplar dışında okumaya kapalı da olsalar, eleştirdiğim bu tür görüş sahiplerine sürpriz bir haberim daha var, muhtemelen bilmiyorlardır: İlmini, hayata bakışını sorgulamak yerine acayip şekilde, yediden yetmişe beyninin yüzde kaçını kullandığına takılageldiğimiz, Yahudi asıllı, Alman fizikçi Albert Einstein'i pekçoğumuz kaba fizikle yatıp kalkan, bize gösterilen tahta başı resimlerinden ötürü, elektrik çarpmışa benzer saçlarla laboratuvar faresi gibi yaşayan bir insan olarak hayal ederiz. Bize göre tüm zamanların insan üstü insanı, sayıların dehasıdır. Hepsi bu!

Oysa biraz araştırır iseniz, Einstein'in din, sosyoloji, tarih, siyaset, toplum, felsefe, psikoloji gibi envai çeşit sosyal alanda sayısız makale, deneme ve kitap yazdığını görürsünüz. Özellikle son yıllarda bunların birer ikişer Türkçe olarak yayınevlerimizce basıldığını görmekten de çok mutluyum. Her ne kadar teveccüh görmeseler de (!)


Çünkü yine söylüyorum ki; gerçek bilim hayata dokunandır ve Einstein de bunun farkındaydı. İzafiyet kuramını bile sosyal yaşam üzerinden kitlelere açabilmek, hayatı o perspektiften okuyarak damıtabilmektir asıl dehalığının kaynağı, güya beyninin yüzde 10'unu kullanması değil!

Einstein'in Yahudi kökenli bir Alman olduğunu da kasten söyledim: İlimi insanlara fayda vermek üzere bir araç olarak görmeyenler, sosyal yaşamdan kopuk yalıtılmış kalelerde sayılara boğulmayı bilim yapmak olarak düşünenler, sayılarla ve algoritmalarla metodların, savların gerçeklemelerini yaparken bunların sosyal yaşamla kaynaşması ve hayatın gerçeklerini üzerinde barındırması için gayret edenleri hakir görenler, atıl tutarak işlemedikleri düşünsel kapasitelerini bilim yerine düşünceler yerine insanların inançları, kıyafetleri, renkleri gibi yönlerden çekiştirerek gündemlerine koymayı genellikle severler.

Uzun lafın kısası; ben odağımı dağıtmadım, sadece çok boyutlu üretmeye çalışıyorum ve bunu doğduğum günden beridir böyle yapıyorum. Bilimin de bu olduğuna inanıyorum. Siz dilerseniz, sonsuz döngü içinde sayıları toplamaya devam edin, "hendese" mühendisleri.

Matematiğin sayıları ve yazılımcının kodları konuşmanın sözcükleridir ama iletişim, konuşma yaratılmadan önce de vardı. Bilimin amacı ise sözcüklerin peşinde koşmak değil, onları birer araç kabul ederek hem anlamak hem geliştirmektir yaşamı, olabildiğince.

Cem TURAN

26 Kasım 2014 Çarşamba

DUYARSIZ TOPLUMLARIN KANUNLARI ÇOK, AĞITLARI UZUN OLUR: İŞ GÜVENLİĞİ

 Geçenlerde İETT'nin İkitelli yerleşkesindeydim. Oldukça büyük bir alana kurulu kampüsün "tehlikeli atıklar" tabelasının olduğu yerde çelik konstrüksiyondan yapılmakta olan inşaat dikkatimi çekti.
Yerden metrelerce yüksekte işçiler kaynak gibi tehlikeli bir iş yapıyorlardı: Baretsiz, kemersiz, özel kıyafetsiz... Çelik çubukların üzerinde ip cambazı gibi. Tarzan gibi diyesim geliyor ama onun bile daldan dala atlarken tutunduğu sarmaşıkları oluyordu.


Yer önemli bir belediye tesisi olan İETT, işveren İBB. Ama duyarsızlık hastalığı yine diz boyu.

Düşündüm; Allah korusun, işçilerden biri  oralardan düşüp beton zemine çakılsa, ne olur diye?

Kameralar gelir, başta basın sonra kamu idareleri güya duyarlılık abidesi kesilirler. Ellerinde mızraklar, günah keçisi ararlar vurmak için.

Peki ama kimdir suçlu?

Örnek olması gerekirken, saldım çayıra Mevlam kayıra deyip işçilerin bu haline göz yuman İstanbul Büyükşehir Belediyesi mi?

Bunca yaşananlardan ibret almayan, halen "bana bişicik olmaz" takılan, güvenlik talep etmeyen, verileni kullanmayan işçiler mi?

Olaydan olaya kameralarla ortaya dökülen ama gerçekte benim gördüğümü umursamayan ve adına basın denen şovmenler mi? Hatırlarsanız, Avcılar'da yıkılan üst geçitte, inşaatta düşen asansörde de hemen bölgeyi mesken tutmuşlar ama sonra toplanıp bir başka fotojenik olayın peşine yelken açmışlardı.

Oysa kitle iletişim mekanizmasının bugünkü en önemli görevi sürekli bilgilendirme ve bilinçlendirme olmalı.

İnsan hayatı ucuz mu? Evet, işte bizde bu kadar ucuz. Bin tane iş güvenliği kanunu da çıkarılsa daha kamunun kendisinin hassasiyetinin samimi olarak bulunmadığı bir ortamda ne söylenebilir, kestirmek zor.


Trafikte, aracın kemerine dahi yolda polis görünce sarılan, geçince çıkaran, aparatlarla alarmını susturan, tümörleşmiş bir hastalıklı anlayış hakimken, inşaat ve maden işçilerinin kendilerinin de güvenlik ekipmanlarını birer zul, teferruat olarak görüp, kendi canını önemsemeyenleri varken elbette çok ucuzdur hatta sudan ucuz, sebildir insan hayatı bizde. Biri gider biri gelir, ocakların biri sönerse diğeri yanar çünkü ve biz buna erdemli, onurlu yaşam deriz, öyle mi?

Duyarsız toplumların kanunları uzun ve çok olur. Duyarlı olanların anayasaları bile bir avuç madde içerir.

Ağıt kültürü de gelişkindir böylesi toplumlarda. Kabir başlarında "getti!" diye ağlaşır, cinaslı ağıtlar yakarız. Oysa atın ölümünün arpadan olmasında bir engel görmeyen de acı patlıcana kırağı çaldırmayan da biz değil miyiz?

Bu ahvalin kurumsallaşmış hali değil midir, elinden taziye çelengi düşmeyen devlet erkanı? Ve klişeleşmiş sözler de bunun eseri değil midir: "Devlet yaralarınızı saracak", "hesabı sorulacak", "devlet baba yanınızda" ...


Deprem hazırlıkları deyince bile ilk aklımıza gelen yara sarma, ceset torbası stoğu bulundurma değil mi? Tedbir üretmekte neden bu kadar isteksiz davranıyoruz, hiç düşündünüz mü?


Bizde birşeyler var: Havamızda mı suyumuzda mı bilmem ama ayağı buralarda toprağa basanı yoldan çıkarıp azdıran, bilincini alıp adam sen de'ci kılan. Avrupa kurallarına kuzu kuzu uyan "Alamancı" vatandaşlarımızı Kapıkule'den geçtikten sonra azmanlaştırıp kural tanımaz trafik canavarı haline getiren bir güç belki.

Sinerjiyi önemle vurguluyorsam yazılarımda, inanın bunu kastetmiyorum. İnsan üzüm değil; birbirine bakarak kararmamalı bilakis baktıkça aydınlanmalı.

Cem TURAN

25 Kasım 2014 Salı

TOPLUMSAL İNOVASYON, ÇEVRESEL ŞEKİLLENDİRİCİLİK VE ÖĞRETMENİN ROLÜ

  İnsan şüphesiz sosyal bir canlı. Bunun sonucu olarak; çevresi ile doğrudan ve dolaylı etkileşim halinde olup, bu ilişkiler sonucundaki edinimlerin tezahürü olarak kişiliklerin  şekillendiği görülür.

  1953 Yılındaki DNA keşfinden sonra, uzun yıllar genetik bilimciler, insanın davranış, zeka ve yeteneklerinin şekillenmesinde genetik kodların izini takip ettiler. Diğer pozitif bilimlerden aşina olunduğu haliyle; insana mekanik bir kolaycılık atfetmeye eğilimli bilim insanları, DNA'nın milyarlarca şalteri barındıran bir elektrik panosu olduğuna, eğer uygun şalter bulunup konumu değiştirilirse bir insanın zeki, yetenekli, güçlü hafızalı, dahi, ahlaklı gibi arzu edilen tüm meziyetlerle donatılabileceğine inandılar. Hatta kanser gibi hastalıklara neden olan genleri bulup sigortalarını kapatarak bu hastalıktan da kurtulabileceklerini umdular. Oysa sonuç hiç de onların umduğu gibi olmadı: Canlılar dünyasının müthiş tasarım mühendisliği içinde insanın sahip olduğu karmaşık dünya, bilim insanın halen insan hakkındaki bilgisinin çok sığ olduğunu bir kez daha ispatladı. İnsan genetik faktörlerden çok çevrenin bir ürünüdür.


  Çevresel şekillenme süreçlerinin en önemli zeminini şüphesiz, öğretim ve eğitim faaliyetleri oluşturmaktadır. Bu faaliyet sanki okullarla sınırlı tutulan bir zaman kesitini ifade ediyormuş gibi algılansa da aslında tüm yaşam döngüsünü içine alan, ilk nefesten son nefese kadar içinde olunan, hayati bir süreçtir.

  Bu gerçekten yola çıkarak, örgün öğretim ve eğitim faaliyetlerinin temel dinamikleri asli olarak, bireye ömür boyu kullanabileceği öğrenme, yorumlama, tasarlama ve gerçekleme meziyetlerini kazandırabilmelidir. Bunun için soyut malzemelerle egzersizler stratejik önem taşımaktadır. Çünkü bunlar toplumsal bir kimliğin, aydınlanmacılık ve gelişimcilik yönünde harekete geçebilmesi için yegane anahtar rolüne sahip yaşamsal bileşenlerdir.

  Dünya tarihine bakıldığında; sıcak savaşların yanı sıra, eğitim faaliyetlerinin bölgesel ortak bilinçaltı oluşturmada yoğun olarak kullanıldığı görülür. Örneğin; adeta bir kitlesel silah gibi; sessiz ve derinden, sabırla yürütülen eğitim tabanlı stratejiler günümüz dünyasının bir bölümünü üretenler, bir bölümünü de üretenlerin ürettiklerini tüketen, bağımlı pazarlar olarak şekillendirmiştir. Tüketenler ligindeki coğrafyalarda, süreklilik arz eden eğitim stratejileri sonucu ideallerinden vazgeçmiş, üretmek gibi bir düşü olmayan, ideal beslemeyen ve bunlara mukabil eğlence, futbol fanatizmi, şans oyunları, diziler ve televizyon programları, vasatlaştıran mahalle çevreleri gibi kavramlar toplum genetiğine işlenerek kalıcılaştırılmıştır.

  Sanayi devrimi sonrası aranan yeni pazarlar yeni bağımlılıklar üretmiş, bu coğrafyalardaki insanlar üretenler grubundaki ülkelerin markalarını taşıyan ürünlere sahip olmayı birer sosyal statü ifadesi olarak kullanmaya başlamışlardır.

  Kurulmuş bulunan bu denklemde bir bozulma istenmemektedir: Tüketenler liginde iken "ben de yapabilirim" idealini dile getirmek umulan bir eğilim olmadığı gibi, pazar kaybetme endişesi taşıyan üretenler ligi oyuncularını kızdırmaktadır.


  Bu uğurda öğretim ve eğitim terminolojisi bile karıştırılmaktadır. Bilgi yığınları altında ezercesine, kısa süre içinde unutulacağı bilinmesine rağmen, genç bireylerin zihinlerini doldurmanın eğitimle de özdeş olduğu gibi bir yanılgıya düşülmektedir. Oysa eğitim, yanında hiç erzak olmayan bir bireyin dahi hayatta kalabilme, bir medeniyet kurabilme ve yaşatabilme becerisini kazandırmalı, idealist ve hedefli bir yaşam öngördürmeli, hayal gücünü ve öz inancı, güveni beslemelidir.

  Sınıf içerisinde öğrencilerin, hatta bir bilimsel toplantıda bile katılımcıların konuşmacıya soru sormalarının önünde bir engel teşkil eden ve toplumsal bilince yer etmiş, genetiğine işlemiş "acaba fikrimi paylaşırsam ayıplarlar mı?" düşüncesi bile entellektüel özgüven kodunun bozulmuşluğu ile ilgilidir.

  Günümüzün popüler teknoloji ürünlerine, bir kültür getiren sanal paylaşım imparatorluklarına bakıldığında, hiçbirinin geliştiricisinin dahi diyebileceğimiz vasıflarda olmadıklarını görmekteyiz. Hemen hepsi sıradan, ortalama insanlardır aslında. Ancak kendilerini aşmaya sevk etmek üzere tasarlanmış sosyal çevreleri, mahalli yaşamları kendilerini başarıya götürerek, bugün devlet başkanları gibi ağırlanan teknoloji dünyasının temsilcileri durumuna getirmiştir onları. Toplumsal genetik faktörler yine iş başındadır.

  Bir toplumun aydınlanmacı dönüşümü genç insanlarından başlamalıdır. Geçmişin kodlanan toplumsal genetik urları birer birer giderilmeli ve yerine inanç, kararlılık, merak, insan ve canlı sevgisi, idealizm ve hayal gücü konulmalıdır ve bu dönüşüm ancak öğretmenler eliyle mümkündür. O halde önce öğretmenliği yeniden tanımlamak ve mensuplarını motive etmek gerekir.

  Bilim bir yoktan yaratış eylemi değil, yaratılmış olanlardan esinlenerek modellemelerde bulunma, yaratılmışları kopyalama yoluyla, farklı kombinasyonlarda kombine ederek türetme çabasıdır. Bu nedenle; kuşların kanatları halen uçaklarda, vahşi hayvanların kazıcı pençeleri iş makinelerinin kepçelerinde yer alır. Bu düşünceden hareketle; insanın düşünsel ve beyinsel modeli olan bilgisayar da insan vücudundaki düşünsel ve sinir sistemine yönelik hemen her uzvun amatör birer kopyasını içermekte olduğundan, bilgisayar bilimlerinin insan beyin algısının izlenmesi ve geliştirilmesi konusunda da yadsınamaz bir ilgisi bulunmaktadır.

  Gelin görün ki; eğitim ve bilgisayarlar bir araya geldiğinde genellikle algılanan; teknolojik ürünler dağlarını sınıflara yığmaktır: Projeksiyonlar, tabletler, bilgisayarlar, Wi-Fi ağları, akıllı tahtalar... Bu son derece hatalı bir yaklaşım ve bu yanlış yaklaşımın sancılarını Fatih projesinde fazlasıyla görmekteyiz, örneğin. Eğitimin modernizasyonu alet edevatlardan önce içerik ve felsefesinin doğru kurgulanması ile sağlanabilir. Sınıfları akıllı tahtalar ile donatmak ve çocuklara tablet dağıtmak keşke yeterli olabilseydi ama değil....

  Bir düşünsel faaliyet, bir duyu organında algılanan sinyallerin sinir sistemince taşınarak beyinin nöronları tarafından etkileşimler kurularak değerlendirilmesi, bütünüyle organize bir eylemdir. Bir tek beyin hücresinin mükemmel çalışmasının hiçbir anlamı yoktur çünkü nöroenformatik (beyin aktivitesine dayalı bilgi işleme süreçleri) eylemler çok sayıda hücreden oluşan bir sistemin koordinasyonu ile mümkündür. Bu demektir ki; bir tek insanın mükemmel yetişmesi, bilime ve aydınlanmaya aşk ile bağlanmasının toplum için hemen hiç getirisi yoktur. İnovasyon denilen yenilik yönünde değişim hareketi, bilimsel gelişim ve fikirsel aydınlanma ancak bir sinerjik çevrenin sözkonusu olduğu coğrafyalarda yeşerebilir; sonuç verebilir.

  İnsanı aile, okul, arkadaş, mahalli mizaç gibi çevresel faktörler şekillendirir, tabletler değil. Bir öğrenciye neden ve nasılını bir ufuk eşliğinde vermedikçe, özgüven ve hayal gücü aşılamadıkça, entellektüel üreticilik cesaretini elinden aldıkça eğitmişlik şöyle dursun, sadece mekanik bilgi kapasitörleri üretmiş olacağımız, aşikar durumumuz olacaktır. Bundan kurtulma ülküsünün yegane kahramanları varsa, onlar öğretmenliğinin farkında olan ve bilgiden önce bilgiye karşı tutku ve idealleri öğrencilerine katabilen öğretmenlerdir.


Cem TURAN

24 Kasım 2014 Pazartesi

YORUM: BİLİM TÜNELİ SERGİSİ

Geçtiğimiz hafta İstanbul'da açılan Bilim Tüneli'ni gezme imkanım oldu. Bildiğiniz Planck sabitinin fizikçi isim babasının adını taşıyan Max Plank Topluluğu tarafından tasarlanan ve bilgiye göre; şu ana kadar 18 ülkede sergilenen proje şimdi İstanbul'da bir alışveriş merkezinde Şubat ayına kadar.

Sergiyi desteklemeyeni yok; Tübitak'tan bakanlıklara, valilikten belediyelere kadar epeyce sponsoru var. Diğer bir ifadeyle; finansal kaynak sebil gibi. Yine de öğrencilerden 10, diğer ziyaretçilerden 20 TL giriş ücreti isteniyor.

Bu sergiyi Türkiye'ye birkaç aylığına taşımayı Bahçeşehir Üniversitesi akıl etmiş. Zaten baştan sona bu üniversitenin öğrencileri sergi alanında "rehber" olarak istihdam edilmiş. Her bölümün anlatanı ayrı.

Böylesine bir hikayesi olan bir sergiye gidince görmeyi umduklarım bir yana, temel tasarım öğesi; aydınlatılmış zeminli ve artistik tasarımlı panolar üzerine yapıştırılmış asetat resimler, yazılar, aralarda tek tük küçük camekanlar içerisinde küçük bazı malzemelerden oluşuyor. Sayısı bir iki ile sınırlı, dünya ve sihirli ayna gibi demolar. Hepsi bu.

Dolayısıyla rehber görevi üstlenen öğrencilere büyük görev düşüyordu, sergi başlıklarını çekici kılmak için. Ancak çocuklar maalesef etiket bilgilerinin ötesinde bilgiye sahip değiller hatta özellikle genetik, nöroenformatik gibi konularda hatalı diyebileceğim kulaktan dolma bilgileri de verdiklerini görünce ister istemez biraz "problemli" bir ziyaretçi olmanın faydalı olacağına karar verdim.



Bu sergi profesyoneller için değil elbette, olsa olsa çocuklara bilime ısındırmak için faydalı olabilecek bir metodu içeriyor: Görselleştirme. Ancak mademki harikulade etkileyicilikte teknolojik teknikler kullanılmıyor, en önemli unsur anlatım tekniği ve içeriği. Her şeyden önce kullanılan dil pedagojik olmalı. Çocuğun ve gencin dünyasına yakın, anlaşılabilir olmalı. Değil maalesef, belliki üniversitenin öğrencileri ortama olduğu gibi bırakılıverilmiş; ne detay bilgi alınabiliyor ne küçük yaşa inilebiliyor.

Elbette hiç olmamasındansa güzel gelişmeler bu tür sergiler. Özellikle iğne atsanız yere düşmeyecek kadar kalabalık olan bir alışveriş merkezinin içinde tenhalığın gizemini yaşaması da daha çok yol alınması gerektiğinin bir göstergesi.

Sonuç olarak; bu seviyede bir sergiyi hazırlayamayacak bir üniversitemiz yok bence ama ya isteyeni yok ya hayal edeni yokki böyle suni efsaneleriyle birlikte dışarıdan geliyor basit prodüksiyonlar. Oysa eski köye yeni adet getirmeye önce üniversiteler istekli olmalı.


Gidip gezmenizi şiddetle tavsiye ediyorum ve sonrasında da hayal edin, bizler daha ne güzellerini, canımız istemesi kaydıyla, yapabiliriz... Neden bu tür daimi bilimsel sergiler hatta müzeler üretmesin bölümümüz ve üniversitemiz? Kimler kaçması gereken kulaklara kar suyu kaçırabilir? Sıradanlığı elinin tersiyle itip kimler gerçekten farklı, ucu insana dokunan, bir bilim toplumu üretmeye namzet projeler üretmek isteyebilir? Niyeti olanlara yardım için ben de hazırım.

Şüphesiz: Önce hayal etmekle başlar hayat, istemekle şekillenir, gayret ile meyve verir...

Cem TURAN

8 Kasım 2014 Cumartesi

SOSYOENFORMATİK: KANSER KENARDAN BAŞLAR

Belediye otobüslerinin klasik tescilli diyaloglarındandır:

-          - Arkaya ilerleyelim beyler!
-          - Abla niye duruyorsun orada, geçiver arkaya; otobüsün arkası da aynı yere gidiyor!
-          - Yer varsa gel de sen dur. Balık istifi gibi tıklım tıkış!
-          - Beğenmiyorsan in de taksiye bin, bir kişi azalır hiç değilse...

 Güzel hikayeler çıkacak, kimi zaman tebessüm kimi zaman gerginlik yaşatan konuşmalardır bunlar. Sık sık aralarına karışmaktan büyük keyif alırım bu kalabalığın. Çünkü zeka parıltısı yeni ifadeler, güncel yaşama dair felsefeler, binmekle inmek arasında geçen sürede vatan memleket kurtaran veciz nutuklar... Hepsi kulak misafiri olduğum, damıtarak yazılarımda ve anlatılarımda kullandığım çok önemli kültürel kaynaklardır, benim için.

 Fakat konum, otobüslerde anlatılanlar değil, bu kez: Yolcuların genel yerleşim eğilimlerine baktığınızda, genellikle kapı önlerini çok sever insanlar. Bu yüzden sık sık otobüs şoföründen papara yeseler de bir türlü vazgeçmezler öbek öbek kapılara yığılmaktan.


 Benzer şekilde; metro ve tramvayda da kapı önleri gözde mekanlardır, koridorlar tenha. Şehir hatları vapurlarında da mümkünse, tercihimiz geminin iki yanından baştan başa sıralı bulunan oturaklardır, martılara simit atsak da atmasak da ya da en azından cam kenarını kapabilmektir, fevrice. Hatta kimimiz inişin binişin olduğu halatçının makamını kutsal mekan gibi terk etmek istemez bir türlü, çakılıverir oraya. Uçakta, trende, şehirlerarası otobüslerde de durum pek değişmez: Cam kenarı olsun lütfen!

 Yeni bir eve taşınacakken de benzer bir güdüyle hareket ederiz: Koca şehri bırakıp, anakaranın kenarlarına mümkün olduğunca yakın olmayı isteriz. Kıyılar bir rant oluşturur bu yüzden, şehrin adı ne olursa olsun.

 Bir böceği küçük bir kağıtla aldığınızda ortalara değil kenarlara yönelir hemen. Kağıdın kenarı boyunca ileri geri gidip durur. Umudu kenardadır çünkü ve kenarın kenar olduğunun farkında...

 Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Biliyor musunuz, kanser de kenardan başlar. Tümörün varlığının devamını sağlayabilmesi için bir yüzeyde oluşması gerekir. Çünkü oksijen oradadır ve oksijen bu denli hızlı büyümeyi uman bir organizma için hayatidir. Bu nedenle kanser ya mide çeperinde, ya ciğerin yüzeyinde, ya ciltte... nerede olursa olsun, bulunduğu organın dış dünya ile temas noktasında başlar.


 Eğer yüzeyde yeterli oksijen ve ortamı bulabilirse, tümör çok kısa sürede olgunlaşır, büyür ve yapısına göre oldukça hacimli bir damar sistemi ile bu saldırgan ve iştahlı büyümesini iç dokulara da genişleyerek taşır. Hatta vücudun ana dolaşım sistemleri ile başka organların yüzeyine de sirayet ederek metastaz denilen olguyla karşılaşılır.

 İnsanın aklına şu soru geliyor hemen: O halde keşke organlarımızın yüzeyini koruyabilsek de hiç kanser olmasa. Organ yüzeylerinde oksitlenmelerin, paslanmaların önüne geçmek için antioksidanlar  teorik olarak kurtarıcı gibi gözükse de pratikte vücudun yeterince korunamadığını, önümüzdeki kanser gerçeklerine bakarak söylememiz sanırım yanlış olmaz.

 Bozulmuş bir yemekte, ekmekte, meyvede, süresi geçmiş bir yoğurt ya da ayranda da bakteriler önce kenar ve yüzeylerde ürer, yüzey boyunca yayılır ve sonra derinliklere uç uca eklenerek nüfuz ederler.
  
 Bu yazımın konusu tıbbi bir irdeleme de olmadığından, bu şablonu şimdi de sosyal yaşama adapte ederek sormak istiyorum:

 Ya toplumun kenarı neresidir? Toplum hastalıklarını neresinden kapar? Sosyal bilinçaltına virüsler nasıl girer ve orada yerleşerek koca bir sosyal ur doğurur?



 Nasıl düşünmez olur bir toplum, nasıl üretmez olur? Nasıl imajlar yok satarken ilmin talibi çıkmaz olur? Nasıl hayata bir dirhem katkı telaşı yokken hayattan hep alınacakların peşinde koşularak yaşanır?...

Siyaseten bir toplum; ülke düşünüldüğünde, onun kenarı neresidir? Kenarlar, kapılar bu kadar önemli olmasına  rağmen başkentler  ta ortadadır, örneğin. Şehir merkezleri de elit ve varlıklı kesimler için hep ikamet adresleri olagelmiştir. Oysa bisküvi de kenarından ısırılır. Soğuklar bile Balkanlar üzerinden gelip ülkemizin batı kenarından girmez mi içeri? Keskin bir virajdan geçen aracı bile, merkezkaç denen gizli bir el dışarı savurmak istemez mi?

 Diyeceğim o ki; merkezdekiler mevcut düzenlerinin, durumlarının (status, statüko) muhafazası ile o denli yoğun yaşar ve tek doğrunun bu olduğuna kendilerini o kadar alıştırırlarki dünyanın deviniminin doğasında olan yenilenme süreçlerine kapalı kaldıklarını fark edemezler çoğu zaman. Sonucunda halk hareketleri de ülkelerin kenarlarından başlar, isyanlar ve hatta aydınlığın yönü taşradan merkeze doğrudur büyük çoğunlukla.

 Merkezde şatafatlı, devasa boyutlu üniversiteler, araştırma laboratuvarları inşa edilip içlerinde nice araştırmacı ve akademik unvanlı insan bulunsa da dünyanın gelişim çizgisinin belini kırarcasına inovatif ve sıradışı fikirlerin, buluşların membağı neden ahırdan bozma kuytuluklarda, dağ başlarında, amatör ruha sahip ama değil bir bilimsel ünvan, üzerinde adı yazan bir kapısı dahi olmayan kişiler olmaktadır?

Doğudur, dünyanın kenarı: Onca medenileşmiş dünya halen, geçmişi binlerce yıla varan doğu öğretisinin gizemini çözebilmiş değildir, aslında. Kültürün de son derece mistik ve derin bir kaynağıdır, diğer yandan.
 ...

 Merkezi boş olan kenar, simit gibi olur ve anlamlıdır, lezizdir. Lakin kenarı olmayan bir merkez düşünülemez. Hocası olmayan, eksik olan nice okullar olmuştur ve fakat bir şekilde öğrenim devam eder ancak; öğrencisiz; kenarsız bir okul hayal dahi edilemez.

 Francalı ekmeğin de kenarı vardır, hem de çıtır çıtır. Genellikle biz onu da severiz ama her sevdiğimiz gibi bunca kenarı korumak için de elbet yapılması gerekenler var. Merkezde oturanın kenarı unutması yok oluş, onu bir esin kaynağı olarak kullanması yeniliğin ve gelişimin nedenidir.

Ve had bilmez, beylik bir sözle bitsin bu yazı: Aslında eğitim diye bildiğimiz süreç, merkezdekilere kenar olmanın erdemlerini taşıma sürecidir, bir anlamda.

Cem TURAN

5 Kasım 2014 Çarşamba

KAMU VE BELEDİYE VANDALİZMİ

Böyle bir başlık atmak istemezdim ama gerçek bu. Kimi zaman yüz yüze konuşmama, kimi zaman üşenmeden mektuplar yazmama, kimi zaman da orada burada makalelerle dikkat çekmeme rağmen vahşice ve mekanikleşmiş bakışından halen taviz vermiyor kimileri.


Son yıllarda hızla, medeniyeti betondan legolar inşa etmekle bir tutan bir anlayış hakim oldu genelimizde: Ne kadar beton o kadar inkişaf etmiş sayanlar var kendini. Özellikle inşaat sektöründe yer alan ve dolayısı ile kamu ve belediyelerde de hakim olan görüş gereği, boş bir arsa gördü mü, iştahı kabarıp ağzından sular saçarak saldırıyor bazı meslektaşlarım.

Hangi arazinin boş olduğu da sakat bir konu. Boş arazi demek, "üzerinde insan olmayan" demek onlar için. Şehir kuracağız diye zorla ellerinden topraklarını aldığımız hiçbir canlıya en ufak bir saygımız yok.


Bu sahneleri genişleyen İstanbul alanlarında ve "şehirleşmenin betonlaşma olduğunu batı şehirlerinden kurs alan yeni iştahlı" Anadolu şehirlerimizde sıkça görüyorum. Daha bir iki yıl önce, Toplu Konut İdaresi tarafından ilk etapları yapılıp teslim edilen ve bir milyon insanın yaşaması öngörülen "Yeni İstanbul'un çekirdeği" projesini görmeye gittiğimde yoluma bir tilki ve tavşan çıkmış, ne yapacağını bilmez halde evleri olmaktan hafriyat alanına dönüşmüş toprak tepelerinin arasında yitip gitmişlerdi.

Bu konuyu, her biri farklı açıdan olmak üzere farklı yazılarda yeniden ele alacağım. Çünkü bu değil yaşam, bu değil medeniyet ve erdemli insan olmak. İnsanlık, iş makinelerinin azman dişleriyle hayatlar karartıp, kendinden başkasını görmeyecek kadar bencil ve bunu da rant için yapan bir yok edici yaratık olmak hiç değil. Hiç şüpheniz olmasın, eğer para veren hayvan ya da bitki familyasından birileri olsa, inşaat sektörümüz onları da birden düşünmeye başlar; bugün gazeteleri, bilboard'ları doldurup taşıran ve cennet gibi bir yaşam vaad eden inşaat projeleri onlar için de gerçekleştirilirdi. Maalesef para veremiyorlar ve bundandır, rant dünyasının değil öznesi, belirtili ya da belirtisiz, nesnesi bile olamıyorlar.


Resimlediğim bir örnek ile huzurunuzdayım: İstanbul-Edirne otoyolunun, Mahmutbey gişelerinden sayılı dakika mesafe sonrası. İBB (İstanbul Büyükşehir Belediyesi) tarafından ihale edilmiş küçük bir kavşak düzenleme çalışması. Fotoğrafları belirli bir mantığa göre derlemeye çalıştım. Sırasıyla baktığınızda göreceğiniz gibi, daha önce de İSTANBUL BÜYÜKŞEHİR BELEDİYE BAŞKANLIĞI tarafından dikilen gencecik fidanlarla donanmış yol kenarları. Bundan dolayı belediyeyi çok takdir ediyorum, gerçekten yeşil alan üretimi konusunda duygulandıran, takdire değer bir irade ortaya koydu. Bunu mutlaka siz de etrafınızda yoğun olarak hissetmişsinizdir, son yıllarda. Bu hislerime rağmen, birilerinin objektif olması gerekir ve mesleki olarak bu benim boynumun borcu, analiz edip sonucunu söyleyeceğim:

Resimlere baktığınızda, daha yeni yeni kendini bulan, bulundukları yerin birer parçası olan genç fidanların yüzlercesinin, bir yol genişletmesi sırasında nasıl "katledildiğini" görmenizi istiyorum. Birkaç günlük çalışma sonrasında devasa boyutta hafriyat kamyonlarının hayata henüz tutunmuş, bizim göremeyeceğimiz on yıllar sonrasında bile nefes vermeye hazırlanan bu körpecik fidanların üzerine nasıl moloz yağdırdığını, diri diri toprağa gömdüğünü anlatsın size bu resimler.

Ben bu resimleri çekerken tesadüfen yolun karşı kıyısındaki bodur yeşillikler arasında belki on tane sincap yavrusunu, oynaşırken gördüm. Karbon monoksit oranı ve gürültü kirliliği yüksek olan, yol kenarındaki küçük bir çalılık alan içine sıkışmış da olsalar, mutluydular. Ta ki, "herşeyi çok iyi bilen", dinamikten fiziğe, akışkanlara ve mekaniğe kadar fakültelerinde konuları yalayıp yutmuş ama "canlıya saygı", "insan olma hakikati", "çevresel emanetler", "etik ve varoluş" gibi derslere müfredatlarında hiç yer verilmemiş mühendis abileri veya ablaları, onları sıradan bir tuğla gibi birer meta olarak görüp Azrail'leri oluncaya kadar.


Kaç saat alırdı, daha kök salmamış, bel hizasına ancak gelen belki yüz fidanı edeplice, insani erdemlere yaraşır şekilde toplatmanız, bir başka yere aktarmanız? Trilyonluk bütçenin içinde çekirdek parası eder miydi, bunun maliyeti, söyleyin! Fakat ölçülemeyecek kadar büyük bir değere sahip olurdu "eşref yaratılmış insan" olarak eğer civata ile nefes olan fidanı, börtü böceği bir tutmasaydınız ama olmadı...

Medeniyet, betonlara mahkum etmek değildir, kendini.
Medeniyet, hayatı bir kendinden ibaret sayacak kadar bencillik de hiç değil.
Medeniyet, cetvelle, makinelerle, CAD programları ile kurulacak bir olgu da değil, üzgünüm.
Medeniyet farkında olmaktır önce kendinin ve sonra hayattaki yerinin. Kendi uğruna kasdetmemektir sebinin, bihaber masumun, senden çok zikredenin hayatına.
Medeniyetin lokomotifi, beton külçeler gibi her an yıkılıp yerine başkası dikileceklerle uğraşmak değil yıkılmayacak kadar sağlam düşünceler, değerler üzerinde büyüyebilmektir.

Ve medeniyet, "Emin" olabilmektir, cümle varlık için. Tıpkı kelamda, tabi olduğunu söylediğin, vahşetin içinde insanlığı öğreten Rehberin gibi. Oysa sen şimdi nelere imza atıyorsun, nelere sebep oluyorsun, bir gör.

Cem TURAN

SELEN'E ÇAĞRI: BAŞIMI UTANÇLA ÖNE EĞDİREN, ROBOTLARDAN RUHSUZ İNSANLAR

 Bazen düşünüyorum, çok mu tenkit ediyorum bugünün insanını, fazlaca muhafazakar bakıp çağın dışına mı çıkarıyorum kendimi diye. Acaba nostaljik bir kuvvetin etkisiyle mi insanların değerlerini her geçen gün yitirdiğini, insan olma erdemlerini, şuurlarını rafa kaldırdıklarını çok sık vurguluyor, üstlerine çok mu gidiyorum diye öz eleştiri yapıyorum sık sık. Ancak daha sonra karşılaştıklarım bana haykırıyor, tıpkı bugün okuduğum bir kahredici haber gibi: 

 Hayır, az bile söylüyorum. Yerden yere vursam hak ediyor, bu insanlıktan geçerek robotizme varış. Herkesin teknoloji hayranlığını başka bir boyuta taşıdığı, yenilik adı altında ne görse ayakta alkışladığı, sorgusuz içeri buyur ettiği yeni trendde, "hayır, önce insan..." diye bayrak açmış bir Don Kişot olmaya razıyım, doğru bildiğim davada.

 Bugünün insanı, kalbini ve beyninin soyut anlam işleyen sağ yarısını öldürüp onun yerine dokunmatik ekranlarda maharetlerini sergileyen parmaklarını geliştirmeye, sanal jargonların birer silik karakteri olmak konusunda bilinçsizce devam ettikçe daha vahşi, daha ruhsuz, daha gaddar, daha bencil bir insanımsı ırk olma yolunda hızla ilerliyoruz.

 Buyurun, insanlığımdan utandıracak bir sahne daha: Kendileri zerre kadar erdem taşımayan insanların çocuklarını gönderdikleri yerin adı mıdır, okul? O çocuklarını elbette erdemli bir insan olarak yetişmeleri için değil, matematik, fen cengaveri olup testkolik limitlerini aşarak kariyerperest gerilla yetiştirmek için gönderen zavallılar zümresi. Bencil ve kendine tapan, mental yönden uçuk ve fakat ruhen, manen çökük, donuk bakışlı, mekanik android'ler üretmek için gönderiyorlar şüphesiz okula. Okuyup "büyük adam" olunca eşe dosta caka satmak için.


 Basına yansıyan haber şöyle:

BİZ ASLINDA İNSANLIĞIMIZI KAYBETMİŞİŞ.....
Antalya'da %30 bedensel engeli bulunan ve özel eğitim verilmesi gereken Piri Reis İlkokulu 2'nci sınıf öğrencisi Selen Sargın, Engeli nedeniyle okuldan uzaklaştırılmak istenilince Selen'e okulu ve sınıf öğretmeni sahip çıkarken veliler utanç verici bir eyleme imza atarak dün çocuklarını okula göndermedi..N@KT@/C@NB!r



 "Antalya'da %30 bedensel engeli bulunan ve özel eğitim verilmesi gereken Piri Reis İlkokulu 2'nci sınıf öğrencisi Selen Sargın, Engeli nedeniyle okuldan uzaklaştırılmak istenilince Selen'e okulu ve sınıf öğretmeni sahip çıkarken veliler utanç verici bir eyleme imza atarak çocuklarını okula göndermedi..."



 Yazıklar olsun demekten daha ilerisi yok, benim için. Yahu en iyi okul, en temel medrese, en gerçek inovasyon ve gelişim koçu ailedir, anne ve babadır. Aileyi bu kadar yerle yeksan edip, iskeletsiz beden gibi ortalarda adı var, kendi yok hale getirmeye kimin ne hakkı var? Üniversiteye girerken değil, evlenirken sınavlar yapılmalı insanlara. Yeni bir filiz vermeye hazır olgunluğa erişmeden, bu evlilikten çıkacak filizlere doğru yeşerme şansını verecek erdemlere haiz olmadan kimseler nikah memurunun karşısına oturamamalı bile. Evlilik, bu kesimin bağımlılık hastalığına düştükleri televizyon dizilerinde enjekte edildiği gibi bir oyun değil, aksine; tüm insanlık dokusunun üreyeceği çok değerli bir kök hücrenin inşasıdır.

 Boşanmalardaki artış zaten vahim boyutlarda ama boşanmadan kısırlaşmış insanlık ve değersizlikle, hiç kabahatleri yokken özürlü, sorunlu, buhranlı, bencil, miskin, idealsiz, gayretsiz, paylaşımsız, inançsız yavruları saldım çayıra mevlam kayıra usulü büyütüp topluma verenlere ne demeli?

 Bu haberdeki anne baba zoruyla, kendi takdiri dışında kendisine sınav olarak verilmiş fiziki bir engeli olan yavrucağı yalnız bırakmak densizliği için okula gönderilmemiş çocuklar yarın büyüyünce ne yapacak, hayata hangi gözlükle bakacak? Bunu tahmin etmek çok zor olmasa gerek. Sık sık yazıp söylemekten artık usandığım gibi: 

 Armut elbet dibine düşecek! 
 Maalesef üzüm üzüme baka baka kararacak! 
 Kötü olan pekçok hastalık gibi toplum içinde süratle yayılacak, kötü huylu bir ur gibi hızla toplumun her uzvunu saracak ve toplum böyle çürüyor ve çürümüş olacak. 

 Anne baba olmak, dünyanın hiçbir işiyle mukayese edilemeyecek kadar zor, ulvi, sorumluluk yüklü, cezası ve mükafatı sınırsız özel mertebedir. Şaşıyorum; direksiyon başına geçmek için dahi türlü kurslara gidip sınavlara girenlerin, candan can doğuracak ve geliştirecek, toplumu şekillendirecek bir kurumun başına elini kolunu sallayarak geçebilmelerine. Anneliğin ve babalığın en önemli fonksiyonlarından biri; geçmişin kötü alışkanlıklarından, hastalıklarından gelecek neslin korunarak yetişmesini sağlamak olmamalı mı? Bu bir mükellefiyettir, görevdir. Biz kendi yetişmemizdeki yanlış uygulamaların faturasını, bizde bıraktıklarını bizden sonrakilere tahakkuk ettiremeyiz.

 Yazıklar olsun bu yavruyu sınıfında yapayalnız bırakanlara. Yazıklar olsun, onun küçücük ruh dünyasını alaşağı edip, boğazına düğüm düğüm takılan engelinden dolayı suçluluk hissi yaşatanlara.

 Bu denli ruhsuzluk inanınki bilgisayarlarda bile yok. Onlar bile, kendini oluşturan dinamikler çerçevesinde beklenen sonuçları üretiyor. Böylesi kıymetsiz çıktılar üretse şüphesiz yerleri çöplük olurdu.

 Utanması gerekenler var aramızda: Makineden daha makine, çamaşır makinesinden daha mekanik, bilgisayardan daha katı yaşayıp, insanın 0 ve 1; iyilik ve kötülük, doğum ve ölüm arasında yaşattığı tüm duygu güzelliğini toprağa gömecek kadar aşağılaşmış canlılar var.

 Konuyu bir süredir takip ediyorum ve bir vakıa, yani asparagas olmadığına kaniyim. Kaldıki bu ilk de değil; okumak isteyene müşkülat çıkarmak. Bazen yöneticiler bazen diğer velilerden geliyor bu engelleme. Oysa içinde öğretmenin öğretme, öğrencinin öğrenme aşkı ile mamur okullar öyle harikulade mekanlardırki, içinde bulunmak bile insana şifadır.

  Eğer diğer öğrenciler için gerçekten bir kayıp ya da tehdit oluşturacaksa bunu da uzmanların yönlendirmesine müracaat ile değerlendirmeli. Zaten öğrencilerin ellerinden geleceği şekillendirecek tüm hayal gücünü, ideal bakışı alarak yerine ham bilgi ve kabullenişler koymak konusunda istekli olan bir öğretim sistemi varken bir de engelli olmanın hassas psikolojisinin okul yöneticileri, öğretmenler ve veliler tarafından anlaşılmaması sonucu hayattan kopmalara neden olunmamalı ve malzemesi insan olan eğitim ve öğretimin hatasının insanların ve toplumların yaşamında kalıcı olumsuz izler bırakacağı unutulmamalı.

 İşte bundan dolayı, yegane öğretimin yeteceğini düşünen, hafızalara bilgi yüklemeyi her derde deva zanneden, eğitimle öğretimi ayırt etmekten yoksun bir bakış taşıyan ve güya eğitimcilik adına yapılanlara yoğun itirazım var. Biz öğretebiliriz ama eğitmedikçe adeta kendi mezarımızı kazıyoruz.

 Bu örnek olayda; koca bir sınıfın içinde yalnız bırakılan Selen dışında herkes suçludur: Diğer öğrencilerin velileri gibi okul yönetimi ve Selen'in ebeveynleri de Selen'in ruh dünyasını gözetmeden, kendisine ortada kalmışlık hissi veren şartları oluşturmalarından ötürü kusurludurlar. Hiçbir minik kalp bu kadar ağır bir zulmü hak etmez.

 Sen oku Selen, herşeye rağmen oku. Tüm bu insanımsı canlıların senin ruh dünyanı çökerten, kendini çok kötü hissettiren dışlamalarına rağmen oku ki sen bize lazımsın. Sen oku ve eğer ilgi alanına girerse, üniversitenle birlikte bizimle çalışmanı çok isteriz. 

 Bırak başkaları karanlıklarında boğulsun, sen de aydınlığa uçan kelebeklerden biri ol ve ar-ge ekibimize katılarak nöroenformatik projeler üret bizimle. Sırf insanlığa hediye olsun diye, senden sonra gelecekler güya eksik olan yönlerini teknolojiyle kapatsınlar diye. 

 Sana bu zulmü reva görenlerin kırık dökük bir mezar taşları ya olur ya olmaz lakin kimse hatırlamaz. Oysa insanlığa vereceğine inandığım fayda ve insanlara olan sevgin unutulmaz kılacak seni, tıpkı Edison gibi, Madam Curie gibi, İbn-i Sina gibi... 

 Bırak, onlar bir nefes kadar kısa ömürlerinde aklın ve kalbin gücünü keşfetmeden, bilekleriyle ya da hatim ettikleriyle çok kazanıp çok sefa sürsünler. Zaten tek bakiyeleri onlar olacak hayatlarının ama sen ilminle, ideallerinle, hayalinle bir abide olabilirsin. 

 Sabret; bilki okulunda sınıfın büyüdükçe sana sorulan soruların zorluk derecesi de artacak: Sana yaşatacakları sıkıntılar yaşınla birlikte artacak. Bunların tamamını ilahi bir sınav olarak gör ve sabret. Sabrın sonunun selamet olduğunu bil.

 Ayrıca senden özür diliyorum DNA yapım benzeşik olanların yaptıklarından ötürü. Bu arada maymunlarla aramızdaki genetik fark da sadece yüzde birbuçuk. Belki de böyle kolay ayağımızın kayması bundandır, şuursuzluğa. 

 Seni bekliyoruz Selen ve diğerlerini. Fiziksel değil ilim ve erdemli duruş yoksunluğudur, asıl engellilik. Yerin hazır aramızda, biz senin fiziğine değil kalbinin ve aklının ürettiklerine talibiz.

Cem TURAN

4 Kasım 2014 Salı

BULANIK MANTIK: YOKLUK ACABA VAR MI?

Bulanık mantık, Azeri bilimadamı Prof. Dr. Lütfi Askerzade'nin 1961'de yayımladığı bir makale ile insanlıkla tanıştırdığı bir yaklaşımdır. İfadenin İngilizce karşılığı olan Fuzzy Logic dersem belki de bazılarınız için, çamaşır makinesi veya benzer cihazlarda görülen bir ifade olmasından ötürü daha tanıdık gelebilir. Özetle; sadece 1 ve 0 ile ilgilenen bilgisayar bilimlerinin gerçek yaşama yaklaşabilmesine olanak veren derecelendirmeler kullanabilmesidir. 

Konumuz elbette bilgisayarlar değil, sosyal yaşamda çokça tartışılan yokluğun ispatı konusuna değinmek istiyorum. Acaba kimi basite inanmak konusunda aşırı iştahlılar gibi yok denenin yok olmasından ötürü ispata gerek yok mudur yoksa yokluk da kendi içinde bir varlık ve ispata muhtaç mıdır? Doğrusu insana yakışanın, elinde somut ve anlaşılır bir delillendirme olmadan hiçbir konunun peşini bırakmak olmadığına inanıyorum. Zaten bu merak ve gayretle hareket eden insanlar hürmetine bilim dediğimiz olgu ilerlemiyor mu?


İspat kişinin doğrularının gerçeğe uygunluğunu test eder. Her doğru gerçek değildir çünkü doğru, gerçeğin algılanışı ile ilgilidir ve gerçekten sapma payı bir hayli yüksektir. Tarih, gerçek kabul edilen doğruların yanlışlıklarının ispatıyla, doğruların çöküşüne şahitlik etmiştir, çoğu zaman. 

Bir doğrunun gerçekle uyumunu ispat etmek, elbette iddia makamına ait bir sorumluluktur. Algılanan doğru bir varlığı işaret edebileceği gibi yokluğu da söyleyebilir. Dolayısıyla; her durumda ispat gerekir. 

Algılanan yokluk için ispatlanamaz demek, sadece topu taca atmak; insana özgü muhteşem bilişsel mekanizmayı kullanmamak demektir. İspatlayamıyorsanız sadece hikayedir ve kimileri hikayelere inanmayı sever ama değil gerçek, hiçbir dayanağı sunulmamakla bir doğru bile değildir. Sağlıklı bir bilinç, ispatlayamadığı şeye inanmaz. 

Yokluk da ispatlanabilir eğer iddia ediliyorsa. İspatlanamayan bir yokluk algısına kanarak bir öznenin yok olduğunu mesnetsiz iddia etmek yerine "ben göremiyorum, algılayamıyorum" demek daha yerinde olur ki bir gerçeği inkâra düşmesin. 

Bu değerlendirmelerin elbette aklı başında bireyler için geçerlidir. Meczuplar ve aklı zayi olmuşlar hariç tutulmuştur ki onların düşünsel bir sorumlulukları zaten olamaz. 

Bakmak görmek değildir şüphesiz Bakamamanın da ille de görememeye neden teşkil etmesi beklenmemelidir. Çünkü görmek bir beyin ve idrak fonksiyonudur. Bakmak ise buna göre, ilkel veri toplama yöntemlerinden sadece biri. 

O halde yanlış bir ifadedir, görme engellilik. Doğrusu bakma engellilik olmalıdır çünkü gözümüz görme değil, bakma organımızdır ve bakma engelliler de görür hem de daha konsantre görürler bakabilenlerden. Ve hiçbir zaman bakamadıklarını görülmez sanarak inkâra yeltenmezler. 

Ben bu mantığı biraz daha bulandırabilirim. Düşünsel boyutun bilgisayar modellemesi: Yazılım üretiminde bilgiyi tanımlarken, bir bilgi tutucunun içine hiçbir ilk değer (initial default value) vermediğinizde o hiçtir, hiçliktir. Kimi mimariler "Null" olarak ifade eder bu durumu. Bilgisayara "hadi onu bana göster" dediğinizde zavallıcık ruhen çöker ve "hiç olanı gösteremem" kabilinden derdini ortaya koyar. 

Oysa içinde bir değer olmamasını arzu ettiğimiz bir değişkene boşluk, sıfırlık ile değerce yokluk isnad ettiğinizde bilgisayar bu bilgiyi anlar ve ona göre yorumlar. Kısaca yokluk ve hiçlik aynı kavramlar değildir ve insan hiçlik uzayından bir nokta olmadığından, muhatap olacağı hiçbir konu da hiç olamaz. Olsa olsa yokluktur ki o da değersel bir anlamdır ve ispatlanabilir bir doğruluktur. 

Yokluk bir nesnenin gerçekte yok olduğunu yani hiç olduğunu değil, yok olduğunu söyleyenin algısı içine giremediğinin bir göstergesidir her şeyden önce ve bu durum o nesnenin gerçekte de olmadığını, hiç olduğunu göstermez.


Öğrencisine kızmıştır hoca ve ağzından gayri ihtiyari şu söz çıkar:
-Yok ol!

Öğrenci gerçekten de yok olur, hocasının hışmına uğramamak için hocasının algı alanının dışına çıkmak için sınıftan ayrılır.

Ama öğrenci gerçekte halen vardır. Kantine giderek bir güzel karnını doyurur.

Bu öğrenci "hiç" değildir, mevcuttur ve gerçektir ama bir süreliğine hocası için yoktur. Algılanamamaktadır.

Başka bir ifade ile öğrencinin yokluğu vardır ama hiçliği imkansızdır. 

Bir de Newton'un ağzıyla gidelim: Malum enerjinin korunumu yasası. Enerji boyut, faz değiştirebilir. Potansiyelden kinetiğe veya tersi yönde bir etkileşime geçebilir. Kinetik olarak yok olup potansiyel olarak var olabilir ama hiçbir zaman hiç olmaz. Yani enerji korunur. Yaratılmış, yaşamın içine konmuş hiçbir varlık da hiç olamaz ama yok olabilir, algılanamaz olabilir.

Dünyada şüphesiz başka metafizik varlıklar da vardır ancak algımız bunları doğrudan algılamaya sınırlandırılmış olabilir. Ölüm sonrası ruh varlığını korur ama dünyadakiler için yoktur artık fakat bu hiçlik içinde de olduğu anlamına gelmez.

UFO'larla karşılaştınız, uzaylılarla tanıştınız mı hiç? Eğer hiç uzaylı görmediyseniz uzaylılar var mıdır yok mudur sizce? Yok diyor iseniz bu sizin algınızdan ötürü müdür yoksa evrenin tamamını tarayarak hiç olduklarına yemin edeceğiniz kadar emin olduğunuzun göstergesi mi?

Ben hiç DNA da görmedim ve yok olduğunu iddia edebilirim pervasızca. Ama bu onun gerçekte var olmadığını göstermez. Ancak yokluğunu ispatlayabilirsem bu iddiam ciddiye alınabilir türden olur.

Ali Bey'de kanser hastalığı yok. Çünkü CA Marker denen hormonlarında bir anormallik yok. Yokluğun yoklukla ispatıdır, işte bu.

İnsanın bir de şu tarafı var tabi. Baktı ki olay sarpa sarıyor, şu konuşmadaki gibi inkâr iyi bir alternatif olarak hazırda bekliyor:



- Bana o sandalyenin orada olmadığını ispatlar mısın?



- Hangi Sandalye?


Peki ya sizce hangi sandalye?