Belediye otobüslerinin klasik tescilli diyaloglarındandır:
- - Arkaya ilerleyelim beyler!
- - Abla niye duruyorsun orada, geçiver arkaya; otobüsün
arkası da aynı yere gidiyor!
- - Yer varsa gel de sen dur. Balık istifi gibi
tıklım tıkış!
- - Beğenmiyorsan in de taksiye bin, bir kişi azalır
hiç değilse...
Güzel hikayeler çıkacak, kimi zaman tebessüm kimi zaman
gerginlik yaşatan konuşmalardır bunlar. Sık sık aralarına karışmaktan büyük
keyif alırım bu kalabalığın. Çünkü zeka parıltısı yeni ifadeler, güncel yaşama
dair felsefeler, binmekle inmek arasında geçen sürede vatan memleket kurtaran
veciz nutuklar... Hepsi kulak misafiri olduğum, damıtarak yazılarımda ve
anlatılarımda kullandığım çok önemli kültürel kaynaklardır, benim için.
Fakat konum, otobüslerde anlatılanlar değil, bu kez: Yolcuların
genel yerleşim eğilimlerine baktığınızda, genellikle kapı önlerini çok sever
insanlar. Bu yüzden sık sık otobüs şoföründen papara yeseler de bir türlü
vazgeçmezler öbek öbek kapılara yığılmaktan.
Benzer şekilde; metro ve tramvayda da kapı önleri gözde
mekanlardır, koridorlar tenha. Şehir hatları vapurlarında da mümkünse,
tercihimiz geminin iki yanından baştan başa sıralı bulunan oturaklardır, martılara simit atsak da atmasak da ya da en azından cam kenarını kapabilmektir, fevrice. Hatta kimimiz
inişin binişin olduğu halatçının makamını kutsal mekan gibi terk etmek istemez
bir türlü, çakılıverir oraya. Uçakta, trende, şehirlerarası otobüslerde de
durum pek değişmez: Cam kenarı olsun lütfen!
Yeni bir eve taşınacakken de benzer bir güdüyle hareket
ederiz: Koca şehri bırakıp, anakaranın kenarlarına mümkün olduğunca yakın
olmayı isteriz. Kıyılar bir rant oluşturur bu yüzden, şehrin adı ne olursa
olsun.
Bir böceği küçük bir kağıtla aldığınızda ortalara değil kenarlara yönelir hemen. Kağıdın kenarı boyunca ileri geri gidip durur. Umudu kenardadır çünkü ve kenarın kenar olduğunun farkında...
Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Biliyor musunuz, kanser de
kenardan başlar. Tümörün varlığının devamını sağlayabilmesi için bir yüzeyde
oluşması gerekir. Çünkü oksijen oradadır ve oksijen bu denli hızlı büyümeyi
uman bir organizma için hayatidir. Bu nedenle kanser ya mide çeperinde, ya
ciğerin yüzeyinde, ya ciltte... nerede olursa olsun, bulunduğu organın dış
dünya ile temas noktasında başlar.
Eğer yüzeyde yeterli oksijen ve ortamı bulabilirse, tümör
çok kısa sürede olgunlaşır, büyür ve yapısına göre oldukça hacimli bir damar
sistemi ile bu saldırgan ve iştahlı büyümesini iç dokulara da genişleyerek taşır. Hatta vücudun ana dolaşım sistemleri ile başka organların yüzeyine de
sirayet ederek metastaz denilen olguyla karşılaşılır.
İnsanın aklına şu soru geliyor hemen: O halde keşke organlarımızın
yüzeyini koruyabilsek de hiç kanser olmasa. Organ yüzeylerinde oksitlenmelerin,
paslanmaların önüne geçmek için antioksidanlar teorik olarak kurtarıcı gibi gözükse de pratikte
vücudun yeterince korunamadığını, önümüzdeki kanser gerçeklerine bakarak
söylememiz sanırım yanlış olmaz.
Bozulmuş bir yemekte, ekmekte, meyvede, süresi geçmiş bir yoğurt ya
da ayranda da bakteriler önce kenar ve yüzeylerde ürer, yüzey boyunca yayılır
ve sonra derinliklere uç uca eklenerek nüfuz ederler.
Bu yazımın konusu tıbbi bir irdeleme de olmadığından, bu
şablonu şimdi de sosyal yaşama adapte ederek sormak istiyorum:
Ya toplumun kenarı neresidir? Toplum hastalıklarını neresinden
kapar? Sosyal bilinçaltına virüsler nasıl girer ve orada yerleşerek koca bir
sosyal ur doğurur?
Nasıl düşünmez olur bir toplum, nasıl üretmez olur? Nasıl imajlar
yok satarken ilmin talibi çıkmaz olur? Nasıl hayata bir dirhem katkı telaşı
yokken hayattan hep alınacakların peşinde koşularak yaşanır?...
Siyaseten bir toplum; ülke düşünüldüğünde, onun kenarı neresidir? Kenarlar, kapılar bu kadar önemli olmasına rağmen başkentler ta ortadadır, örneğin. Şehir merkezleri de elit ve varlıklı kesimler için hep ikamet adresleri olagelmiştir. Oysa bisküvi de kenarından ısırılır. Soğuklar bile Balkanlar üzerinden gelip ülkemizin batı kenarından girmez mi içeri? Keskin bir virajdan geçen aracı bile, merkezkaç denen gizli bir el dışarı savurmak istemez mi?
Diyeceğim o ki; merkezdekiler mevcut düzenlerinin, durumlarının (status, statüko) muhafazası ile o denli yoğun yaşar ve tek doğrunun bu olduğuna kendilerini o kadar alıştırırlarki dünyanın deviniminin doğasında olan yenilenme süreçlerine kapalı kaldıklarını fark edemezler çoğu zaman. Sonucunda halk hareketleri de ülkelerin kenarlarından başlar, isyanlar ve hatta aydınlığın yönü taşradan merkeze doğrudur büyük çoğunlukla.
Merkezde şatafatlı, devasa boyutlu üniversiteler, araştırma laboratuvarları inşa edilip içlerinde nice araştırmacı ve akademik unvanlı insan bulunsa da dünyanın gelişim çizgisinin belini kırarcasına inovatif ve sıradışı fikirlerin, buluşların membağı neden ahırdan bozma kuytuluklarda, dağ başlarında, amatör ruha sahip ama değil bir bilimsel ünvan, üzerinde adı yazan bir kapısı dahi olmayan kişiler olmaktadır?
Doğudur, dünyanın kenarı: Onca medenileşmiş dünya halen, geçmişi binlerce yıla varan doğu öğretisinin gizemini çözebilmiş değildir, aslında. Kültürün de son derece mistik ve derin bir kaynağıdır, diğer yandan.
...
Merkezi boş olan kenar, simit gibi olur ve anlamlıdır, lezizdir. Lakin kenarı olmayan bir merkez düşünülemez. Hocası olmayan, eksik olan nice okullar olmuştur ve fakat bir şekilde öğrenim devam eder ancak; öğrencisiz; kenarsız bir okul hayal dahi edilemez.
Francalı ekmeğin de kenarı vardır, hem de çıtır çıtır. Genellikle biz onu da severiz ama her sevdiğimiz gibi bunca kenarı korumak için de elbet yapılması gerekenler var. Merkezde oturanın kenarı unutması yok oluş, onu bir esin kaynağı olarak kullanması yeniliğin ve gelişimin nedenidir.
Ve had bilmez, beylik bir sözle bitsin bu yazı: Aslında eğitim diye bildiğimiz süreç, merkezdekilere kenar olmanın erdemlerini taşıma sürecidir, bir anlamda.
Cem TURAN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder