30 Mart 2015 Pazartesi

İLKOKULLARA ÖNERİM: EN İNOVATİF OLANINDAN DARBE YAPIN!

Çocuklar için ne yapalım diye soran ilkokul yöneticilerine bu ay topluca yanıt vermek istiyorum: En yakın gazete bayisinden bir TÜBİTAK​ Bilim Çocuk Dergisi​ alın. Mart 2015 sayısı, okul toplantılarında söylediğim temalara çok uygun. 

İçinden ayrıca çok güzel hazırlanmış, günlük yaşamda kullanılan önemli aletlerin icat hikayeleri ve mucitleri hakkında, her biri tek karelik karikatür kart koleksiyonu çıkıyor. Her bir karta baktığınızda, bir popüler icat ve sahibi hakkında genel kültür seviyesinde bilgiyi eğlenceli bir karikatür çizim eşliğinde öğrenebiliyorsunuz.

Önerim: Bu kartları dijital baskı ile büyültüp okulun görülen duvarlarına asın. Şevk verecek ve istek uyandıracaktır çocuklarda, özeneceklerdir onlar gibi olmaya. Etrafta yağmur gibi olan popstar ve topstar'lardan sonra yeni bir idol olarak iyi gelecek çocuklara.

Çünkü HERŞEY ÖZENMEKLE BAŞLAR: Her türlü kötü alışkanlık gibi iyi yönelimler de öyle. Bırakın, biraz da özensinler bilime, inanın pişman olmayacaksınız ve mahçup etmeyecekler sizi.

Bunları astıktan bir süre sonra da dersin kısa bir bölümünde kartlardaki olayları konuşun öğrencilerinizle. Ne düşündüklerini öğrenmeye ve hayallerini okumaya çalışın. Göreceksinizki önemli bir kısmı astıklarınızdan fazlasını size geri döndürecek. 

Ve bir de de söz: Kars, Ardahan'dan Edirne, İpsala'ya kadar hangi okul yöneticileri veya öğretmenleri bu basit çalışmayı yapar ve gözlemlerini bana iletirler ise dönem sonuna kadar, programım el verdiği ölçüde bizzat okullarını ziyaret edip öğrenci ve öğretmenlerle söyleşide bulunacağız.

Önceliğim tabiki devlet okulları ve şatafattan uzak yalınlığı yaşayan, buram buram Anadolu kokan, mütevazi coğrafyalar. 

Ve bir de ne olur, bu dergiye hiç olmazsa sınıf bazında bir abonelik yaptırın. Derginin ederi 4 TL. Abone olursanız yıllık 40 TL. Yani 12 sayı için aylık birim fiyat 3.33 TL. Uyduruk çizgi film karakterlerinden türetme, okunacak bir satırı dahi olmayan, çerçöp dergiler taşıyor gazetecilerin raflarından, fiyatları 8, 10 TL.

Hadi öğretmenler, ayda 3.33 TL kimse bulmazsanız siz sponsor olun, 3.33 TL'ye canlar kazanın, ruhlar kurtarın. Ayda bir iki bardak çayı çocuklarınız için içmiş gibi yapıp parasını dergiye yatırın. Ama okuyun ve okutun bu dergiyi, öyle kuru kuru kalmasın sınıfta. Her gün bir öğrenci alıp götürsün evine, doya doya incelesin, okusun satırlar arasında gizlenmiş tılsımlı beyin uyandırıcı cümleleri. Merakına merak eklensin, hayalindeki yıldız olsun o sayfalardaki dünyaya yön vermiş mucitler. "Vay be!" ile başlayacak ama bir süre sonra "ben de yapabilirim"lere dönecek iş, emin olun.

Önce pekçok abeveyn de şaşırabilir, öyle ya dergi deyince magazin, gazete deyince maç gazeteleridir revaçta. Ama alışacaklar kısa zamanda ve sizin bu girişiminiz düpedüz, sessiz sedasız bir inovasyon darbesi olacak. Olur mu demeyin, olacak: Bu da darbenin inovatifi ve en ulvi hali. Uyuşmuşluğa, uyuşturulmuşluğa, adam sendeciliğe, miskinliğe, tembelliğe, üretim kısırlığına, düşünce fukaralığına, değersizliğe indirdiğiniz aleni bir darbe!

Hani vardır ya, bir başka değerliden çıkmış bir söz: Açan her çiçek baharı getiremez belki ama her bahar, açan bir çiçekle başlar.

Değerli öğretmenler, bir sedanız yeter baharı yazmaya ve sadece yazabilenlerin yarına bırakacakları, arkalarından hayırla anılacak eserleri olur. Niyetiniz size emanet çocuklarınız olduğu müddetçe, nerede olursanız olun, kimse yok ise ben varım; bana da yazın.

Cem TURAN

27 Mart 2015 Cuma

MODERN SÖMÜRGECİLİK

Tarih boyunca hakkına razı olmayanlar ve hakkını savunamayanlar oldu, dünya üzerinde. Bu durum sömürüyü de kalıcılaştırdı. Yine davranış genetiği olarak sinelere soktu. Dünyada sömürmeden duramayanlar olduğu gibi ki biz genelde onlara kızarız, bir de sömürülmeden duramayanlar var, maalesef. Yani; "gel bizi sömür, biz sömürülmeden yapamayız" diyenler hiç de az değil, dünya üzerinde. Bizde de Erzurum Kongresi'nde alınan karar; manda ve himaye kabul edilemez.

Oysa... Bugünün dünyasında sömürü sanatı formatını değiştirmiştir: Yüksek teknoloji ürünlerin üretiminde kullanılan fiziki hammadde payı neredeyse ihmal edilebilir derecededir: Ağırlıklı olarak plastik, biraz bakır. Mikroçip dediğimiz temel elektronik bileşenler ise Silisyum, diğer bir ifadeyle; deniz kumundan müteşekkildir. Bu özetle şu demek: sudan ucuz bir birlikteliktir, yüksek teknoloji ürünleri. Ancak satın almaya gelince; bedeli binlerce lirayı bulan, el yakan ama beraberinde körüklenen sosyal imaj tatmini ile ilişkilendirildikleri için kitleler tarafından alınan, geceden teknomarketler önünde, uğruna sıraya girilen yeni statü göstergesi oyuncaklardır, pekçoğu.


Gelinen bugünkü noktada; alım aşamasında ihtiyaç sorgulaması yerine çevrenin hareketine kapılarak gerisinde kalmama güdüsü ağır gelir. Ne oldu kısa süre öncesine kadar pazara hakim Nokia telefonlara? Yeni bir imaj dalgası bu kez onu alabora etti, tıpkı daha önce de Ericsson'u ettiği gibi. Şimdilerde dalga Samsung'u taşıdı. Sonra... böyle devam edecek, malum: Bir sonraki kahraman, yerini bir öncekinden alacak...

Ve sonuç: Müthiş katma değerli yüksek teknoloji ürünleri dünyanın bir yerinden bir yerine akıyor. Ters yönde de müthiş bir para hareketi devam ediyor. Teknoloji üretenler kim? O teknolojileri "adam yapmış" deyip kullananlar, bir kişisel statü tamamlayanı olarak algılayanlar, civarıyla en yüksek modele sahip olma konusunda yarışa girenler kim? Çuvalla parayı bu uğurda akıtanlar kim? Ve biz, bunun neresindeyiz?


İşte budur modern sömürü stratejisi. Sonuç: zengin daha zengin, müptela kılınan ve durumun henüz farkında bile olmayan fakir daha fakir. İçi acımadan kullananlar ise ya gerçekten bihaber ya da o meşhur, "Manda ve himaye kabul edilemez" hükmünü yok sayıyorlar. Bal gibi de hepsi sürüyor hem de dünyanın genelinde. 

O, anlı şanlı sömürü şartlı himayeyi reddeden hüküm mü? Korkarım oldu, koca bir hikaye.

Tüm bunları, böyle bir dille yazıyorsam; elbet bir nedeni var ve içinde asla arabesk, umutsuzluk veren birşey aramayın. Bilakis; umursamazgilleri, amaçsız oyuncaklara boğulmayı modern eğitim, modern yaşam sayanları, burayı distribütör cenneti yapanları silkelemek için kendi üslubumca bir yazı sadece. Artık ne kadar silkelenirlerse. Bu toplumun geleceğinden asla umudu kesemem.

Cem TURAN

DEĞERLİLER VE ÖNEMLİLER (2)

İlkokul öğretmenimin en fazla verdiği örnekti, bahanelere sığınmak isteyenlere:

Geline düğünde, "kalk oyna" demişler "yerim dar" demiş. Yer açmışlar; meydanı boşaltıp, "hadi" demişler. Bu kez de "yenim dar" demiş.
  

Ya herkes öyle söyleseydi? "Bizden geçmiş", "unumu eledim, eleğimi astım", "bir ayağım çukurda"... deseydi?

Görüyor musunuz kültürümüze sızmış ve yıllar içinde sosyal genetiğimize işlemiş söylenceleri? 

Buna karşı durabilenler; yaratılmış bir insan olmayı, hangi yaşta olursa olsun alabildiği her nefesi yeni bir değer üretmek için harcama gayretinde olanlar var ya: İşte onlardır asıl yaşamın sırrını keşfedenler, dünyaya neden geldiğinin şifresini çözenler.


Beni duygulandıran her örnekte olduğu gibi, saygıyla önlerinde eğiliyorum böylesi insanların. Allah yokluklarını hissettirmesin. Çünkü onlardır yaşamın en değerlileri. Elleri nasırlı ama yürekleri gıpgıcır, kimilerinin de elleri gıcır ama yürekleri nasır.

Önemli olma sevdasıyla ortada dolaşan grand tuvaletli "acaba nereye yanaşsam?" derdindeki, endamına bakıldığında entellektüelliği kimseye bırakmayan, değersizliğe düşmüş olanlar bilmeli ki bir gün toprak olacaklar. Onlar da öyle. Fakat ölümlerinden sonra, önemlilerin esamesi okunmazken değerliler ardında bırakılmış izler, açılmış yollar, gök kubbede yankılanan hoş sedalarla hayırla anılır olmaya, bir yol gösteren olmaya, gönüllerde yaşamaya devam ederler. Aradaki en büyük fark da budur.


"Oku"mak işte bu farkı görmek ve yaşamı bunun üzerine odaklamak için istenen eylemdir. Aksi halde edinilen bilgiler -elçiye zeval olmaz- "katırın semerine yüklenen" yükten farksızdır, taşı taşı bitmez. Boşuna hamallığı yapılanın kimseye hayrı da olmaz.

Bugün bir güzel söz okudum: Bilgi'nin beşte dördü "ilgi" imiş. Doğru, ilgi gösterilmeyen hayatın özüne rağmen "hayat ansiklopedisi" yutulsa, "yaşamsal bilimler" üzerine tez üstüne tez yazılsa, üniversiteler peşi sıra okunsa, balyayla sertifika koleksiyonu olsa ne fayda?


Daha önce öğretim ile eğitim arasındaki tarifimi kendimce yapmıştım: Öğretim insanın ceplerini doldurur ama neden ve nasıl harcaması gerektiği konusunda fikir vermez. Oysa eğitim boş bir ceple bile yaşayabilmenin ve değer üretebilmenin metodolojisini kazandırır. Ve yaşam eğitimlilerin hünerleri ile şekillenir; azıcık öğrenimle, bilgiyle, güçle, sermaye ile kocaman dünyalar kurmaya cürret edenlerin aşkı ve gayretiyle.

Cem Turan​

21 Mart 2015 Cumartesi

KİTAP ÖNERİM: MERAKLI ZİHİNLER

Geçtiğimiz yıl okuduğum kitaplar arasında beni en fazla etkileyeni şüphesiz Tübitak Yayınları'ndan çıkan Meraklı Zihinler isimli kitap oldu.


Hikayesi şöyle: Kitaba kendinden birşey koymayan ama çok anlamlı bir bahçeden derlediği gülleri sunan bir editörün; John Brockman'ın aklına, bugüne yön veren; alanlarında otorite olmuş 27 adet bilim insanına şu çok önemli soruyu sormak geliyor:

- Siz nasıl bilim insanı oldunuz, nasıl bir çocukluk yaşadınız ki bilimin lokomotifi oldunuz?

Kariyerlerinin zirvesindeki 27 isime sorulan bu müthiş soru karşılık bulur ve her biri kendi çocukluğunu özetleyen birkaç sayfalık birer mektup yazarak Brockman'a gönderirler.

İşte, şiddetle önerdiğim bu kitap; editöre yanıt olarak verilen 27 adet mektubun derlenmesiyle oluşmuş, harikulade bir ibret vesikası. Her yerde tek savunduğum ana tezim olan, çevrenin insan üzerindeki etkisinin nelere sebep olabileceğini gösteren tam bir delil. Ailenin, mahallenin, okulun, öğretmenlerin Einstein'a nal toplatacak beyinleri nasıl yok ettiğinin, çürüttüğünün, değersiz ama önem peşinde koşan yaratıklar haline getirdiğinin önemli bir anıtı...

Kitaptaki bilim insanlarının ağırlıklı bir bölümünün Yahudi asıllı olduğu hemen dikkatimi çekti. Bugünün profesörleri, dünün İkinci Dünya Savaşı'nı görmüş, Nazi zulmü altında can korkusu içinde Almanya'da yaşamaya çalışmış ailelerin çocukları. Bu halde bile, akşam yemeklerinde aksatmadan ailece yaptıkları sohbet konularını duyup kendi yaşamınızda tarttıkça ezileceksiniz belki, belki de umursamamaya devam edeceksiniz. Nazinin fırınlarında yakılma korkusuna rağmen, gizlice hafta sonlarını çocuklarının elinden tutarak kütüphanede geçiren aç, sefil, meteliksiz, can güvencesiz ailelerin hikayelerini okuyacaksınız. Biraz bunu muhakeme edecek cesareti gösterebilirseniz, kendiniz ve çevrenizdeki yaşamla karşılaştırıp irkileceksiniz.

Çevrenin canlı üzerindeki etkisinin yanında bireyin kendi genetiğinin etkisi inanınki devede kulaktır. Bunu çok iyi gösteren bir yazıttır, bu kitap. 

Hiçbir şey tesadüf değil hayatta: Ne gelişmişlik ne de gelişmemişlik! Bağımsız olmanın bir bedeli, gereken ter diyeti vardır. Ve bilim evde başlar, sokakta gelişir.

Lütfen bu kitabı okuyun ve okutturun çocuklarınıza, kardeşlerinize, öğrencilerinize. Bu kitabı okuyana, hatırım için beş puan fazla versin öğretmenler.

Bizimkiler gönlü olmadığında parasını bahane eder; pahalı der: Evet, çok pahalı: 8 TL, 7 TL'ye internetten alırsın, zorlarsan topluca 6 TL'ye de yaklaşırsın. Sahi, senin cebindeki zehire hergün ne kadar akıtıyorsun ey tiryaki?

Bazen görürüm, birileri elde para ne hayır işlesem diye düşünür. Sonra bunalır; yine mevlüt şekerine kalır, dağıtmak için. Gidip TÜBİTAK'tan bu kitaptan alsan 20,30,50,100 neyse en yakın okula ya da muhitindeki insanlara götürüp dağıtsan ne olur?

Bence çok şey olur. Gör bak, herşey değişir. Başta da sen değişirsin.

Tuzu bile kokmuş bir denizde berrak tatlı su balığı olunamaz. Çocuklara doğru düzgün bir çevre oluşturmak zorundayız. Yangında ilk kurtarılacak diye yazan dolaplar vardı, devlet dairelerinde. İşte bu tarif ettiğim çevrede de ilk değişmesi gerekenler yetişkinler, anne babalar ve kesinlikle öğretmenler.

Bunu yapmak zorundayız, çocukların özgür hayal güçlerini sinelerinden alıp ellerinde sertifika ve diploma, test delisi, kariyer faresi yapmak yerine. Yoksa havanda su dövmeye devam edip durmaktır, tüm sergilediğimiz.

Bu kitabı okuyun, okutturun. Mademki bize oku (!) denilmiş.

Cem TURAN

19 Mart 2015 Perşembe

ÇANAKKALE HARBİ DEVAM EDİYOR: EKONOMİK VE BİLİMSEL BAĞIMLILIKLAR

Tam 100 Yıl geçti; Çanakkale'nin Dardanel olmaktan çıkıp 250 bin canla, destansı bir bağımsızlık şiirinin yazıldığı, divitin mürekkep yerine kana doyduğu bir abide şehir haline gelişinin üzerinden. Bunca yıl içinde biz o şiiri kah mırıldandık kah haykırdık, kah sıradan bir seremoniye dönüştürdük kah azmimizi artıran bir heybetli duruşa. Öyle bir savaştı ki; kimi kıran kırana savaşanlarını yıllar içinde ortak anı üzerinde bir geleneği örüntüleyen dostlara dönüştürebildi, tıpkı Anzaklar gibi. Şüphesiz hafızalara çok kuvvetli bir şekilde yer etti.


Ve sonuç; zaferdi. Onlarca gemi Çanakkale'nin soğuk ve akıntılı denizinin dibini boyladı. Halen bile oradalar, o güne şahitlik edercesine. Maviyle yeşile çalan hırçın koyların tümüyle kırmızıya boyandığı, akıl almaz kıyımın yaşandığı günlerdi. Bugünün, eli sıcak sudan soğuk suya girmeyen insanlarının hikaye gibi dinledikleri, okuduklarından bambaşka bir boyutuydu yaşamın. 

Evet, bir zaferdi; o zaman yaşandı ve bitti, demek ise en büyük yanılgımız oldu. Çünkü o şartlar halen devam ediyor. Oysa biz onlarca yıl zafer sarhoşluklarıyla geçmişi yaşamaya, törenler üstüne törenlerde buluşup dağılmaktan öte bir iş yapmadan uyuşmaya, geçmişle övünüp durmanın bugünü de kurtarmak için yeteceğine inanmaya, kuru milliyetçiliğin bir ülkeyi bağımsız ve müreffeh kılmaya yeteceğini telkine kendimizi öyle kaptırdık ki, anmaktan tarihimizi anlamaya fırsat bulamadık.Bugün içinde bulunduğumuz toplumsal sıkıntılarımızın çoğunun ardında işte bu, miskinliğimize perde olan aşırı kolaycılığımız var. 

Geçmişi ve geçmiştekileri efsaneleştirip, bir dudağı gökte diğeri yerde, mitolojik objeler haline sokmaktan, tapılacak putlar edinip, "sen kalk ben yatayım" kabili ucuz şiirler söylemekten, son derece vahim halde, açlıktan kemikleri çıkmış, okullarını terk edip cephelere koşmuş, bıyıkları dahi terlememiş ciğerpareler olduğunu görmek dahi istemedik. Empati yapmadık, yaptıysak da bu genelde söze vurdu, tam anlamıyla kalbe değil: 

İnsan da bir fonksiyondur aslında, bir y=F(x) gibi. O kuzular, ellerinde bile olmayan küçücük bir x kırıntısını girdi olarak kullanıp dünyanın hesabını bozan bir kocaman Y üretmeyi başardılar ve bunu o sefalet içinde yaptılar, çocuk denecek yaşta başardılar. Ellerinde kariyer sertifikaları, diplomaları olmadan. Bugünün insanı da şüphesiz; y=F(x), her insan gibi. Toplum ise i=1'den n'e kadar y'ler toplamı; hani hepimiz. Ve sonuç? Siz içinde bulunduğunuz şartları geçmişle karşılaştırıp şu soruya dürüstçe nasıl yanıt verirsiniz: Size verilen x ile nasıl bir Y ürettiniz?..


Kim daha inovatif, kim daha üretken, kim daha çok; lafta ağızlardan düşmeyen memleketini seven?

Zafer diyoruz ya; aslında o savaş bitmedi. Doludizgin devam ediyor ama bir o kadar laylaylom anma ve kutlamaların peşinde yaşadık ki onca yıl, bizi bu durum pek enterese etmişe benzemiyor. Oysa asıl bağımsızlık bilimle, teknolojiyle, sanatla, fenle, ekonomiyle, sosyal alanlarda kazanıldığında gerçek oluyor.

Malumunuz Dolar, aldı başını gitti kısa zamanda. Yüzde sekseninin üzerindeki bir bölümü maaş koruması altında olan, devletçe bir şekilde maaşa bağlanmış olan bir ülkede bu söylediğim ne anlam ifade eder bilmiyorum ama perişanlık içindeki bağımlılığımızı bir kez daha gösterdi bu olay.

Bizi çok etkiledi örneğin. Çünkü girdilerimizin büyük çoğunluğu Dolar üzerinden ithal ediliyor ve bu ani kur değişimi büyük bir zarar dalgası üretti. Çünkü biz bağımlıyız. Dolar ani hareket yapmasın diye duacıyız. Demekki Dolar da bir silah olabiliyor, ülkesinin elinde. Çaktırmadan oba altından sopasını, oldukça da hırçın gösterebiliyor.

Biz bağımlıyız: Çünkü onların ürettiği teknolojileri kendimize hammadde olarak kullanıyoruz henüz ve onları Dolar ile alıyoruz. Hatta sıkılmadan biz de Dolar ile fiyat veriyoruz. Oysa Türkiye'de yaşıyoruz. 

Biz bağımlıyız: İthal ettiğimiz iki parçayı alıp çatarak montaj yapmayı, "üretim" sanıyoruz. Oysa biz böylece sadece Lego yapıyoruz. Lego da ithal, Dolar ile alıp satmaya devam ediyoruz...

Biz bağımlıyız: Hastanelerdeki pek çok sağlık gereci, cihazı, sarf malzemesi de ithal halen. Adam kesse, hastalar ölecek. Kimi zaman bir kemoterapi ilacını göndermiyor, Türkiye'de eczaneler kuruyor.

Enerji bakanımız; elektriğe zam yok ama Dolar'a daha ne kadar dayanabiliriz, diyor. Dolardaki kur artışını doğalgaz için Rusya'dan özel pazarlıklarla telafi etme gayretine giriliyor. Doların hükümranlığı altında olabilecek en iyisini yapmaya çalışıyorlar. Üzülerek, yutkunarak söylüyorum ki biz hala çok bağımlıyız.

Adam doğrudan yapamadıklarında da dolaylı olarak bağımlı kılmış Dolar'a bizi. Dolarla yatıp Dolar ile kalkıyoruz. Yoldan birini çevirip silkelesem belki de Dolar daha çok çıkar üzerinden, hazır İstanbul'da Arapça konuşanların sayısı Türkçe konuşanları geçmişken. Yol tarifi için bir kul arıyorum; yolda çevirdiğim ilk ikisinden sonra üçüncüde Türkçe konuşan biriyle karşılaştığım andaki hislerimi anlatamam. İlk zamanlarda, Alamanya'da bir gurbetçinin başka bir gurbetçiye denk gelmesi gibi bir durum bu.

Uzun lafın kısası; Çanakkale Harbi tüm hızıyla devam ediyor. Sadece top seslerini duymanız, karaya çıkarma halindeki eşkiyaları görebilmeniz için biraz durup düşünerek bakmanız gerekiyor. Bakın, sesi duyabiliyor musunuz? 

Çalıştırın şu fonksiyonlarınızı, güçlü Y'ler çıkarın ve onların toplamından güçlü bir ülke olsun. Ne zamanki başkalarının Dolar tehdidi bizim için yok hükmünde olur, buna karşılşık Türk Lirası ile oynamamızdan çekinilir oluruz, ne zaman ki yüksek teknoloji ürünlerimiz Japonlar, Amerikalılar'ın yaptığı gibi dünya genelinde vitrinleri süsler, cepleri, evleri, ofisleri doldurur; o zaman bağımsız olduğumuzu ilan ederiz. Şimdi çoook çalışma, idealleri bileme vakti.

Japonlar geçmişin atlı samuraylarını indirip bugünün teknoloji devlerine dönüştürmeyi başardılar. Biz Türkler ise geçmişin atlı sultanlarını putlaştırıp, onlarla kupkuru övünmeye devam ediyoruz. Onlar kadar bir değer üretme çabasına düşmeden.

Benden çok çıkan iki alıntı:

"Aynası iştir kişinin, lafa bakılmaz." Ziya Paşa
"İlim ve sanat, takdir görmediği toprakları terk eder." İbn-i Sina.

O halde gideni geri çağırmakla başlamalı işe. Bu da gayretle, şuurla ve idealle olur.

Cem TURAN

15 Mart 2015 Pazar

BİLİM VE SAYILARIN GİZEMİ

Oldum olası, dünyayı bir sabit sayıya sıkıştıran beyinlerin gizemi ilgimi çeker. Perdeleri epeyce yırtılmış gerçek birer seçilmişlik hali olmalı. Aksi halde bir insanın her derde deva bir sayı türettiğini ve kendinden sonra da her şablona uyacağını iddia etmesi tam bir çatlaklık olurdu.

Dünyada öyle müthiş örüntüler, oranlar, içiçe geçmiş dengeler var ki muhtemelen daha çok büyük kısmı keşfedilmeyi bekliyor olmalı. İşin garibi, aradan yüzyıllar geçmesine rağmen bulunanlara pek yalanlama gelmiyor, halen geçerliliğini koruyor.

Şaşırıyorum, Leonardo da Vinci'nin altın oran tespitine. Lokman hekimin bir reçetesi gibi, hatasız bir algoritma gibi. Şaşılacak derecede halen doğru gözüküyor.

Leonard Euler'in sivrice buluşu, doğal logaritmanın kalbi; meşhur e = 2,718.. sayısı...


Antik döneme kadar giden tarihin derinliklerinde sahibini yitirmiş, Mısır piramitlerinde bile bir kurgulama sabiti olarak kendini gösteren, Babil tabletlerinde 3.125 olarak gösterilen, Pi = 3.1415.... sayısı...

Max Plank'ın Plank sabiti, h=6,626..X (10 üzeri -34)...

Omega sabiti = 0,567...

Gauss sabiti = 0,83462...

Catalan sabiti = 0,91596...

... Ve daha niceleri ( http://tr.wikipedia.org/wiki/Matematiksel_sabit adresinden bir kısmını inceleyebilirsiniz ama hepsi değil :) )

Ve tabi kimyanın sevimli kahramanı Avogadro sayısı = 6.022.. X (10 üzeri 23) Teşekkürler Amedeo Avogadro, bu güzel emanetin için.

Doğrusu, bunları ortaya koyanların çağdaşı olup tanışmayı hem çok isterim hem de biraz ürküntü verici bir durum. Kainatı küçücük bir sayıyla formüle etmeyi başarabilen, bu kadar geniş bir resimden hayatı algılayabilen bir akıl gerçekten çekinilesi türden olmalı.


1990'lı yıllarda bile literatüre sokulan birden fazla sabit olduğu göz önüne alınırsa, halen sabit avcıları için keşfedilmeyi bekleyen epey malzeme olmalı.

Ve sanıyorum bir gün, bütün sabitler öyle bir oranda buluşacak ki muhtemelen o da 1 olacak, sadece 1,0 ve o da yaşamı var kılanın imzası olacak belki de.

Bilim hayal gücüdür, engin ufukların emekle zorlaması; okuma gayretiyle kararlılıkla bakmaktır, yaşamın ahengine.  Bu gayretler hürmetine bir gün görmeye mani perdeler açılır, görünmezler görülür olur. İşte bu basbayağı bir seçilmişliktir, anlama çabasıyla dökülen ter ile kazanılır. 

"Oku"maya çalışmayanın inanmışlığı ise sadece tembellik dolu bir taklitten ibarettir.

Cem Turan​

13 Mart 2015 Cuma

ŞİDDET ÜZERİNE YANLIŞ OKUMALAR (1)

Bir kanun çıkmıştı, yetmedi sonra daha da katı şekle büründü. Gazetelere manşetler atıldı boy boy, bundan sonra izinsiz SMS ve elektronik posta atan yandı; cezalar can yakacak diye. Sahi, ne oldu o? Başta bankalar olmak üzere yağmur gibi gelmeye devam ediyor.

Umursamazlık ne büyük hastalık! Ondan savaş halindeyim hep sağırları oynayanlarla.

Demokrasiyi sözde herkes istiyor ama konu çıkarlara geldiğinde, cebren durdurulmadan duran olmuyor. 

Medeniyet ve demokrasi, aslında bulmanın hiç işimize gelmediği ama arar gibi yapmamız gereken, ulaşılmayacak maşuk gibi bir şey bizim için. 

Etrafınıza bakın, haksız mıyım söyleyin. Çıkar olduğunda ne devlet arazisi kalıyor, çevrilip gecekondu yapılmadık ne kartvizitlerle torpilli istihdamlar kalıyor, hak etmişleri çiğneye çiğneye. Velhasıl ne kul hakkı ne kişilik hakları kalıyor mütecaviz ellerin değmediği. 

Ondan sonra da bilmem kime şiddeti kınıyoruz ya cümbür cemaat, acite ederek, reklam ederek ve yenileri için şuursuzca ilham vererek. Şiddet, bir insanın bir diğerinin hakkını gasp ettiği her yerde. Ama bunu itiraf etmeye kimsenin niyeti mi yok yoksa görülemeyecek kadar kompleks mi? 

Ah insanoğlu, umarım birgün islah olursun.

Bana da onuncu bir köyü aramak düşüyor tabi.

ŞİDDET ÜZERİNE YANLIŞ OKUMALAR (2): DİKKAT EDİN, DAMARLARINIZ PATLAR

Zaten okumaktan yana hevesi olmayan bir çocuğa annesinin "aman fazla çalışıp düşünme yoksa beyin damarların patlar" diye ciddi ciddi tembihte bulunduğuna şahit olmuştum.

Aklıma Nazi zulmü altında inleyen ailelerin Dünya Savaşı sırasında bile, çocuklarının ellerinden tutup her hafta kütüphaneye götürmeleri geldi. Akşam yemeklerinde ailece yaptıkları "biz neden var edildik?" tartışmalarını anımsadım, bugünün önemli bilim insanlarının biyografilerinden.

Çocuğun okumak, araştırmak, gelişmek konularında, "o taraklarda bezinin olmamasını" neye dayandıracağımı elbet biliyorum.

Lakin bir de şu anneler, bir toplumun asıl mimarı olduklarını, minik gözlerin üzerlerinde olduğunun sorumluluğunu kavrayabilseler. 

Babalara söylenecek yok mu diyenlere: Elbette var ama "balık baştan kokar" atasözünü hatırlatmak isterim. Toplumun başı ise anne ve kadındır. Mustafa Kemal Atatürk'ün ifadesiyle; toplumda gördüğünüz herşey kadının eseridir.

Haydi, tekrar edelim: Kadın bozulursa, toplum çürür ve çöker.

İlimi sevmez ve sevdirmezseniz, yavrularınızın sinesine akıtmazsanız; o sineler boş kalmadığından ya uyuşturan konular ya şiddetle dolar. Sonra da o şiddet dönüp dolaşıp büyür ve sizi bulur.

Şaşarım polisiye tedbirlerle veya pankart açarak şiddete engel olacağını düşünenlerin aklına. Önce okumayı öğrenin, "oku" davetine uyun. Ancak o zaman toplumu ve insanları doğru okuyup sebep-sonuç ilişkisi kurabilirsiniz.

Şüphesiz şiddet hastalığına düşenler bu topluma zembille inmedi, uzaydan ithal edilmediler. Onlar ailelerinin ve bu toplumun eserleri.

12 Mart 2015 Perşembe

DEĞERLİLER VE ÖNEMLİLER: 12 MART, İSTİKLAL MARŞI’NIN KABULÜ

Bugün 12 Mart: Mehmet Akif Ersoy’un yüreğinden çıkıp kaleminden geçerek kağıda dökülen mısraların, aruz bir şiir olmaktan çıkıp bir milletin dilden dile taşıdığı kutsal bir emanet olma mertebesine yüceldiği gün.


Gözümün önünden akıyor, olacaklar: Yine bir yerlerde salonlar süslenecek, “önemli” insanlar davet edilecek. İhtimama binaen, önemlilere verilen önemi göstermek için fiyakalı koltuklar apar topar en ön sıraya dizilecek. Önüne “protokol” diye yazılacak, “önemli” isimler için.

Gelen gelecek, belki şiirler okunacak; "günün anlam ve önemine dair" ve mutlaka süslü sözler edilecek. Onlarca yıldır klasikleşmiş şablonlar, geçtiğimiz yıl bırakıldıkları raflardan alınıp yeniden tekrar edilecek. “Mehmet Akif şöyle büyüktür, böyle iyidir...” falan filan. Velhasıl ona da “önem” bulaştırmaya çalışacaklar, kemiklerini sızlatacak sözler edecekler hızlarını alamayıp  muhtemelen, riya ile O’nu anlamış gibi yaparak. Herşey protokole uygun olacak, mikrofondan takdim edilen isimlerin sırası bile. Şekil şimal mananın önünde olmalı, çünkü gözün görebildiği odur, değil mi?

Ya sonra? Bir İstiklal Marşı’nın kabulü töreni daha böylece bitecek. Filinta görünümlü şoförler, bal dökülse yalanacak türde tozsuz, boncuk siyahı arabaları birer birer yanaştıracak kapılara. “Önemli” insanlar aheste aheste binecek ve hepsi, özel başka programları yoksa, geldikleri yerlere geri dönecek.

Salon temizlikçilere kalacak. Yerlere atılan çöplerle birlikte etrafa savruştulmuş şablon sözleri toplayacaklar. Bir dahaki sefere kullanılmak üzere yine aldıkları tozlu raflara koyacaklar. Törenleri severiz biz, ondandırki tören külliyatımız da geniştir bizim, miras gibi saklamak gerek; kaybetmek olmaz bu kadar “önemli” şeyleri.

...

Bunca “önem” içinde kendine “önem” kondurmayan, yerli yerince elinin tersiyle iten bir Mehmet Akif vardı ya, işte onun içindi bu toplantılar. Reddettikleri yüzünden, “önem” sinekleri gibi gücün öbeğine üsüşüşenlerden olmadığı için “önemsizdi”. Doğrusu tek muradı da oydu, “önemsiz ölmek”. Bundan değil mi testisi hep boştu, yarı aç yarı tok, yoksunluk ve sıkıntılar içinde bir ömrü böylece o seçmişti.

Çünkü önemsizdi; akıl ve yüreğini şekillendiren erdemleri çağının ötesinde olduğundan kimse anlamaz ve teveccüh etmezdi, bakmayın şimdi adına söylenenelere. Bizde adettendir; kör ölünce badem gözlü olur.

Kendisi de yoksunluk içinde vefat etti. Dışlanarak, küçümsenerek. Hatta cenazesi ortada kaldı, neredeyse kimse gelmedi. Bu muydu milli şair olmak? Evet, “değer bilmez” “önemliler” ülkesinde durum tam olarak budur.


Kendi gibi, yıllar sonra yoksulluktan dilenmek zorunda kalan oğlunun cenazesini de bir sokak çöplüğünde buldular, bir sabaha karşı.

Aynı şekilde torunu da benzer bir akıbete ulaştı. Milli şairin torunuydu, ya...

Akif çok önemsizdi ve hiçbir asalak, kan emici sinek kokusuna gelmezdi bundan dolayı ama fazlaca önemden gözü dönmüşlerin anlayamayacağı kadar değeri yüksekti. Tıpkı diğer, çağını aşanlar gibi, etrafında kalabalıklar olmayan, “önemsiz” fakat çok “değerli”.

Önemsiz ve çok değerlilerdi oysa; bugünü yazanlar. Onların ürettikleri bilim ile döner dünyanın çarkları. Kimisinin de görüşleri, sanatıdır bizi insan kılan, içimizi ısıtıp katılaşmaktan alıkoyan. İyi kalabilmenin ve iyilikler üretmenin kaynağıdır onlar... Onlar çok “değerlidir”.

Önemlilik bir mevsim gibidir  oysa; iki bahar arası yaşanan. Çok geçmeden yeşil sarıya döner, gür olan dalından düşer, bel eğrilir hazan gelince. Hani, şarkıda der ya; “Alkışlarla alkışlarla geçiverdi seneler, kahkahayla kahkahayla işin bitti dediler...”

Ne kadar doğru; her dalga kumsala vurduğu gibi çekilir, bakmayın foşurtusuna. Geride ise kalıcı olan sadece değerlilerdir.

Hayat önemlilerle değerlilerin çekişmesine bile sahne olmaz. Çünkü değer bakidir, önem geçici. Değerin sabredilmesi gereken dünya engeli ise fukaralıktır, çoğu kez.

Sana, değerine layık önem veremediğimiz için özür dilerim Mehmet Akif. Sen bunca yıl sonra bile “önemlileri” salonlara dolduruyor, hala kendinden bahsettiriyorsun. İşte budur değerin gücü.

İstiklal Marşımız'ın kabulünün yıldönümü kutlu olsun.

Cem TURAN


8 Mart 2015 Pazar

TATLI SU BALIĞININ BALİNAYLA SINAVI

Ülkemizde ekonomi makinesinin çarklarının yaklaşık yüzde 98'ini KOBİ'ler oluşturmakta. Bu oran yaklaşık 2 milyon KOBİ demek. Kayıtlara göre, bunların ancak 200 bini herhangi bir alanda üretim yapıyor. Ülkemizde bakkal dükkanı işleten limited şirketin unvanının bile ...İnşaat, Turizm, Makina, Bilgisayar... San. Ve Tic. Ltd. Şti. olduğu düşünülürse, bu rakamın da epeycesinin üretirmiş gibi yapanlardan oluştuğu söylenebilir...

Bu tablo der ki; biz üretmeyi pek sevmiyoruz, alıp üzerine kar koyup satmaya ise bayılıyoruz. Bu durum aslında büyük holdinglerden küçüklere kadar hiç değişmiyor.

Önceki gün Genç Bakış programının konuğu, Ulaştırma Bakanı Lütfi Elvan'dı. Diziler, maçlardan ve pek çoğunun ilgi alanına girmemesinden ötürü seyreden sayısı sınırlı olabilir ama çok önemli noktalara, beni mutlu eden atıflarda bulundu sayın bakan. Örneğin; 4G Teknolojisini bir öğretmen edasıyla anlatarak, olması gerektiği gibi yetkin bir mühendis algısıyla makamına hakim olduğunu gösterdi.

Çok önemli bir konu daha olması gerektiği gibi tariflendi programda: Takdire değer bir hizmet yürüterek yıllardır fenomenleşen, programcı Abbas Güçlü "...ne zaman yeni kadrolar açılacak, KPSS..." diye soracak oldu ki bakan "artık devleti iş kapısı olarak gören değil, kendi projeleriyle müteşebbis gençler görmek istiyoruz. Bunun için TÜBİTAK'tan bakanlıklara kadar pekçok kurum seferber edildi. Daha da ne yapmak gerekiyorsa yapacağız" yanıtını verdi.


Etrafıma baktığımda ellerinde diplomalar, sertifikalar, CV'ler sallayıp o sınav senin bu mülakat benim kendini adeta pazarlamaya çalışan gençler görüyorum. Üniversite kütüphaneleri bile kitaptan bilim öğrenmek için değil, sakin bir yerde KPSS çalışmak için gelen "araştırmacılarla" dolu. Üniversiteler de istatistikler yayınlıyor, kütüphanelerinde "araştırma yapanlara" dair, giren çıkan sayısına bakıp. İstatistikleri yanıltmak ne kadar kolay değil mi?

Velhasıl, yetişmiş insan gücümüz, KOBİ'lerimiz konusundaki istatistikler de gerçekleri söylemekten uzaklar. Belki dilleri varmıyor, asıl gerçeklerden bahsetmeye.

Anne babalar lütfen çocuklarınızı memur kişilikle, risk alamayan, ideal beslemeyen, üretmenin tadını bilmeyenler olarak beynini yıkayıp "kapı kulu askeri, emir kulu" ama "mayışlı" neferlere döndürmekten vazgeçin. Bu sıkıntıların temel nedenlerinden biri sizin çocuklarınız üzerinde zulme varan "garantici" baskınız. Bir sonraki nefesi alıp vermenin garantisi yok iken bu neyin garanticiliği?

Geriye dönün ve insanlığa ışık tutmuş, aklınıza gelen isimleri sayın ve şunun farkına varın ki onların pek çoğu "mayışlı garantici" değildiler.

Duyduğum en yaygın bahane: "Efendim, biraz çalışıp tecrübe kazanalım..." Bazen o tecrübe aleyhte bile olabilir, kötü alışkanlıklar kazandırabilir insana, iş yaşamının değersiz, rekabetçi, kuyu kazan yönü ile de aşina kılabilir.

Daha da önemlisi; günümüzde kelli felli firmalar da dahil, hemen hiçkimse ne yapacağını zaten bilmiyor, değişen şartlardan dolayı. Anlamaya ve tutunup hayatta kalmaya çalışıyorlar sadece. Kendilerinde olmayan fikirleri adeta "yürütmek" için okullarda proje yarışmaları düzenleyip duruyorlar, en büyükleri bile çünkü en değerlisini; fikri, eski kafalarla üretemiyorlar.


Tatlı su balıklarıydı, eski düzende ticaret yapan, sizin tecrübeli gördüğünüz, çalışmak için can attığınız işletmeler. Oysa okyanus geldi ve gölü yuttu. O balıklar ise şimdi, daha önce karşılarında hiç görmedikleri balinalar ve köpek balıklarına karşı yaşam mücadelesi veriyorlar. Eski tecrübeleri para etmiyor, bunun telaşındalar. Devlet aklı bile olup biteni kavrama telaşında. Devlet kapısında çalışmak artık eskisi gibi risksiz değil. Her an herşey olabiliyor.

Bu şartlar altında inanınki onlarda olmayan çok müthiş hazineler var gençlerde. Yapabilirler ama çevrelerince idealce çürütülmeseler.

Cem Turan

3 Mart 2015 Salı

GÜNLÜK SÜTLER VE İNSANIN HIRSI

Malumunuz; çok uzun süredir mahrum kaldığımız günlük sütler, kamu yetkililerinin çağrısı ve teşviki ile bir zamandan beri yine market raflarında yerlerini aldılar. Ben gibi şehirlerde gözünü açanlar, geçmişte günlük sütün bakkal ve bugüne göre bakkal sayılabilecek ölçekteki marketlerine her sabah düzenli olarak, kasalarla bırakıldığını hatırlayacaklardır. İnsanın içinde bir yerlerde gizlediği limitsiz kazanç hırsı ve bunun için her şeyi mübah kılan göz dönmüşlüğünün henüz ayyuka çıkmadığı, o mesut günleri özlemle anan bir kişi İstanbullu olarak günlük süt kavramından da anladığım sadece buydu: Günübirlik gelen süt! Sütün bakkalımıza gelmesini beklediğim sabahları, daha dün gibi hatırlıyorum. Artık maalesef üretilmediği için rahatça söyleyebileceğim bir günlük süt markası da Gülüm Süt idi, örneğin.

Günlük süt döndü dönmesine ama ilk zamanlar hevesle almaya başladığım "günlük" sütlerin üzerinde yazan miyad; son kullanma tarihine kadar olan ömrüne baktığımda
üç dört günlük süreler dikkatimi çekti. "Olsun" deyip "günlük" niyetine alıverdik.


Depozitolu şişelerle uğraşmak yerine çoğu plastik veya plastik karışımlı kaplara konan "günlük" sütlerin geri dönüşünden bu yana geçen kısa süre sonrasında gelinen aşamasına yönelik geçen günlerdeki bir tespitim, tam bir sükut-u hayale uğrattı beni.

Gözünü sevdiğim, yurdumun sanayicisi daha fazla "günlük" oyununa mutedil çizgisinde devam edemeyerek, sanıyorum yine kadrolu gıda mühendislerinin ve kimyagerlerinin cadı kazanlarından çıkan kimyevi iksirlerle üzerinde halen "günlük" yazan sütlerinin kullanım sürelerine 10 günü aşırtmayı başarmışlardı. Siz de alıcı gözle, ilk market deneyiminizde kontrollerinizi yapın, bakalım hak verecek misiniz.

Daha uzun raf ömrü heyecan verici, kazanç için her yola girmekte engel görmeyen tacirler için. Toplum sağlığı, bebe çocuğa merhamet, hak getire. Eğer endişelerimde haklıysam, korkarım çok daha tehlikeli bir boyutun eşiğine gelinmiş olacak sütte. Kutu sütler hiç olmazsa bir miktar frigofrik ambalajların da etkisiyle korunurken ya da öyle olmasını saf saf umarken, saf plastik, cam, karton gibi ambalaj çeşitleri içinde süre uzatımını başarmak, oldukça maharetli kimya hokkabazlıkları istiyor olmalı. Kanser ve diğer hastalıkların hortlamış olması, kimin umurunda?

Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı​ ve Sağlık Bakanlığı​ yine henüz sükut etmedeler , gözlerinden para hırsı fışkıran, yavaş yavaş öldüren "gıdaşör"  zümresi karşısında. Bunu yapmamalılar oysa. Ne zaman ki, tedavi giderleri SGK bütçesini zorlar, o zaman mı acaba aba altından sopanın ucunu gösterirler, tıpkı sigara örneğinde son yıllarda yapılanlar gibi.

Doğal beslenebilme, bir insanlık hakkıdır. Tıpki diğer kişisel haklar gibi; kamu yönetimleri için bu hakkı kullanabilecekleri bir çevre sunmak ve korumak, anayasal ve hayati bir görevdir. Bu görev hükümetler için bir opsiyonel şık değil, zorunluktur.
...
Bu konuların hakkından Yavuz Dizdar​ Hoca gelir ama ben yine de dikkat çekmek istiyorum. En temel gıda olan süt yerine beyaza boyanmış ucube sıvılar içirilmemeli bu toplumun miniklerine, büyüklerine. Gıda şifa olmalıdır, zehir değil. Gıda üreticisi Lokman gibi olmalıdır, katil gibi değil.

Cem Turan​

YAŞAR KEMAL'E YAŞAR KEMALCE BİR VEDA

İnsan deyince zihnimde ilk beliren obje bir sürahi oluyor. İnsana dolmak yakışıyor; bilgice ve erdemce. Böyle olması da önemle isteniyor, insanı var Kılan tarafından.

Ezici bir çoğunluk sürahiden bardaktan bihaber iken, kendinden beklentilere duyarsız kalır iken kimileri haznelerini dolduruyor, dolmakla kalmıyor taşıyor, taşmakla kalmıyor dibindeki bardakları dolduruyor hatta başkaca sürahiler üretiyor.

Yazmak, sürahiliğin taşkınlaştığı, birikmişliğin zirve yapmışlığının ulvi mertebesidir ve öyle herkesin harcı da değildir. Bakmayın siz bugünün "Kopyala-Yapıştır" fason yazanlarına. Yazmak, hele hele edebi yazmak; ufuksuzluktan sadece sıradan fonksiyonelliğe odaklananlar için dümdüz bir örtü parçası yeter görülürken, bir rafa örtüp köşesini aşağıya sarkıtmak için; inci ve yakut bezemeli emsalsiz bir oya, nakış, dantel ortaya koyma sanatıdır, böylesi yazmak. Rafa örtü olur yine ama ruha da zarafet yüklü bir gıda olur. Düşünceye zarafet öğretisi ne de güzeldir ve bir o kadar da "kısa kes" deyip işi parantezlerle anlaşmaya varacak kadar sulandıran, zamane anlayışına tezat. Öyle ya; pek kimsenin tahammülü yoktur, hatta güçlü düşünceyi düzgün kelam ile dosdoğru söylemeye "edebiyat yapmak" der, aşağılar kimilerimiz, değil mi?


Beynimizin zorlanmasından haz etmeyiz. Özellikle sağ beyin lobumuzun açlığını, öldürürcesine görmezden gelip köreltirken, test delisi ve dost olarak görmesi gerekirken akranları aklına geldiğinde tüyleri diken diken olup, ezilmesi gereken rakipler gözüyle bakan, mekanik düşünüp mekanik "projelendiren" ama düşünsel zarafet banyosundan geçmediklerinden hissedemeyen, farklılıkların olmamasının ne tür bir kabus olacağından habersiz, herkesi ve herşeyi düşünmeden tek kalıp isteyen bir nesli türetip gururla reklam edenler; muhtemelen bu cümlenin sonuna erişmek ve baştan sonuna kadar aktarmaya çalıştığı anlamı sentezlemek istemeyecekler.

İşte; düşünen adamlar, bunların dışındakilerinin beyinsel, erdemsel açlıklarını gidermek umuduyla yazarlar. Bakmayın siz onların, "sanat sanat içindir, kimse okumasa da yazarım" diyenlerine. Bal gibi de okunmak isterler; sürahilerinden taşanın başka sürahilere doluş sesini duymak isterler. Sahnenin alkışlarını hiçbir şeye değişmeyen yorumcuların, hayatının buluşu yolunda bir ömrü akıtan gerçek bilim insanlarının taşıdıkları ile aynı güdüdür bu; insanidir, ulvidir, çok saygındır ve takdire değerdir.

İnsan bir çiçek gibi şüphesiz; kah bir nehir kıyısında sulak çehreli kah bir çöl kumsalında kavruk benizli doğar ve yetişir. Hangi canlının doğduğu ortamı seçme şansı oluyorki? Dolayısıyla her çiçek coğrafyasına, aldığı suya, ışığa, toprağın ona sunduklarına göre renkleniyor, kokulanıyor, şekilleniyor. Hatta bunlar yüzyıllar içinde sürüp giden devir daimle kalıcı özelliklere dönüşüyor, genetik yapıya işleniyor ve öyle ha deyince söküp atılıp başka şeyle ikame edilemiyor.

Oysa yazarlık ve düşünce üreticisi olmak çiçek oluşa denk düşer: Hangi görünüm, tür, aromaya sahip olduğu önemli değil; çiçek olarak, farklılıklar sunarak hayata kattığı güzelliktir asıl olan. Ne hazindir ki; sürahisinin dibinde üç beş damla suyu dahi biriktirmek gibi bir dert edinmeyenler saplandıkları ideolojik bataklıklar ve fanatizm yüzünden kendi ezberinin dışında konuşanı bir çırpıda afaroz etmeye ne de gönüllü davranır.

Yazmak zordur, beynin tüm hücreleriyle seferberliğidir, düşüncenin doğumudur ki; verdiği sıkıntı gerçek doğumu aratmaz kimi zaman. İki satır sanatı kalem kılarak yazma tecrübesi edinmeden, o sancılarla belki ikiyüzbin satırı devirenlerin kıymetini anlamak olası bile değildir. Yazarlığın gerçeği, olsa olsa böyle tarif olunur.

Herkes kendi yazarlarını, kendi camialarını tutadursun ve gerisini yerden yere vursun, ben bu çiçeklere hayranım. Beni düşündürüp yaşadığımı hissettiren çiçek yazarlar, velev ki benim içinde doğmadığım toprakların, hayatın beni getirmediği görüşlerin, fotosentez ettiğim havanın, suyun, güneşin farklı türlüsü ile beslenmiş olsunlar, bunları savunsunlar; ne çıkar. 

Düşünen beyin gibi, beynin ürettiği her fikir de kutsaldır, kadimdir, muteber ve saygındır. Bunu içine sindiremeyen toplumlar için demokrasi sadece minareye kılıf uydurularak oynanan bir oyundan ibarettir.

Ucuz yollu, boş ve dolu sürahilerin ardından, belki de dünyadan elini çekeni badem gözlü yapmak konusundaki abartılı eğilimimizden ötürü, bonkörce kullanageldiğimiz bir ifadeyi sıkça sarfeder, "Bir yıldız kaydı, yeri doldurulmaz" deriz. Oysa ben bu durumlarda biraz daha temkinli davranır, "çekilen bir diş gibi" geride kalan boşluğu değerlendiririm: Gerçekten yeri doldurulamaz bir gedik oluştu mu diye.

Yaşar Kemal'i kaybettik bugün ve tereddütsüz söyleyebilirim ki gerçekten bir yıldız kaydı ve kendi kulvarında ciddi bir gediktir bu. Çünkü örnekleri giderek seyrekleşen gerçek edebiyatçılar silsilesinin günümüze ulaşan çok önemli bir halkasıydı; rengi, kokusu ne olursa olsun, bir çiçekti ve her çiçek gibi dünyaya güzellik katma telaşıdır, yaşamının özeti.


Sanatı, düşünceyi öz ölçüleri yerine holiganlıkla değerlendirmek, cehaletin emaresidir. Bir kalemin gücü, bin devletin gücünü geride bırakabilir. Hiç kimse düşüncesini samimi olarak savunan kadar masum ve etkili değildir. Beyazın siyahtan daha çok betimleyeni yoktur.

Güçlü, erdemli ve dolu sürahili, ahlaklı, sahibinin sesi olmayan güçlü kalemlere tüm dünyanın büyük ihtiyacı var ve şüphesiz bizim de.

Bu yazıyı yazmama sebep, Yaşar Kemal'e Allah'tan rahmet diliyorum. Bir yıldız, işte şimdi gerçekten kaydı, tıpkı gelmiş geçmiş diğerleri gibi.

Saygıyla...