3 Mart 2015 Salı

YAŞAR KEMAL'E YAŞAR KEMALCE BİR VEDA

İnsan deyince zihnimde ilk beliren obje bir sürahi oluyor. İnsana dolmak yakışıyor; bilgice ve erdemce. Böyle olması da önemle isteniyor, insanı var Kılan tarafından.

Ezici bir çoğunluk sürahiden bardaktan bihaber iken, kendinden beklentilere duyarsız kalır iken kimileri haznelerini dolduruyor, dolmakla kalmıyor taşıyor, taşmakla kalmıyor dibindeki bardakları dolduruyor hatta başkaca sürahiler üretiyor.

Yazmak, sürahiliğin taşkınlaştığı, birikmişliğin zirve yapmışlığının ulvi mertebesidir ve öyle herkesin harcı da değildir. Bakmayın siz bugünün "Kopyala-Yapıştır" fason yazanlarına. Yazmak, hele hele edebi yazmak; ufuksuzluktan sadece sıradan fonksiyonelliğe odaklananlar için dümdüz bir örtü parçası yeter görülürken, bir rafa örtüp köşesini aşağıya sarkıtmak için; inci ve yakut bezemeli emsalsiz bir oya, nakış, dantel ortaya koyma sanatıdır, böylesi yazmak. Rafa örtü olur yine ama ruha da zarafet yüklü bir gıda olur. Düşünceye zarafet öğretisi ne de güzeldir ve bir o kadar da "kısa kes" deyip işi parantezlerle anlaşmaya varacak kadar sulandıran, zamane anlayışına tezat. Öyle ya; pek kimsenin tahammülü yoktur, hatta güçlü düşünceyi düzgün kelam ile dosdoğru söylemeye "edebiyat yapmak" der, aşağılar kimilerimiz, değil mi?


Beynimizin zorlanmasından haz etmeyiz. Özellikle sağ beyin lobumuzun açlığını, öldürürcesine görmezden gelip köreltirken, test delisi ve dost olarak görmesi gerekirken akranları aklına geldiğinde tüyleri diken diken olup, ezilmesi gereken rakipler gözüyle bakan, mekanik düşünüp mekanik "projelendiren" ama düşünsel zarafet banyosundan geçmediklerinden hissedemeyen, farklılıkların olmamasının ne tür bir kabus olacağından habersiz, herkesi ve herşeyi düşünmeden tek kalıp isteyen bir nesli türetip gururla reklam edenler; muhtemelen bu cümlenin sonuna erişmek ve baştan sonuna kadar aktarmaya çalıştığı anlamı sentezlemek istemeyecekler.

İşte; düşünen adamlar, bunların dışındakilerinin beyinsel, erdemsel açlıklarını gidermek umuduyla yazarlar. Bakmayın siz onların, "sanat sanat içindir, kimse okumasa da yazarım" diyenlerine. Bal gibi de okunmak isterler; sürahilerinden taşanın başka sürahilere doluş sesini duymak isterler. Sahnenin alkışlarını hiçbir şeye değişmeyen yorumcuların, hayatının buluşu yolunda bir ömrü akıtan gerçek bilim insanlarının taşıdıkları ile aynı güdüdür bu; insanidir, ulvidir, çok saygındır ve takdire değerdir.

İnsan bir çiçek gibi şüphesiz; kah bir nehir kıyısında sulak çehreli kah bir çöl kumsalında kavruk benizli doğar ve yetişir. Hangi canlının doğduğu ortamı seçme şansı oluyorki? Dolayısıyla her çiçek coğrafyasına, aldığı suya, ışığa, toprağın ona sunduklarına göre renkleniyor, kokulanıyor, şekilleniyor. Hatta bunlar yüzyıllar içinde sürüp giden devir daimle kalıcı özelliklere dönüşüyor, genetik yapıya işleniyor ve öyle ha deyince söküp atılıp başka şeyle ikame edilemiyor.

Oysa yazarlık ve düşünce üreticisi olmak çiçek oluşa denk düşer: Hangi görünüm, tür, aromaya sahip olduğu önemli değil; çiçek olarak, farklılıklar sunarak hayata kattığı güzelliktir asıl olan. Ne hazindir ki; sürahisinin dibinde üç beş damla suyu dahi biriktirmek gibi bir dert edinmeyenler saplandıkları ideolojik bataklıklar ve fanatizm yüzünden kendi ezberinin dışında konuşanı bir çırpıda afaroz etmeye ne de gönüllü davranır.

Yazmak zordur, beynin tüm hücreleriyle seferberliğidir, düşüncenin doğumudur ki; verdiği sıkıntı gerçek doğumu aratmaz kimi zaman. İki satır sanatı kalem kılarak yazma tecrübesi edinmeden, o sancılarla belki ikiyüzbin satırı devirenlerin kıymetini anlamak olası bile değildir. Yazarlığın gerçeği, olsa olsa böyle tarif olunur.

Herkes kendi yazarlarını, kendi camialarını tutadursun ve gerisini yerden yere vursun, ben bu çiçeklere hayranım. Beni düşündürüp yaşadığımı hissettiren çiçek yazarlar, velev ki benim içinde doğmadığım toprakların, hayatın beni getirmediği görüşlerin, fotosentez ettiğim havanın, suyun, güneşin farklı türlüsü ile beslenmiş olsunlar, bunları savunsunlar; ne çıkar. 

Düşünen beyin gibi, beynin ürettiği her fikir de kutsaldır, kadimdir, muteber ve saygındır. Bunu içine sindiremeyen toplumlar için demokrasi sadece minareye kılıf uydurularak oynanan bir oyundan ibarettir.

Ucuz yollu, boş ve dolu sürahilerin ardından, belki de dünyadan elini çekeni badem gözlü yapmak konusundaki abartılı eğilimimizden ötürü, bonkörce kullanageldiğimiz bir ifadeyi sıkça sarfeder, "Bir yıldız kaydı, yeri doldurulmaz" deriz. Oysa ben bu durumlarda biraz daha temkinli davranır, "çekilen bir diş gibi" geride kalan boşluğu değerlendiririm: Gerçekten yeri doldurulamaz bir gedik oluştu mu diye.

Yaşar Kemal'i kaybettik bugün ve tereddütsüz söyleyebilirim ki gerçekten bir yıldız kaydı ve kendi kulvarında ciddi bir gediktir bu. Çünkü örnekleri giderek seyrekleşen gerçek edebiyatçılar silsilesinin günümüze ulaşan çok önemli bir halkasıydı; rengi, kokusu ne olursa olsun, bir çiçekti ve her çiçek gibi dünyaya güzellik katma telaşıdır, yaşamının özeti.


Sanatı, düşünceyi öz ölçüleri yerine holiganlıkla değerlendirmek, cehaletin emaresidir. Bir kalemin gücü, bin devletin gücünü geride bırakabilir. Hiç kimse düşüncesini samimi olarak savunan kadar masum ve etkili değildir. Beyazın siyahtan daha çok betimleyeni yoktur.

Güçlü, erdemli ve dolu sürahili, ahlaklı, sahibinin sesi olmayan güçlü kalemlere tüm dünyanın büyük ihtiyacı var ve şüphesiz bizim de.

Bu yazıyı yazmama sebep, Yaşar Kemal'e Allah'tan rahmet diliyorum. Bir yıldız, işte şimdi gerçekten kaydı, tıpkı gelmiş geçmiş diğerleri gibi.

Saygıyla...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder