30 Aralık 2013 Pazartesi

YİNE BİR YIL SONU: ŞÜKRANLA YAD ETTİKLERİM VAR


İşte yine bir yıl sonu. Tüketilen koca bir yılın muhasebesinin, üzerine yaşanan onca yılın bilançosu da eklenerek yapılacağı günler olarak baktım gördüm hep. Herkes yeni yılı kutlarken ben eski yılın, belki de mesleki bir alışkanlık gereği analizini yapmakla meşguldüm çoğu kez. İnsanlara fayda vermek için bir araç olarak gördüğüm işimde ve yaşantı çizgimde eğer bilançom artı veriyorsa yeni yıl için ayağı yere basan umutlar beslemekte kendime hak gördüm.

Unutamadıklarım da çoktur, unutmadıklarım da. Bunlardan benim için çok özel olan birisini sizinle paylaşmak istiyorum:

İşim gereği yabancı ülke temsilcileri ile de temaslarım oldu, önce müşterim durumundaki bu insanlardan bazıları zaman içinde dost olarak gördüğüm yakın insanlar oluverdi. Onlara ilmimce, dilimin söyleyebildiği ve aklımın erebildiği nispette ışık vermeye çalışırken onlardan da çok şey öğrendim.

Asla unutmadığım bir müşterim ve dahası dostum: Vatikan İstanbul temsilcisi merhum George Marovich. Dinler arası diyalog konusunda tam bir sembol, herkesin doğru olarak kabul ettiği ama yaşamına yansıtmadığı ne kadar insani özellik varsa sinesinde muhafaza eden, kalender bir insandı.

İlk olarak O'nda gördüm, beni utandıracak kadar zarafetle insana bakmayı. Her yıl sonu, "Size acaba bir borcumuz var mı? Borcum var ise kapatayım, yeni yıla borçla girmek istemiyorum." diye lütfeder, şirketimize kadar gelerek muhasebeye danışırdı. Bu memlekette bizlerin bize karşı bu denli bir hassasiyeti olduğuna ben başka bir yerde tanık olmadım.

Evlendiğimde ilk hediyemi yine kendisinden aldım. Hediye deyince, en yakın AVM'den paralar dökülerek alınmış cicili kutular aklınıza geliyor, değil mi? Üzgünüm, ne ben ne de sayın Marovich bu tür fabrikasyon kalıplara, materyallere itibar etmeyen kişilikler olduk. Sayın Marovich'in bizzat kendi elinden çıkan son derece zarif bir zarfın içinde çok kıymetli mektubu ve işlemeli, deri bir Cevşen vardı. Bunca yıldır "sakladığın en kıymetlin ne?" diye sorsanız tereddütsüz onlar derim. Hiçbir yerde satılmayan, hiçbir yerde eşi ve benzeri olmayan, her kalem darbesinde muhatabına verdiği değeri sergileyen emsalsiz bir hediyeydi benim için.
Benden de başkalarına, insanlığı, insanlığın taşıması gereken zarafeti hatırlatacak bir kalıt olarak geçecek bir gün elbette.

Neden mi anlattım bunları?
Yine yılbaşı, bir milad. Farkında olun ya da olmayın çok süratle tekrarlanan bir eşik atlama noktası, yılbaşları. Genelde de hayata bir değer vermek gibi endişe duymayan, alın teri dökülmeden yaşanan ya da özenilen şatafatlı hayatların temsilcilerinin eğlence için fırsat bildiği hatta kimileri için sınır bilmezliğin ayyuka çıktığı anlardan biridir yılbaşı. Bunlara sözüm yok ama be hey insanoğlu, hiç olmazsa oturup beş dakika "ben ne yaptım, nasıl geçti, ne yapacağım?" diye kendine de sor, sözler ver kendine gelecek için, niyet ortaya koy. Bunlar parayla değilki.

Diretilen tüketim toplumu olmanın bir gereği olarak soluğu sükseli mağazalarda almak yerine, oturup bir iki saatini hediye almayı düşündüğün kişi için harca, emek ver. Sevgini hecele kağıt üzerine, imzanı at ki senden dostluk mührü olsun ve hiçbir yerde bulunamayacak emsalsiz, saklanmaya değer bir hatıra kalsın.

SMS fabrikaları yine fazla mesai yapacak. İçinde ruh bulunmayan fabrikasyon mesajlar, ekonomik olsun diye bir SMS boyutu içine şairane bir şekilde yerleştirilecek. Bayramda, kandilde, özel günlerde, yılbaşında... yapıldığı gibi içlerinden en kafiyeli olanı seçilip "bu benim eserim" diye pişkince gönderilecek. Bu koca bir kandırma, hem göndereni hem alan tarafı. İçinde ruh yok, emek yok, özel hiçbir şey yok. Halbuki insan çok özeldir. Kimse sizden şairlik beklemiyor, sıcak sesinizi ve insancıllığınızı umuyor. Bayramlarda hayırlı evlat bir SMS atıyor anne babasına, gereksiz kutlama eylemini savuşturmuş oluyor ve aldığı gibi valizi tatil yörelerine akın ediyor. Herşey dönerseldir, sen nasıl bakarsan gün gelir sana da öyle bakılır.

Bu yılbaşı bunları düşünün diye vaktinden önce yazıyorum, belki birileri bu yılbaşı hayata bakışında devrimsel bir değişime gider, AVM'lerin değil kendisini bekleyenlerin yolunu tutar. İlle de satın alınmış bir hediye değil, elde üretilen ve içine sevgi atılmış bir hatıra bırakır kendinden.

Ve bir de belki, ticari münasebette olduklarını, alacaklılarını dolaşır, "borcum varsa kapatayım" der, takvim 1 Ocak olmadan. İnanması çok güç değil mi, masal gibi... Çıkar için birbirinin ayağını kaydırmaya çalışanların dünyasında George Marovich gibileri de var ve umarım sizlerin de ardından bu denli güzel hislerle söz edenler olur.

Nice mutlu yıllara...

Cem TURAN

10 Aralık 2013 Salı

TÜRKİYE'DE İNTERNET


Bugün, İstanbul Üniversitesi himayelerinde başlayan uluslararası inet-tr Türkiye'de İnternet Konferans'ının ilk gününü geride bıraktık. Sükunet içinde dinledim fakat malum rahatsızlıklarımızın nüksetmiş olduğunu da gördükçe üzüldüm.

Yine rakamlar havada uçuştu. Anlık yükleme miktarları, sms sayıları, sosyal medya diye ifade edilen bilindik sitelerde "paylaşılan" mesaj miktarları ve daha neler neler. Hepsinde dünya geneline göre açık ara önde olduğumuzu, logaritmik eğri çizen müthiş ivmeyi gösterir grafikleri ortama hakim olan şampiyon edasıyla takip ettim. 76 milyonluk Türkiye'de 45 milyonun üzerinde akıllı telefon kullanıcısı olduğunu yine göğüslerimiz kabara kabara ikrar ettik.

Ben kendimi de içine dahil ederek teknik bakışın bir hastalığından bahsetmek istiyorum: Teknik insanlar her şeyin masa başında tasarlandığı gibi olmasını arzu ederler. Tasarladıkları ile gerçekler uyuşmayınca önce bozulurlar, teknotrat üslubu ile cebren uygulanmasını isterler. Ancak ondan da sonuç alamazlarsa yenilgiyi kabul edip, hatta "bu insanlara da iyilik yaramıyor" diye söylenerek kendi tasarımımıza çeki düzen vermenin yolunu tutarız. Bu genellikle, tek yönlü bir perspektiften; teknik açıdan bakma eğilimimizden kaynaklanır. Halbuki yaptığımız her projenin insan boyutunu, sosyal hayata temas yüzeyini mutlaka değerlendirmemiz gerekirki, toplum yararına ve yaşayacak türden çıktılar elde edebilelim.

Alkışlarla kutlanan internet ve teknoloji kullanım "başarı" rakamlarımıza göre biz medeniyet çoktan yakalamış, vızır vızır mesajlaşan, "paylaşan", yazıp çizen bir toplum olduk. Yaşasın modernlik!

Halbuki göz ardı edilen çok önemli bir konu var: İnternetin ve teknolojinin sosyal yaşama etkileri, insanın davranış şekilleri üzerindeki yansımaları: Sözgelimi; "bir kerecikten bir şey olmaz" diye başlanan ve alışkanlığa dönen bu yaşam şeklinin sosyolojik hiç mi olumsuz etkisi yok? Alışkanlıklar ise devam edildiğinde kültürünüz haline gelmez mi? Hemen her gün yeni bir uzvuyla karşımıza çıkan ve hiç bilgiye doymayan sosyal paylaşım dünyasını sürekli beslemek zorunluluğu duymaya başlamak, her gün defalarca girip onu buna bağlamak, şunu beğenmek, takip etmek acaba nasıl bir psişik durumu ortaya çıkarır? Üstelik bugün taşıdığımız ve yanımızdan ayırdığımızda adeta "nefes darlığı" çektiğimiz "akıllı" oyuncaklarla, istem dışı olarak bulunduğumuz yer, alışkanlık ve tercihlerimiz gibi birçok casuscengiz bilgiler hakkımızda toplanıp başka amaçlara hizmet etmek üzere kullanılıyorken.

Paylaşılan mesajların niteliği ise ayrı bir muamma. Paylaşmaktaki amaç eğer birilerini bir konuda bilgilendirmek ise gönderilerin büyük oranda bu tanıma uyduğu konusunda da ciddi şüpheler taşıyorum.

Hepsinden daha önemlisi, "paylaşmak" gibi gerçek sosyal hayatımızda çok değerli olan bir fiili dört köşe akranların içine hapsetmek, gerçek hayatta yapmamız gerekenler yerine ikame edildiği sonucunu da ortaya çıkarmadı mı?

Haydi, şu sorulara birlikte karar verelim:

- Cep telefonunuzu evde bırakıp bir gün geçirmeye kaçımız razı olur?

- Bir hafta internetsiz kalma düşüncesi kaçımızın yüreğine kasvet verir?

- İnternette paylaştıklarımızın yüzde kaçı paylaşmış olmak için paylaşmak olabilir?

- Uçak bileti aldıktan sonra girilen bir internet sayfasında, bilet alınan lokasyondaki otellerin reklamını görmeyi, hakkınızda hince yapılan takibi normal, endişe duymayı gerektirmeyen bir durum olarak görüyor musunuz?

- Çalan cep telefonunuz karşısında doğrudan ya da dolaylı, her an hazırolda bekler vaziyette, ulaşılabilir olma mecburiyeti içinde hissettiğiniz hiç mi olmadı?

- En son ne zaman matbu mektup ya da kart yazıp postaya verdiniz? Bir zarfın veya posta gönderisinin güncel fiyatını biliyor musunuz?

- Uzaklarla bu kadar çok şey paylaşırken, aynı grupları beğenip "kanka" olurken, binanızdaki komşularınıza gerçekten ilgi gösterdiğinizi, tanıdığınızı, merhabalaştığınızı söyleyebilir misiniz?

...

Dünyayı bir kenara bırakıyorum ama Türkiye'de internet mecralarının ve bunların sosyolojik, psikolojik etkilerinin ivedilikle incelenmesi gerektiğine inanıyorum.

Ne dersiniz, ben böyle ipe sapa gelmez düşüncelerle meslektaşlarımın yüzkarası mıyım?

Cem TURAN

26 Kasım 2013 Salı

YENİ NESİL BELEDİYECİLİK

Son yıllarda imar odaklı, mutedil belediyecilik hizmetlerinin yanında belediyelerin sosyal hayatı regüle etmeye, sosyal doku içerisindeki farklılıkları dengeleyerek belirli bir seviyede iyileştirmeye yönelik çalışmaları, zaman zaman israfa varan aşırılıklar gözlemlense de takdire değerdir.

Bir bitkinin alabildiği güneş ve su nispetinde büyüyebileceğinden hareketle; aydınlık, düşünen ve sorgulayan, topluma karşı sorumlu, bilginin peşinde koşan ve bencilliğe düşmeden bildiklerini çevresiyle paylaşan, toplumun yararına sunan genç insanların yetişebilmesi için gerekli çevresel koşulların hazırlanması gerekmektedir ve bu her mahalde belediyelerin asli görevleri arasında olmalıdır.

Bilim Sanayi ve Teknoloji Bakanı sayın Nihat Ergün, sık sık konuşmalarında, bugünün dünyasına yön veren teknoloji markalarının başarılarının bir tesadüf olmadığını, buna uygun ortamların sağlandığını ifade ediyor. 

Gerçekten de yenilikçi, inovatif gelişimler sinerjinin ürediği çok özel ortamlarda yaşam şansı bulur.
Sözgelimi; biyografileri okunduğunda, Bill Gates (Microsoft) ve Steve Jobs (Apple)’un her ikisinde de gördüğüm ortak nokta, birer deha olmamakla birlikte ünlü Silikon Vadisi’ne komşu muhitlerde yetişmiş olmaları. Çevresel faktörlerin ve kişinin algıladığı sinerjinin, ruh dünyası üzerindeki aksinin kişinin yenilikçilik, girişimcilik, bilimsel eğilimlilik gibi pekçok önemli konuda temel belirleyiciler olduğuna, Microsoft, Apple, Facebook, Twitter vb. parlak fikirlerin zemininde bu tür çevresel faktörlerin birer sonucu olduğu açıktır.
Bizim gerçeklerimiz biraz farklı: Şehrin sokak aralarına girildikçe halen çok yoğun olarak görülen, gelişigüzel duraklara, duvarlara yapıştırılmış vasıfsız eleman, hiç kalkmayan overlokçu, reçmeci, son ütücü ilanları ile gözlerini açıp büyüyor genç insanlar. Bu nedenle emek yoğun işler ve ticaret, bilgi ve beyin yoğun işlere tercih ediliyor. Gelen son istatistiksel verilere göre, bunca yıldan sonra Türkiye’nin eğitim süresi ortalaması sadece 6,5 yıl. Bu vahim bir tablo. Daha da vahim olanı; son iki yılda öğrenci kantinlerinde kulak misafiri olarak teyid ettiğim haliyle, okuyanın da neden okuduğu, hangi ideallerini gerçekleştirmek için okuduğu konusunda fikrinin ve bilincinin olgunlaşmadığı gerçeği. Umarım bu tespitimle sizi rencide etmemişimdir, bu sizinle ilgili değil. Bir yaşam şekli olması, daha çocukluktan başlaması gereken süreçle elde ediliyor. Şuursuz öğretimin, bireysel kariyer dışında topluma pozitif bir değer katacağına kani değilim.

Bir örnekle somutlaştırayım: İstanbul’un kimi muhitleri vardırki; tarih, sanat, estetik, kültür kokar, “medeniyet buradaydı” der ve buna tanıklık eden düşünen insanı “ben de birşeyler  yapmalıyım” güdüsüyle hareket etmeye adeta şartlandırır. Ancak şehrin kimi adresleri de vardırki; avare insanların en kıymetli varlıklarını; hayatlarını çürüttükleri kahvehaneleri adım başında önünüze çıkar, barlar, eğlence yerleri adeta “boş ver, hayat hiçbir şeye değmez, gel bizimle meşk eyle” der.

Aile bağlarımızın ne kadar kuvvetli olduğu anlatılarıyla büyüdük okullarda, biz. Ders kitaplarımızda dedeli nineli aile resimleri vardı. Lakin geçen zaman, birer birer çözdü bu ilişkiyi. Dedeli nineli aileler teker teker yok oldu.

Bunun gibi, yıllardır genç neslimizle övünür olduk, Avrupa’ya göre çok gençtik. Son verilere göre yüzde 60’ın üzerinde bir oran 35 yaşın altında. Evet, çok güzel birşey, bu potansiyelin kullanılması durumunda. Ya bu gençler işlenmezse, çağın gerekliliklerine göre yetişmezlerse? Özünülen o genç nüfusun bir gün yaşlı çoğunluk olacağını hatırda tutmak gerekir. Üretmeden, Allah’ın verdiği aklı ve iradeyi bir nebze olsun yenilikçi olmak, insanlara yeni birşeyler sunmak, bir fayda vermek için hiç kullanmadan yaşlanan bir nüfusa bakacak nasıl bir sosyal güvenlik sistemi ayakta tutulabilir?

Sizler de yaşadığınız semt dokusunu dikkatle inceleyin. Gençler ne oranda bilgi yoğun konulara odaklanıyorlar, ne kadarı emek yoğun işlerdeler? Çalışanların yüzde kaçı “şöyle yapsak daha iyi olur” diye irade sergiliyor, kaçı ne dersen onu yapar havada?

Yazımın başında sayın Nihat Ergün’den çevre-başarı ilişkisini vurgulayan bir alıntı yapmıştım. Konunun öneminin farkında bir bakanımız olmasından ötürü ne kadar memnun ve gururlu olduğumu anlatamam. Fakat ya bürokratlar? Sayın bakanın söylemindeki  bu inovatif, gerçek bir lider gibi önden görüş ve tespit, alt kademelere inildikçe giderek sönümleniyor ve uygulama seviyesinde neredeyse yok oluyor, herşey bürokrasiye boğuluyor.

Ne ekersek onu biçeriz: Gençlere ve çocuklara, düşünmeyi keşfedecekleri, yenilikçi yönlerini ortaya koyabilecekleri ortamlar ve rehberler sağlamalıyız. Mahalli seçime giderken, bu uygulamanın “yeni nesil belediyecilik” olarak yeni döneme damgasını vurmasını diliyorum.

Ve ne olur, topluma bir şeyler sunacak ufuk ve vizyonu kendinde göremeyenler toplum adına yönetim konusunda bir kez daha düşünsünler, gençler için, gelecek için.


Cem TURAN

12 Ağustos 2013 Pazartesi

ADALET KAVRAMINA BİLİŞSEL VE SOSYAL BAKIŞ


  Teorik olarak, bilim gerçeği kovalar. Allah’ın eseri üzerindeki gizemleri, takdir edilen idrak kabiliyeti ile sistemli bir şekilde gözlemler ve parçaları biraraya getirmeye çalışır. Tıpkı bir bulmacayı çözmek gibi bir eylemdir bu. Diğer bir ifadeyle; bilim, yaratılmış olan öğeleri farklı kombinasyonlarda bir araya getirerek insana mesaj veren, anlam ifade eden bütünler oluşturma, türetme sanatıdır. Yabancı kaynaklardan kasıtlı veya hatalı tercüme edilen (creative) yaratıcılık vasfı insana atfedilebilecek bir olgu değildir. İnsanoğlu, sadece keşfederek inkişaf etsin, düşünüp tutsun diye Hz. Alim’in, ancak bu konuda ehil ve gayretli insanların ulaşabilmesi maksadıyla kainat resminin içine gizlediği, zaten yaratılmış silsilelerin insan perdesine taşınmış manzumesidir, bilim.

  Bu perspektifle, bilimin penceresinden adalet konusuna birlikte bakalım:
  Yaprakların desenlerini hiç incelediniz mi? Boyutları, şekilleri, renkleri farklı olsa da hemen hepsi aynı ana desene sahiptir. Ana daldan gelip yaprak boyunca uzanan kalın bir damar ve ona belirli açılarla ayrılan daha kılcal yollar. Bu desen, bir canlının her noktasının, kendisine gerekli olan besin ve sıvı ihtiyacının karşılanması için incelikle tasarlanmış, ilahi kudretin takdir ettiği bir dağıtım şebekesinin krokisidir.

  İnsanoğlunun da su, gaz, elektrik gibi dağıtım şebekelerinde taklit ettiği bu mükemmel tasarımda dikkat çeken hiyerarşik bir yapı vardır: Tali damarların herhangi birisi tahrip olduğunda yaprak yaşamaya devam edebilir ancak ana damar akışı kesilecek olursa, yaprak için ölüm kaçınılmazdır.

  Sosyal yaşamımızda da durum pek farklı değildir. Bir toplumu besleyen ve varlığını sürdürmesini sağlayan kültür, sanat, tarih gibi sosyal ve eğitim, sağlık, güvenlik gibi teknik çok çeşitli kanallar bulunur, bunlarla bir toplum yaşar ve kimliğini sağlıklı olarak devam ettirebilir.  Ancak tüm bu ve benzeri kanallar bir ana damara bağlıdır ki, o da adalettir.

  Bir toplumun gereksinim duyduğu her türlü hizmet ve üzerinde kurulu bulunduğu sosyal temellerin hepsinin başına “adil” sıfatı konulduğunda anlamlı ve idealdir: Adil eğitim, adil sağlık gibi. Dolayısı ile; adil olmayan hiçbir şeyin topluma umulan faydayı vermeyeceği açıktır. Bir toplumu besleyen adalet ana damarı kesikse, diğer tüm damarlar zamanla kurur ve toplum yaşayamaz, sağlıklı bir şekilde varlığını sürdüremez duruma gelir.

  Adalet duygusunun tatmin edilmesi, bir toplum için gıda ve hava gibi yaşamsal bir öneme sahiptir. Haksızlığa uğramışlık hissi, zamanla toplumun temel yapısını kemirerek huzursuzluğun artmasına, anarşinin; bireylerin kendi adalet mekanizmalarını geliştirmelerine neden olur. Bugünün toplumlarında gördüğümüz hırsızlıktan rüşvete, şiddetten vergi kaçırmaya kadar pekçok erdem ve ahlak dışı olayların arkasında bu gerçek yatmaktadır. Olayların failleri şüphesiz suçludur ancak bu fiileri üreten, bireye adaletsizlik hissi uyandıracak yaşam koşullarını sunan, bir mikrop gibi bu tür yollara eğilim cesaretinin üremesine neden olacak ortamı hazırlayan, bireyi adaletin içeriği konusunda bilgilendirmeyen de toplumun ta kendisidir. Ancak insanlık, nispeten kolay olanı seçmekte ve sonuç girişimde bulunanı suçlu ilan etmektedir.

  Toplumda adalet mekanizmasını çalıştırmak üzere, kanun dediğimiz metinlere dayandırılmış kurallar bütününe hukuk adını veriyoruz. Ticaretten ülkeler arası ilişkilere, medeni ilişkilerden sanat eserlerinin korunmasına kadar çok geniş bir yelpazede kabul edilerek kullanılmakta olan kanunlar bulunmaktadır. Bu kanunların içeriği ülkelerin kendi özel şartlarına göre farklılıklar gösterse de teorik olarak; insan hak ve özgürlüklerinin korunmasını esas almaları amaçlanır.

  Hiyerarşik bir sıralamayla, konuya özel hukuki kurallar, o ülkenin ana adalet anlayışını ortaya koyan anayasaya dayandırılır. Ülkelerin anayasaları da dünyanın tamamını temsil eden Birleşmiş Milletler düzenlemelerine ve İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ne göre tanzim edilmişlerdir. Ya bir basamak sonrası? İlahi adalet mekanizmasına tabi olmaktır: Allah’ın çeşitli yollarla iletmiş olduğu emir ve yasaklarla ters düşmemesi beklenir, dünya hukukundan.

  Hukuk insanları, bu metinler üzerinden insanlar arasındaki anlaşmazlıkları çözmeye çalışır. Bu çok zor ve sorumluluk yükleyen bir uğraşıdır. Hiçbir tesir altında kalmadan haklıyı, suçluyu ortaya çıkarmalıdır adalet adına karar verme yetkisi bulunanlar.

  Bu o kadar zor bir görevdirki; ancak insanlarca yürütülebilir. Gelecekte, bir robot belki pekçok alanda kullanılacak ama asla hakimlik yapamayacağını bir bilgisayar mühendisi olarak ben hemen söyleyebilirim. Çünkü adalet dağıtmak, insanlar arasında hüküm vermek, sadece metinlere tabi kalınarak yapılabilecek bir iş değil, vicdan, duygu durumu, psikolojik algı gibi pekçok insana özgü parametrenin de kullanıldığı çok karmaşık bir “insani” süreçtir. Bundandırki, adaletin sembolü terazidir. Çok hassas tartılmalı, kefelerine konulanlar çıkarılanlar maharetli, yetkin kişiler tarafından değerlendirilerek toplumda adalet duygusu sağlanmalıdır.

  Adalet konusuna sosyal ve tasavvufi açıdan bakmaya devam edelim:

  Pek çoklarının düşündüğünün aksine; adalet eşitlik demek değildir. Eğer eşitlik olsaydı, o zaman toplumu kaosa götüren bir yol açılmış olurdu. Bizim bilebildiğimiz veya bilemediğimiz çoğu nedenden ötürü kimi zaman adaletsiz gibi gözüken durumlarla karşılaşır, belki isyana düşeriz. Halbuki bize görünen yönüyle adil olmayan durum, kendi içinde çok hassas dengelerle adaleti sağlamış olabilir.

  Kısa ama çok veciz bir hikaye anımsıyorum: Bir çocuk birlikte geldiği parkta, babasına çok istediği yeni bir ayakkabıyı aldırmak için yapmadığını bırakmaz. Babası çocuğun bu durumundan çok bunalmıştır: “Arkadaşımın babası o ayakkabıdan almış sen almıyorsun, bu çok büyük adaletsizlik!...”  Böyle bir münakaşayla oturdukları bankın karşısındaki bir bankta, bir adam tek başına oturmaktadır ve çocuğun babasını aldığı abluka arasında bir an dikkatini çeker. Adamın bir ayağı yoktur. Dolayısıyla tek ayakkabısı vardır. Çocuk neye uğradığını şaşırır, banka oturur, susar, kaşları eğilirek mahsunlaşır. O var olmasına rağmen yeni ayakkabılar peşindeyken, karşısındaki adamın hiç bir zaman bir çift ayakkabısı olmayacaktır. Ya o adam da kendisine bakıp  hayatın adil olmadığını düşünüyor mudur? Girdiği tefekkürden çıkınca, utancından ayaklarını bankın altına doğru çekerek saklamaya çalışır. Gösterilen sahne çocuk için amacına ulaşmıştır.

  Bir kolu eksik, bir kulağı fazla veya engelli olarak isimlendirilen kimseleri bir düşünün. Tüm uzuvları tam bir insana göre adalet mağduru olarak düşünmeleri sizi üzmez mi? Neyseki öyle değil. Allah şaşmaz adaletini herkes üzerinde tam olarak uygular. Kimisini fakirlikle, kimisini engellilikle, kimisini kötü arkadaşlarla veya çok sevdiğinin kaybıyla, hastalıkla kimisini de zenglinlikle sınava soktuğu yerin adıdır, Dünya. Bunlara sabır ile, bizden beklenen olgunlukla göğüs germeliyiz.

  Adalet üzerine söylenmiş çok sayıda atasözümüz vardır. Bunlardan birisi: Allah, dağına göre kar verir. Özetle; merak etme, Allah sana adil davranıyor, taşıyamayacağın bir yükle seni sınamaz, demek isteniyor.

  Kimi zaman, “Hep benim başıma mı geliyor?” diyenleri duyarsınız. Bir isyan halidir. Halbuki, başımıza gelen işlerde neyin iyi neyin kötü olduğunu biz kestiremeyebiliriz. Sözgelimi;  bineceğimiz uçağımıza geç kalıp kaçırdığımızda tam bir isyankara dönüşüp, söylenebiliriz. O an yaşadığımız olay nedeniyle, bize karşı adil olunmadığını düşünürüz muhtemelen, birilerine kızıp dururuz. Oysaki olaydan yarım saat sonra haberlerde, az önce binecekken kaçırdığımız uçağın bir kaza geçirdiğini öğrendiğimiz an birden duygu durumumuzda değişim olur. O isyankar halimiz bir anda sevince, şüküre dönüşür. O anki düşüncemize göre de adaletten memnunuzdur.

  Kısaca adalet her yerde: Ailemizde, kardeşimizle veya arkadaşlarımızla ilişkimizde, hayatımızın her anında içiçe yaşadığımız kutsal bir olgudur. Bundan ötürü hukuğu temsil eden değerler karşısında, mahkemelerde ayağa kalkılır ve azami saygı gösterisinde bulunulur.

  Bir toplumda adalet yoksa hiçbir şey yoktur, adalet varsa diğer sorunlar çözülebilir. Akıldan hiçbir zaman çıkmaması gereken; sizin hakkınızın başladığı yerde diğer fertlerin hakları biter. Dolayısıyla; hak edilmediği halde daha fazla hakkı talep etmek, bunu sağlamak için çeşitli etik olmayan yöntemlere başvurmak, başkalarının hakkını ellerinden almaktır.

  İnsanla diğer canlılar arasında da adaletin sağlanmış olması gerekir. İnsan dünyanın tamamından, içindeki diğer canlıların da haklarının korunmasından sorumludur. Sözgelimi; ev yapmak için başka hayvanların yuvalarının olduğu doğal hayatı tahrip etmek, ses dahi çıkaramayan, itiraz edemeyen bir ağacı dahi kesmek, tüm bunların emanet edildiği insanı büyük bir vebal altında bırakır. Adalet için insan doğaya saygılı olmalıdır.

  Varlıklı ülkeler ve insanlar bir adalet sınavını da fakir ülke ve insanlara muamelerinde gösteriler. Bazı ülke ve kişiler benzer durumlarda çıkarlarından ötürü muhataplarına aynı şekilde davranmayabilirler. Bu adil olunmadığının, çıkarların ön planda tutulduğunun önemli bir göstergesidir ve günümüzün temel hastalıklarındandır.
  Kanunî Sultan Süleyman zamanında Diyanet İşleri Başkanı (Şeyhülislam) Zenbilli Ali Efendi’dir. Kanuni, meyve ağaçlarını karıncaların sarması üzerine, karıncaları öldürmek için meseleyi Zenbilli Ali Efendi’ye güzel bir beyitle sorar ve şöyle der:
“Ağacı sarmış olsa eğer karınca,
Zarar var mı karıncayı kırınca (öldürünce)”
Zenbilli Ali Efendi zarif bir ifade ile sorulan bu sorunun altına şu beyti yazarak cevab vermiştir:
“Yarın huzuruna Hakk’ın varınca
Süleyman’dan alır hakkını karınca.”


  Son söz olarak; adil olunmamasını istediğimiz tek yer vardır: O da bizi yaratan Allah’ın bize olan muamelesi. Ömür boyu tekrar tekrar o kadar çok hatalar yaparızki, biz bile kendimizi mahkum ederiz. Böyle bir durumda Allah’ın lehimize adil olmamasını, bizi merhametle affetmesini umarız ki öyledir; rahmeti, merhameti çok büyüktür.

Cem TURAN

26 Mart 2013 Salı

İNSANİ KESMELER

Kesme (Interruption), mutedil çalışmasını yerine getiren bir sistemin, algısı kapsamında olan dış etkenlerin, amiyane tabir ile, dürtmesi sonucu çalışmasına ara vermesi durumudur. Her alanda var olan, sosyal etkileşimin ve iletişimin üzerine oturduğu temel dinamiklerden birisidir.

Bir kaç örnek...

Bir iş yerinde çalışan departmanın, gün içindeki sıradan çalışmasını, üst düzey bir yönetici beklenmedik bir talimatla bir anda değiştirebilir. Oysa o ana kadar bölüm amirinin yönlendirmesine tabi, kendi halinde çalışan insanlardı. Üst yönetici o departmana "kesme" göndermiştir.

Türkiye'nin herhangi bir yerindeki herhangi bir askeri birlik ya da karakola genel kurmay başkanının ansızın ziyaret edeceği haberi ulaşsa, oluşacak panik halde toz dumandan, gözün gözü göremeyeceğini tahmin etmek, güç değildir. Genel kurmay başkanı, orada işi "kesmiştir".

Cumhurbaşkanının, başbakanın ziyaret edeceği bir ilçeyi düşünün: Belediye yolları asfaltlar, trafik belki kesilir, trevatuvar'lar boyanır... Yerine göre; davullu zurnalı karşılama heyetleri, kurban kesme merasimleri... "Devlet baba" da o beldede işi "kesmeye" uğratmıştır. Yani; o an ondan daha önemlisi olmadığı için herşey, ziyaret sonuna kadar askıya alınmıştır.

Konuşan birinin sözünü "kesme" : Geçerli bir neden yoksa ciddi bir kabalık kabul edilir. Konuşmayı kesen söyleyeceği şeyin o an konuşulan ile mukayese edilemeyecek kadar önemli olduğuna emin olduğunda böyle bir teşebbüsün içine girmelidir.

Bilgisayar terminolojisinde de yoğun olarak kullanırız kesmeyi: Bilgisayarınızı kullanırken bir donanım arızası oluşması, saatin sürekli çalıştırılmak zorunda olunması, bir dosyayı sabit diskinizden yüklemeye çalışırken "bozulmuş disk alanı" nedeniyle hata alma, yazıcıya gönderdiğiniz sayfalarca dökümün ortalarında "kağıt bitti" uyarısı... Bunlar da kendi kulvarında kesmelerdir.

Otomobilinizde benzinin bitmesi, tüm konforuyla hareket eden aracınız için ciddi bir kesmedir. Lastiğin patlaması, gözünüze toz kaçması ciddi sürüş kesmeleridir.

Kısaca "kesme" her yerdedir. Bireysel, sosyolojik, biyolojik, mekanik, dijital dünyada... Çünkü insanın, etkileşimin, hayatın veya iş sürecinin olduğu her yerde zaman zaman bazı önceliklere göre "kesme", "lafı balla keser", araya girer. Bazı olası durumlar ve kişiler, diğerlerine göre önceliklidir. Onlar çağırdıysa herşeyi bırakıp yapmak, bitiminde kalındığı yerden devam etmek gerekir. Bu rütbesel öncelikler silsilesine uyum, süreçlerin ahengi bakımından önemlidir.

Derste hocanın söze girmesi, namazda abdestin kaçması da birer "kesme" üretir, işin akışını değiştirir, kısmi zamanlı bir kesintiye uğratır.

Kötü ve adalete inanmayan, başkalarının hakkına mütecaviz kalarak özünde çürük bir inanca sahip olunduğunun göstergesi, öz güvensizliğin sembolü, belki de civarınızdaki tecrübeleriniz nedeniyle size aşina gelecek olan, ilkel toplumların bir "kesme"si: "hamil-i kart yakınımdır" paraflı kartvizitler gayri ahlaki birer "kesme"dir. Öyleki, kimi zaman hak edenin yerine hak etmeyene imtiyaz verir, kapı ve yol açar, başkasının hakkını gasp aracı olur.

Bir hastanede, acı sirenlerle kapıya yanaşan ambulans bir "kesme" üretir ve işin akışını keserek acil müdahale gerektirir.

Ambulans, itfaiye, polis araçlarındaki flaşörlü sirenler de birer kamusal "kesme" üretir. Her nerede çalınmaya başlarsa, trafiğin normal akışının "kesilmesi", acil bir durumdan ötürü talep ediliyor, demektir. (Ah bir de, gereksiz yere kullanmasalar..)

Deprem, yangın ve her türlü doğal afet de birer "kesme" şüphesiz; karşılaşılması durumunda mutlak önceliği alırlar.

Ve bir insanın dünyadaki yaşamı boyunca alacağı en büyük kesme: Ölüm...

Yapılacak onca iş, planlar, projeler, geleceğe dair hayaller, kariyer, şan, şöhret, para, anlaşmalar... Beynin her hücresini meşgul eden ne kadar faaliyet var ise hepsinin, "ansızın" gelen ve hiçbir zaman "beklenmeyen", bir trafik kazası gibi bir anda gelişen ölüm karşısında tam anlamıyla "kesme"ye uğradığını, hatta diğerlerinden farklı olarak "anlamsızlaştığını" görmek gerekir.

Uğrunda bitap düşercesine koşturulan herşey bir anda durur, şapka düşer ve gerçek görünür, aslında çoğu kez bir zerre kadar değeri olmayanlar için oyun biter, ışıklar söner, sahne perdeleri kapanır.

Empati yapmalı; tam o noktayı yaşayan insanla ama tam o nokta: Bir an öncesi "kesilmemiş" akan hayatın içinde, peşinde koştukları ve bir an sonrası, dünyayı terk ediş... Ve ortasında son nefes: Ve cesurca sorun kendinize, o an fazladan bir nefes için vermeyeceğiniz şey olur mu? Bir tek nefes için, şu anda sağlıklı bir şekilde hesapsızca alıp verdiğiniz, bu işi yaparken hiç düşünmediğiniz o hayat emaresi, nefes...

Bu kesme tasvirim önemsiz geldiyse, tam sürat devam edin, kendi elinizle "kesmeyin" hayatı yer yer, durup düşünmek için. Nasıl olsa o son kesme bir gün çalacak kapınızı ve diğer örneklerim gibi geçici değil, kalıcı ve son bir "ara veriş" olacak sizin için.

Bunca yazıyı başka bir amaç için yazmıştım ama ölüme de dokunması güzel oldu sanırım. İnsanların birbirine ölümü hatırlatması; o son, en büyük, geri dönüşsüz, mutlak "kesme" öncesi "anlamlı işler ve izler" üretmesi konusunda muhataplarını motive edici olması kadar, ne güzel olabilir?

Oysa yazıma başlarken meramım şu idi: Ramazan'ı uğurladığımız şu günlerde farkına vardımki, benden beklenen türde yazılarıma ara vermişim bu ay. Hem Ramazan ayından hem de neredeyse Ramazan müddetince, gördüğüm öldürülmüş çocuklar, dram manzaralardan dolayı yazılarım "kesmeye" uğramış meğer, özellikle Filistin'deki dram üzerine odaklanmış ve teknik konuları es geçmişim, farkına yeni vardım.

Bu insani bir "kesme", böyle değerlendirilip mazur görülmeyi dilerim. Ramazan her açıdan duygusallığın yoğun yaşandığı bir süreç. Zaten eğer bu ay yapılan işler duygusallık getirmiyorsa, bir şeyler ters gidiyor demek değil midir, Ramazan'da.

Hayatımız bir kumaş misali: Kesip biçip, anlamlı bir elbise çıkarmaya çalışmak ve miras olarak bırakmak gerek, son "kesme" vakti insanlığa. Kimse elbisenin büyüklüğüne, küçüklüğüne, rengine, desenine, modeline söylenemez çünkü hepsi emek eseridir ve bir ömre bedeldir. Lakin bütün bir yaşam boyunca elbise dikmek diye bir derdi edinmeyerek hem bencilce sadece kendini örtmekle meşgul olup hem de tembelliği yoldaş edinip işte o, son ölüm "kesme"sine gelindiğinde, elde paçavra olmuş, halen ham bir kumaş ile kalakalmak ne hazin, utanılası, ayıplanısı bir sondur, "Oku!" denen ve kendinden gelişmesi, geliştirmesi beklenen insan için.

Ramazan "kesme"sinin sonuna geldiğimiz bu günlerde, şimdiden iyi bayramlar.

18 Mart 2013 Pazartesi

ÖZGÜN OLMAK


İnsan öyle müthiş özelliklerle donanmış bir varlıkki, günümüzde neredeyse makinalar ya da bilgisayarlar tarafından yapılabilen motomod, tekdüze işlerin içerisine kendini sıkıştırması ve o sınırların dışına çıkmak için bir arayış içerisinde olmaması, kendisine yapabileceği en büyük haksızlık.

Sözgelimi; bir program yazmak... Günümüz yeni nesil yazılımları neredeyse kendi kodunu kendi üretebiliyor: Trend program yazan programlara doğru gidiyor. O halde insan, makinalaşmanın dışında bir yerlerde kendini konumlandırabilmeli. Dümdüz ekranlar, sadece fonksiyonelliğe odaklanarak vasat iş üretmek yerine, programı yazan kendinden bir şeyler katabilmeli, bir özgünlük vahası kurabilmeli ürününde. Her yaptığı işte kendi sınırlarını biraz daha aşabilmenin yollarını aramalı. Yazılım, bundandırki teknik boyutunun yanında bir sanattır ve bu yüzden Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'nca koruma altındadır. O halde, yazılımı üreten de bir boyutuyla sanatçı olduğunun farkında olmalıdır.

Sanatçılık nedir? Ürünü kendisine özgü olma halidir, tüm dünyada biricik olmasıdır. Tıpkı bir Picasso yapıtı gibi. Aynı konuda birden fazla kişi aynı programı üretebilir ama diğerlerinden bir şekilde kendini ayrıştırabilen, düşünülmemiş bir yeniliği içerisinde barındıranı bir sanat eseridir ve asıl değerli olan da budur.

Birbirini tarz olarak, bir kısır döngü içerisinde kopya eden, tekrarlayan ürünleri ortaya çıkarmak için gösterilen eforun yanında ufacık detaylardan fark oluşturmak için gereken küçük zahmetleri göze almak, işin sadece teknik tarafına odaklı kişiler tarafından gereksiz, angarya bir iş olarak görülse de şüphesiz; fark o detaylarda gizlidir.

İş yaşamında, okulda yaptığımız projeler, ödevlerin herbiri müşteriyi ya da notu kapmak, dersi geçmek için değil kendimizi bir beden daha büyütebilmek için önemli fırsatlardır ve bu gayreti fazlasıyla hak ederler.

Tabiki bence...

Özgün olmak önemlidir. Milyarlarca insanın herbiri eşsiz, emsalsiz, biricik, özgün, kendine münhasır yaratılmışken "bundan başkası da olmaz" demek ne de kolaycı bir yaklaşım olur. Halbuki özgünlük, insanın yaşadığını hissetme tatmininin ta kendisidir.

Cem TURAN

30 Ocak 2013 Çarşamba

TİYATRO SENARYO: "NASIL BOZDUM AMA"

Yazan: Cem TURAN

Sahne: Sahne, diklemesine kesen iki paravanla üç bölüme ayrılmıştır. Soldan başlayarak ilk bölüm misafirler için bir kanepeyi de içeren bir salon, ikinci bölüm çalışma odası şeklinde, üçüncü bölüm ise bol bilgisayarlı, teknolojik bir ofis şeklinde dekore edilmiştir. Evin salon ve çalışma odası kıımlarını ayıran paravan fiziken olmayabilir ve uygun bir dekorasyonla hayali bir duvar varmış gibi seyirciye hissettirilebilir. Bu iki odanın ayrık ortamlar olduğu hissinin verilmesi, odalardan birinde gerçekleşen bir konuşmayı diğer odadakinin duymadığı hissini seyirciye vermektir.

...

İkinci paravan bilgisayar ekranını temsil etmektedir.  Bu nedenle bir çalışma odası olan ortadaki alanda bir çalışma masası ve üçüncü bölümdeki bir başka masa ikinci paravanın soluna ve sağına sırtsırta yanaştırılmıştır. Monitörün ön tarafında (ikinci paravanın solu, orta bölme) bilgisayar kullanıcısının, monitörün arkasında (ikinci paravanın sağı, üçüncü bölme) bilgisayar medyası, yazılı üreten ya da bunları çeşitli amaçlarla kullanan insanların çalışma alanlarını sembolize eder.  Sırtsırta bu iki masaya oturan insanlar, birbirleriyle iletişim halinde oldukları kabul edilir.

...

Olayın geçtiği zaman: Güncel dönem.

Karakterler:

Baba:  Dindar ve orta halli bir aile reisi, nasihati seven, hiçbir şeyi  tesadüfe bırakmayan, oğlunu oldukça katı bir markajla yetiştirmiş, kuralcı ve hata affetmez bir kişiliktir. Bir üniversite hocası, profesördür.  Başarıyı iyi bir kariyer, sınavlarda birincilik olarak görür.

Anne: Babanın gölgesinde ve ona paralel şekilde çocuk üzerinde titizlenen bir kadın doğum doktorudur. Doğurgan bir ülkede görev yapıyor olmasından dolayı sık sık doğuma çağrılır ya da telefonla aranır.

Bilgisayar mühendisi: İki kişidir. Oldukça mekanik gözle hayata bakan, biraz haşarı, masa başında tasarladıklarını, sosyal boyutunu düşünmeden gerçekleştirmekten haz alan, antisosyal kişilikler. İstene yazılımı üretebileriler ama sözlü olarak insanlarla iletişimi zayıftır.

...

(Metnin tamamı için iletişime geçebilirsiniz.)