29 Ağustos 2015 Cumartesi

TAZİYE VE EDEBİYAT, SANAT ÜZERİNE

Türk Edebiyatı Vakfı başkanı, edebiyatı yaşayan, kurumsallaştıran ve kalkındırmaya çalışan yazarlardan sayın Servet Kabaklı'nın vefat haberini almanın üzüntüsü içindeyim. Allah rahmet eylesin, gönlünün ürettiği ona yoldaş olsun, carisinden faydalansın.


Bir sanatkarın ölümü bile öğreticidir, çağrıştırdıklarıyla insana. Hep insanları ikiye ayırırım ya; değerliler ve önemliler diye. İşte budur, değerlinin önemliye açık bir farkı. Bu yüzden edebiyat üzerine derme çatma da olsa birkaç söz etmem, umarım mazur görülür:

Dünyanın en ağır işi olmalı; sanat-ı lisan ile dünyaya perçin olmak. Ona da şüphesiz güzel yürek gerek. Yüreği güzelliğe kapalı olan sanatı kaldıramaz zaten; ya ortasından bir yerden koparıp ucubeye döndürür ya da uzanamadığı ciğer misali kapasitesini yetiremediğini aşağılar ve kendini onu da anlayacak seviyede zenginleştirmektense, beyin nöronlarını yoracak her söze "edebiyat yapmak" gibi münasebetsiz yakıştırma yapar; insanın insansılığının tornası olan edebiyatı fuzuli bir iş olarak görür. Böyle diyenin, hiç kusura bakmasın, cismaniyetindedir fuzululik; boş yere şu güzelim dünyanın oksijenini tüketenlerdendir.

Söz, iletişimin en temel mesaj taşıyıcılarındandır, ulaktır: Bir anlam yükler heybesine, yola düşer ve karşıya vardığında çıkarıp sunar onu alıcısına. Bu iştir gönülleri gönüllere kaynatan, dostluğu ve paylaşımı artırıp ortak yaşam azmini çoğaltan. Bu işin defolusudur; gönlü gönülden koparan, ayrılık rüzgarlarında bencilliği hortlatan.

Uzun lafın kısası; dil, insanın elindeki en güçlü ve riskli silahtır. Kah çölde vahalar kurar kah dünyada cehennem yaşatır. Bakın etrafınıza, bir bir örnekler toplayın bu iki kutuplu tanımıma. Zorlanmayacağınıza adım gibi eminim.

İki yakayı bir araya getirmekse amaç; yapıştırın gitsin demek de bir çözüm. Eline iğne iplik alıp özenle, desenle, insanın rakımının yükseldiği yerde oluşan zarafetle dikmek, dikmekten öte oyalı nakşetmek de. 

Fonksiyonlar mekanik iş döngülerini kurgulamak için yeterli olabilir; işini görüyorsa tamamdır. Oysa yaşamdan bahsediyorsak, insan ruhunun dilini öğrenmek gerekir. Onun kriptosuyla yazmak ve hitaben okumak gerekir. İşte bu işin ehline sanatkar, yaptığına da sanat denir. 

Tozlu yolların, avamın dışından bir yoldan gittiği için yalnızlığın, yap boz parçalarından yeni bir şey yapmaya çalışan çocuğunkiyle özdeş iç fırtınaların, kaygıların, üretmenin doğasındaki belirsizlikle mücadelenin, ilhamla randevulaşmanın, pusuya yatmış aslan gibi hayata siperden bakışlılığın, burada benim tarifleyemeyeceğim ve herkesin de bir lokmada anlayamayacağı, anlayamayacağı için de hakir görebileceği bin türlü halin izdüşümüdür sanat. 

Magazin programlarında gördüğünüz kukumaların geçmediği, bilmediği diyarlardır oraları. Ele mikrofon alıp çığrışanların, hatta bu değersiz eylemleri nedeniyle genç ruhları zehirleyenlerin, her hücremizin çekirdeğinde dahi vuku bulan ve yaşamın özü olan iç ritmi bozacak türde kirlilik üretip kendilerine "sanatçı" demelerine bu yüzden razı değilim. Değiller ve zararlılar toplum için.

Edebiyat insanlığın ahvalini insanlığa arz ettiği, mağara resimlerinden ve Orhun kitabelerinden bu günlere taşınmış ve taşınacak, kalıcı bir külliyatın, kaptanın seyir defterinin, nesillerin tuttuğu abidevi günlüğün adıdır.

Okumakla başlar herşey. İnsanda asgari olması istenen ve beklenen "standart" özelliktir okuyabilmek. Bu dahi yanlış anlaşılır: Yazıyı yüzünden okumakla yaşamı derinden okumak bir tutulur, çoğu zaman. Yazmak ise "opsiyonel", "full pakette" yer alan bir özelliktir insan için. Araba tarif eder gibi oldu ama olsun; bilerek böyle söyledim: Fark bedeli vardır ve ağırdır. Dolma iştiyakının boşalmaya, aktarmaya, paylaşmaya temayülüdür. İnsanın bilgiyle temasının en üst mertebelerinden birisidir, yazmak.

Bana yıllardır, ne güzel yazdığımı ya da konuştuğumu söyler durur insanlar. Aslında öyle değil, ama onların kendilerini konumlandırdıkları seviyeden öyle görülüyor. Hatta benden kendi düşüncelerini yazıya dökmemi bekler, "şöyle de birşeyler yazsanız" diye azmettirmeye çalışırlar. Ben de onlara kendilerinin de yapabileceğini söylediğimde yüz hallerini görmelisiniz. Onlar kim yazmak kim diye bakarlar kendilerine: Daha baştan tüm kapıyı kapatırlar potansiyellerine, görmezden gelerek kendilerine bahşedilmiş meziyetleri.

Yazarak, çizerek, söyleyerek sanatı keşfedin. Hem alanı hem üreteni olmaya çalışın, ruhunuzu bundan mahrum etmeyin. Lokomotif pistonuna bağlanmış gibi her an daha da frekansı yükselen madde yüklü hayatın içinde, zamanın hızını yeniden yaşanabilir seviyeye düşüren, hazmederek beyninizin ve kalbinizin beslenmesine olanak tanıyan bir boyuta yer açın.

Böylesi bir şey, insana yaraşır gelişmek: Değerlerini ve insanlığını muhafaza ederek büyümek. Bakmayın siz, kınamaktan yorgun düştüğüm birbirinin gözünü çıkara çıkara "daha hızlı, daha pratik, daha kestirme, daha karlı, daha maliyetsiz, daha saldırgan, daha bencil" kişisel gelişim yalanlarını Henri'nin kitabından tercüme edip size satanlara.

Değildir; sanattan bihaberlerin dediği gibi sanat sanat için. Sanat da bilim de düpedüz toplum için, insan için, insanın kendini bilip kendinde kalması için.

Ne çok şey yazdırdın, Servet usta. Ruhun şad olsun.

Cem TURAN

26 Ağustos 2015 Çarşamba

MİĞFERSİZ YAPILACAK ARTIK SAVAŞLAR: RÜYALARA REKLAMA HAZIR OLUN

Özel bir tıp fakültesi hastane kompleksine yerleştirilmiş reklam panosundan aldım aşağıdaki resmi. Ne kadar da masum, içten, "gel bana abone ol" diyor, değil mi?


* Reklamda bahsi geçen markayı tenzih ederim, sadece reklamın bende çağrıştırdıkları için kullanma ihtiyacı duydum.

Kapıdan kovsanız bacadan girecek kadar ısrarla, pazarlama askerleri öyle kılıklara bürünürler ki; kah iyi ile kötü polis ikilisi ile karşınıza çıkarlar, oysa ikisi de onlardır kah iyilik ve kötülük meleği olarak. Bir yandan silah satarken arka kapıdan dolanıp tıbbi malzeme satan da onlar. Bir yandan sigara ve içki satarken diğer yandan ilaç satanlar da.

Hiçbir şeyden emin olamayacağımız bir dünya yaşıyoruz. Hangi taşın altını kaldırsanız yine onlar; bir şeyler pazarlamada: Yandım deseniz su, öldüm deseniz din satıyorlar. 

Şuraya yazıyorum: Nöroenformatik çalışmalar biraz daha ilerlesin; insanların rüyalarına da reklam verecekler tıpkı dizilerin içine serpiştirdikleri gibi. Böylece hepten pazarlama için insanları programlamanın kapılarını açmış olacaklar, zaten yapmakta oldukları gibi. İşte o zaman her sabah daha fazla tüketme iştahıyla uyanacak insanlar, iradeleri çoktan silinmiş vaziyette. Uykularında kendilerine söylendiği gibi davranan, kurulmuş zemberekli bir oyuncak gibi. Altın dişli göbekliler, bu çalışmalara çoktan para yatırdılar bile ve sonuca yaklaşılıyor.

Öyle tehlikeli bir teşebbüs ki insanın bilincini kodlamak; değil sadece tükettirmek, bir ülkenin bütün halkını güle oynaya ve kendi rızalarıyla ülkelerini savaşsız verebilir noktaya bile getirebilir. Bu yönüyle emsalsiz bir kitle silahıdır, bilişsel enformatik. Son yıllarda bize de yapılan bazı işler, bunların küçük pratikleri sadece. Dönüp bakarsanız, Arap baharı denen olaylarda da benzer işlerin izlerini görürsünüz.

İnsan madde için var olamaz. Madde insana ihtiyaç görmek için amade. Daha fazla tüketen asıl tükenen olacak, bu kaçınılmaz. Milletinin bilincini koruyacak tedbirleri almayan ve karşı ataklar için teknik ve teknoloji üretmeyen ülkeler de bir bakacaklar; bir kaşık suda alabora olmuşlar.

Dikkat, bir hayli daha fazla dikkat gerek. Yeni dünya düzeninin
dezenformatik kodlanmış mermileri bildiğiniz gibi değil; gözle görülmez. Daha da vahimi; dost gösteren ekran koruyucusu ardında ne tilkiler bomba koyar.

Hızla miğfersiz, tüfeksiz savaşlara doğru gidiyor dünya. Hiç bitmeyen savaşların cephelerinden biri de pazarlama.

Cem TURAN

23 Ağustos 2015 Pazar

NE DEĞİL NEREYE SORUSUNA YANIT ARAMALI, GELİŞMEK İÇİN

Mevlana Celaleddin Rumi Hazretleri'nin şu sözü çok dikkat çekici:

"Kişinin değeri, aradığı şeyin değeri kadardır."

Bu önemli söz, aynı zamanda gerçek bir gelişim stratejisinin çatısını belirler. Etrafınızda toz duman içinde, bir şey olmaya çalışan insanlar görürsünüz. Bir ömre kıyasla; kısa vadeli planlar yapılır ve bunun adına kariyer planlaması adı verilir. Malum, yabancı kişisel gelişim kitaplarından devşirme akıl hocaları da tam gazı vererek, "bugüne odaklan, gerisini boşver" felsefesini artık genç zihinlerin yegane miti haline getirdiler, ellerine sağlık.


Oysa ne olunduğundan çok, büyük resimde görülen hayat yolculuğundaki fonksiyonu önemlidir bir kariyer planının. Üzerinde sadece bir kez yürünebilecek yolun nereye vardırılmaya çalışıldığıdır, asıl sorgulanması gereken. Bu söylediğimde anlaşılmayan bir şey olmamalı: Yani etrafına gülücükler dağıtarak, gaz pedalına sonuna kadar başmış bir araç sürücüsü olmayı amaçlamanın anlamlı hiçbir tarafı yoktur. Mister ve Misiz kişisel gelişimcilere baktığınızda; bas basabildiğin kadar, yoldakileri ez ezebildiğin kadar ta ki en başa sen geçene kadar... 

Komik! Yahu kardeş, yolculuk nereye diye birinin durup kendisine ve diğerlerine sorması gerekmez mi? O binilen son model arabanın deposu mutlaka boşalacak ve yolun bir kesiminde tık diye duracak. Kötü haber: Yolda benzin istasyonu falan yok. Başta "full" bir depo ile başlar herkes ama değişik yol koşulları ve sürüş teknikleri nedeniyle bir depo yakıtla ne kadar yol alınabileceği meçhuldür. Tahmin etseniz de tahminleri boşa çıkaran yolda kalmalar da çok olur. Malum, ölüm sırayla değil

Şartlar bu iken, ister bir adanın etrafında dönüp durarak ister oraya buraya girip çıkıp avarece turlayarak bu yakıtı tüketin ama mutlaka bitecek işte; bunu görmeli. Pek çoğumuz "hı hı" deyip bu gerçekliği anlamış gibi gözüksek de yine de rotamızı çizerken yolun bütünselliğini, yolculuğun finalini pek düşünmeyiz.


Umursamazgiller için yapılacak çok fazla bir şey yok ama diğerleri için bu yolculuğun sonunda "baki kalan bu kubbede hoş bir seda bırakabilmek" iyi bir hedef olsa gerek, ne dersiniz?

Şimdi bir yol çizin kağıda. Şu an neredesiniz ve bu yol nereye varacak; üzerinde biraz düşünün dilerseniz; üzerine öngördüğünüz duraklar işaretleyin. Hadi gelin; aletlere tapınmak yerine o aletleri kullanarak insanlığa faydalı nasıl özgün resim çizerek altına imzamızı atarız buna yoğunlaşalım. 

Materyalist dünyanın rakibinin gözünü oyduran doktirinlerin sizi büyük resimde bozuk bir para gibi harcayıp, hiçbir yere vardırmadan, benzininiz tükenmiş halde ortada bırakacağını unutmayın. Sizin deponuz bitmek üzereyken emekli ettikten sonra yeni kariyer rüyası gören hırs küpleriyle tazelenecek piyasa ve böylece sürecek döngü.

Gerçekten de su testisi su yolunda kırılır; neyi arıyorsanız sizin değerinizi belirleyen de odur. Yolun sonunda geriye dönüp baktığınızda "evet, işte bu bir ömre bedel" diyebilecekleriniz var ise; işte gerçek başarı budur.

Cem TURAN

22 Ağustos 2015 Cumartesi

ŞİİR: MEDENİ DÜNYA

İnsanım, diyen herkes toplamalı aklı başa;
Daha medeni dünya için çalışmalı, yarınlara.
Belki daha az modern, daha az teknolojik
Belki de daha az şatafatlı; diyet bir menü gibi
Ama daha adil, daha insani bir yer olmalı dünya.

Cem TURAN

İŞTE BENİM ÖZETİM

Yakam kırmızı kurdele asıp, okuma ve yazmayı öğrenmemle başladı yazı serüvenim. Aradan geçen 30 yılı aşkın süredir de kesintisiz devam ediyorum. Yazmayı öğrendiğim yılları hatırlıyorum: Dünyanın gelmiş geçmiş bütün olaylarını boncukların dizildiği ip gibi; kitaplar karıştırarak öğrenip tarih sırasına göre bir defterde tutmaya çalışıyordum.

Bunun kronoloji olduğunu nice zaman sonra öğrendim ve hiçbir zaman tüm olayları yazıp da bir gün "tamam, bitti; hepsi bu kadar!" diyemeyeceğimin. Ve bir de tarihi de çok sevdiğimin; geleceğin izlerini geçmişte aramanın benim için ne denli önemli olduğunun da ilk kez o zamanlar farkına vardım.

Lise çağlarında bir mesleki eğilim ve yetenek testine girdim. Ben oldum olası aşık olduğum bilgisayar bilimleri ile ilgili bana şevk verecek, "sizden iyi mühendis çıkar" falan gibi içimin yağlarını eriten bir sonuç beklerken elime ulaşan mektupla şaşırdım. Kağıtta tek bir cümle yazıyordu: "Sizden iyi bir tarih profesörü olur, devam edin."

Açık denizde köpek balığı görmüş gibi, bu öngörmediğim akıbetten can havliyle uzaklaşıp, oldukça zorlu ve sıradışı geçen yıllar sonunda nihayet bilgisayar mühendisi olabildim.

Ama korkarım, bilimi çok sevdim. Bilgisayarı da insan beyninin işlevsel bir modeli olarak gördüm. Bu beni psikoloji, felsefe, nöroloji başta olmak üzere tıp, ilahiyat, sosyoloji gibi pek çok alt bilime de itti ve aşina kıldı. Ve hepsinden kötüsü tarihi de halen seviyorum ve özellikle bilim tarihini. Geçmişin zorlukları içinden çıkan başarı hikayelerini bugünün genç insanlarına anlatarak şevk vermeye, inovasyon üretmek konusunda özgüven kazandırmaya çalışıyorum elimden geldiğince.

Tüm bu yaptıklarımla, İbn-i Sina'nın şu sözünü tersine çevirmeye, gideni geri çağırmaya çalışıyorum: "İlim ve sanat, takdir görmediği toprakları terk eder."

Bu nedenle yazıyorum oraya buraya, seminerler veriyorum. Bunlar için, işimden artakalan önemli bir mesai ve güç harcıyorum. Yazılarımı genellikle tüm şehir uykudayken yazıyorum. "Düş yat, keyfine bak; memleketi sen mi kurtaracan?" diyenlere cevabım olsun ki;  bunu bugünün koşullarında bir ulvi görev, bir misyon, kimi şekilcilerin uluorta her yerde kullandıkları ifadeyle; gericiliğe ve tembelliğe, yaradılışa aykırılığa karşı bir cihad olarak görüyorum.

İnsan çok özel bir canlı ve ürettikleri de öyle. Günümüzde özgürlük kavramının bilimsel ve teknolojik üretkenlikle ifade edilebileceğine inanıyorum. Bu nedenle de davet edildiğim her yerde ya da yazdığım her satırda insanları sormaya, soruşturmaya, tembelliği bırakıp farkındalığa doğru yol almaya teşvik etmeye çalışıyorum.

Bilim insanı olmak bir memuriyet sıfatı değildir, inancıma göre. Gerçek bilim sokakta ve sokağa çıkmalı bundan ötürü. Ve insanı şekillendiren temel güç çevre; epigenetik. Bu nedenle bugünün ve yarının insanlarının mahalli yaşam şekillerini, çevrelerindeki koşulları, hayata bakışlarını bilimi özümseyebilecekleri bir sinerji üretecine dönüştürmek gerekiyor. Tüketen bir toplumdan üreten bir toplum olma fazına terfi etmek gerekiyor. Herşeyden önce her insanın dünyaya geliş nedenine kendince makul bir yanıtı, arayıp bulması gerekiyor... Aksi halde insanı diğer canlılardan ayıran, ne özelliği kalır? Bilim arayıp bulma sanatıdır, bana göre ve her yerdedir, bir yaşam şeklidir. Mesai bittiğinde çıkarılıp askıya asılacak bir elbise değildir.

Öğretimle eğitimin bambaşka eylemler olduğuna inanıyorum. Eğitimsiz bir öğretinin anlam ifade etmeyeceğini bilakis; insanlık için tehlikeli sonuçlar doğurabileceğini düşünüyorum. Etik ve ahlak kurallarını önemsiyorum. Gerçek bilimsel yaşam için eğitimin kaçınılmaz olduğuna inanıyorum...

İşte bunlardır; karşınızdaki beni ben yapan temel dinamikler. Bu yolda geldim bunca yıl ve yine aynı yolda devam etmek azmindeyim. Dilerimki bir gün bu yol üzere de can emanetimi vereceğim. 

Bu uğurdaki her aktivitenizde ve çalışmanızda, yeni dönemde de ben ve Türkiye koşullarında Don Kişot'luktan farksız olan bu inancıma ortak arkadaşlarımla aranızda olmak, gücüm nispetinde güç vermek ve sizlerden moral güç almak en büyük dileğimdir.

Cem TURAN

DÜNYANIN LİMİTİNİ ALMAK

Şüphem yok; farklı dünyaların insanı olmak lakırdısı, boş bir aldatmaca. Aslında tek bir dünya var ve o dünyayı farklı gösteren algılayışlar; dünyayı okuma hataları.

Gerçeği aramak yerine miskinliği ele alıp, bu algı hatasını düzelterek diğer insanlarla normalde, olması gerekende buluşma gayretini göstermemenin adı olsa gerek, farklı dünyalardanız sakızı. 

Hatta kimileri üzerine Afyon kaymağı kabili şu klişeyi de döküp servis ederler, yaygınca: "... ve sen daha iyilerine layıksın (!)" :)

Böyle söyleyen, eğer bu düşüncesinde samimiyse söylenecek tek söz kalıyor muhatabına:

"Evet haklısın, böylesi bir tembellikten ve aymazlıktan daha iyisini hak ediyorum."

Hayat, matematiksel limit gibidir: Dünyanın gerçekliğine sağdan ve soldan yaklaşma çabasıdır. 

Çaba yoksa ne bulmayı umar insan?

Cem TURAN

ŞİİR: DEĞERSİZİ SAKLAMAZ DÜNYA

Bir göz açıp kapatıncaya,
Kadar gelip geçer dünya.
Sen daha önsözündeyken
Finali yapan kitap; dünya.

Döne döne yürür dünya
Var mı dönmeyen aranızda?
Toprak her şeyi örter ama
Değersizi saklamaz dünya.

Cem TURAN

SİİR: TÜRKÜYLE EŞEK ARAYANLAR

Pervane oldu gönül; kapım çalan her derde maruz ile
Meğer kaybetsem aranırmış eşeğim, sade bir türkü ile.

Cem TURAN

ŞİİR: TEK YÜZ, İKİ CÜZ

Açtım kitabı, okudum ortasından Hu Hu
Yetmedi üfürdüm yüzüne, belki tutar diye bu.

Emme basma tulumba gibi sallandı başlar,
Ben de sandım, hah işte tamam; hepsi anlaşıldılar.

Bıraktım oluruna; tutan mayayı görmeye,
Yahu ne tutması; surat sanki kösele.

Hani tutacaktın; doğru sence de oydu
Meğer bildim dediğin; düpedüz oyundu.

Boşuna demezler ki insanoğlu bunda mahirdir;
Tutmadığı söze hayran lakin okuduğu bildiğidir.

Cem TURAN

ŞİİR: DO RE MEEE

Hayatın da bir şarkıdan ne farkı var, Allah aşkına?
Doğru notadan girmeyince, devamı da bozuk geliyor.

Sosyal bir metronoma ihtiyaç var böyle durumlarda
O da kendi bacağından asılmaya aşina koyunlarda bulunmuyor.

Cem TURAN

ŞİİR: YA SÖZ TUT YA SİLECEĞİM

Herkes kökünü kazımak derdinde, önüne çıkan her illetin
Doktorlar ne meraklısı; uru alıp neşterle biçmenin

Eline silah alan, gözünü kan bürümüş; avda
Yahu dön bak; Mevla can bürümüş, kan tende.

Kanser şifa bulur mu onu bunu çıkarıp kesip biçmeyle
Bağışıklığı güçlü kıl, bir daha kusamaz irin; ne bir cüretle.

Gelmedi bir tek kul, dünyaya can almak için
Doktorun ehlinin de bıçağı son koz, şifa için

Demekki bir terslik var; boş kalmış hane-i gönüller
O yüzden doldurmuş onu kinle, insanlıktan nasipsizler

Kul bir masumda yaşamı ne zaman ki bitirir,
Denirki dünya ölür; Ya Rab her gün böyledir.

O halde kovmak gerek cehaleti akıldan
Süpüren ışık gerek; karanlığı kalplerden

Şoförlük gaza basmak değil ki hafife alma,
Liderlik de yatıp düşmek değil; daimi silahla

Zembilli'den yadigâr; hesabını sorar bile karınca
O halde eşref diye övülenin kim boğulur kanına.

Yunus dedi, nice yıl geçti: İlim, bilmektir önce kendini
Sen halen haddin bilmezsen, al başına çal bilimini.

Dağları mesken, çölleri yurt tutan akbabaya diyeceğim
Ya sözümü tut ya ben seni ellerimle sileceğim.

Cem TURAN

ŞİİR: BELKİ BEN GELİRİM SANA

Taraftarkirliğini, fanatikliğini, önyargını
Bırak da gel kapıda, ne derse alkışladığını

Hem sana tavşan kanı çay ikram ederim
Yanında kurabiye eşliğinde dostluk veririm.

Taassup olmaz bizim burada, bildiğimi söylerim
Söz hakkı sana da geçer; can kulağıyla dinlerim.

Babamcı bile olmadım, değil bilmem kimci
Haz etmem ondan; ödünç akılla, ortada gezineni.

Yüreğini aç ve kendi düşünceni tak gel koluna
Ya inandırırım seni ya ceketimi alır, ben gelirim sana.

Cem TURAN

ŞİİR: EMANET AKIL

Başkalarından süslü sözler toplayıp
Kendinin niyeliğini unutan var ya

Kendi almamış gibi eline geçeni çöpe atıp
İbret -i alem için bir çöp çatmamış var ya

Emanet akılla yüreğine mühür vurup
Okuyup da bilene dil uzatan var ya

Kendi gibi şuursuz bir hayat umup
Ona hazır bekler, dumanı üstünde dünya

Korkum o ki; onu da şaka sanıp
Zebaniye dil çıkarır, cehalete müptelâ.

Cem TURAN

PETROL ŞEYHİ DEĞİLİZ AMA DAVRANIŞLARIMIZIN PEK ÇOĞU ÖYLE

Çevre, insanın gözünün içine baka baka insanı bir kalıba sokar, şekillendirir.

Hemşehrilik de bizim kültürümüzde biraz buna işaret eder: Aynı torna makinasından çıktık, demektir öz Türkçesi. Ekmeğinden, suyundan, göreneğinden; adına kültür dediğimiz ortak bir azıktan beslenen insanlar demektir.Uzun yıllar içinde, kimi yörelerin saldıkları namın gölgesinde yaşar insanları: Bolulu oldu mu mutfaktan, Kayserili oldu mu ticaretten, Urfalı oldu mu kebabın en âlâsından anlaması beklenir kişiden örneğin. 

Ya Türkiye'nin bir parçası olmak? Ortadoğu ile Akdeniz harmanı rüzgarların etkisinde yaşam sürmek zamanla ne gibi tortuları sosyal genetiğimizin ayrılmazı yaptı örneğin: Sıcakkanlılığımızdan fevriliğimize, at ve eş(!) merakından boşvericiliğimize, "şu çılgınlar" dedirtecek kadar bizi sıradışı kılan hangi bölgesel kodlar damarlarımızda akıyor örneğin? 


Matematik sevmezliğimiz, beyni yoran işlerden kaçıp tembelliğe teveccühümüz, kız kaçırıp da fikir kaçırmayışımızı da günde sadece birkaç saat çalışan "sıcak" coğrafyalara yakınlığımıza mı borçluyuz, ne dersiniz?

Eğer siz de üzümün üzüme baka baka karardığına inananlardansanız, sizce bu çevrenin islahının gelişmiş bir ülke olma hayalini destekleyecek önemli bir gerçek olduğunu inkâr edebilir misiniz?

Petrol şeyhi değiliz ama Ortadoğu dünyasının davranış genetiğimizin oluşmasında payı büyük. Zihni tembellik ve tutucu bağımlılık gibi.

Cem TURAN

ŞİİR: ACIMADIKİ

Hani çocuk inadından der ya; acımadıki
Deyiveresim geldi can-ı yürekten; acımadıki
Acımak da neymiş, üf olsa da tenler
Kor kor dağlansa da acıya müptela kalpler.

Söz verdim ya; yas tutmayacağım
İnsanımsı haine bir pas atmayacağım.
Ne ekmeğine zındığın yağ sürecek
Ne de bende hesap kalır; ödeyecek!

Hem sana da ne oluyor, behey ana
Ettiğini hatırlatsan baba şu hanımına.
Kendi eliyle kınalayıp beni gönderen
Oydu, vatana kuzu diye beni büyüten.











Koru kül tutturmak zor şimdi, bilirim
Fakat hası şimdi görünür, tevekkül edenin.
Madem geldiğimiz gibi dönüşümüz ona
Sen de haykır: Acımadıki, vatan hatırına.

Geçecek, hain akbabaların da nesli bitecek
Adı üstünde; suyunu içip düşman kesilecek.
Sanma şu şehit dağlarının tozu beyhude
Onunla yeşerir yarın ve şanıyla gider ebede.

Ey yaşı durmaz ana ve  içi nâr lakin mağrur baba
Şehadet bir seçilmişlik; nasip olmazki her kula.
Bir can bin can gonca doğurur, yeterki sabret
Elbet sonu hayır, görünse de zahiren musibet.
















O gider ben gelirim, ben düşerken biri yetişir
Ne kışla boş kalır ne kimse iblisten çekinir.
İnan ve sarıl. Haydi, sen de haykır: Acımadıki!
Ve ne zaman bıraktık ettiğini kimsenin yanınaki?

Şehitlerimize rahmetle...

Cem Turan

KUTUP-HANE

Bizde kitaba hürmet etmeyenler, onu sadece zorunluluk halinde ele alanlar, işleri bittiğinde çöpe atmaktan geri durmayanlar, şimdi PDF dosyaları var diye kütüphaneleri ve matbu kitap almayı gereksiz ilan edenlere bunu izah etmem güç. 

Kitaba verilen önemin, bilişsel gelişimin uç noktası olan zarafetin tecessüs ettiği mekanlardır, kütüphaneler ve her halleriyle aydınlığa, ilhama "gel" derler, abide davetkâr halleriyle. 

Böylesi vahaları bulunan toplumlarda olur gelişim; diğerleri sadece gelişiyor sanırken kendilerini...

Kütüphane; insanı değersiz, nötr, GND (Elk: Ground, toprak) olmaktan çıkarıp bir potansiyel fark oluşturacak şekilde yükleyen kutup-hanedir.

Kitabın işi bilgi taşımak değildir ki, okunduktan sonra çöpe gitsin; kültür oluşturmaktır, mayalamaktır aydınlığı, erdemliliği insanlar üzerine, sayfa hışırtıları ve onların arasındaki, yıllar geçse de dinmeyen mürekkep kokuları eşliğinde. Elden ele dolaşmalı, varlığı bile bulunduğu haneye huzur, farkındalık katmalı. Rengini belli etmeli hamisinin.

Hiç elektronik devrelerin arasından geçen, aydınlatılmış ekranlardan akseden sanal bir okuma, kitap okumak olarak adlandırılabilir mi? Asla, eğer murad sadece eyere alabildiğince odun yüklemek değil ise.

Cem Turan

ARABA SEVDASI

Recaizade Mahmut Ekrem'in 1890'larda yayımlanmış adıdır, Araba Sevdası. Bana bu romanı çağrıştıran nedir bilmem ama yine çekik gözlülerin ülkesi Japonya'dan bir şirketin geliştirdiği ilginç bir "araba" görücüye çıktı.

Bir şu eloğlunun yeni icadına baktım bir de sokakta duyduklarıma. Acayip bir senaryo çıkar, eğer yazan işinin erbabıysa:

- Buna LPG takınıyo mu? Köye giderken ekonomik oluyo, biliyon mu?

- Klima ve sunroof standart değilse, kalsın. Benim hayat standardımın kırmızı çizgileri var.

- Bagaj hacmi kaç insan alıyo? Biz genelde bagajı da insan taşımak için kullanırız da...

- Airbag neresinde bunun? Rüstem beylerinkinde üç tane varmış, daha aşağısını alıp kendimi güldüremem.


- Eski arabadan emniyet kemer sinyali susturma tokam var abi. Onu neresine takacağım? İsraf olmasın abi, günah. Bir yerine takıverelim.

- "Ali Ayşe'yi seviyo"... Gelin arabası da olur mu bu delikanlı? Bizim çocukların düğünü yakın. Gelinlik giymiş oturan bebeği neresine oturtmalı?

- Boya orjinal mi boya? Kaportada değişen var mı?

- Gel olurunu söyle, en son kaça bırakıyon?

- Kemal'lerin evinin camında bir yazı: "Kemal'in yeri. Son model arabalar benim odada, Kemal oto pazarı."


- Silindir hacmi kaç? Sen bana onu söyle. Vergisi çok yazmasın.

- Buna 20 liralık benzin alınca ne kadar gidiyo? Benim eski arabayla karşılaştırıcam.

- Amca buna "pati" nasıl çektiriliyo? Kızlara hava atıcam mahallede.

- Mercedes değilse almam aga ve böcek siyahı olacak. Kurumsal forsumuza halel getirtemem.

- Benim 65 yaş pasom var evladım, Allah devlete zeval vermesin.

Arkada yazı:
- Miras değil, banka kredisi.

- Gel atem seni nere gideceksen, atla arkaya.

- Bizde adettendir; yeni araba alınca kurban kesilir, kanı plakaya sürülür. Getir bakem.

:)
...

Ne şirin insanların ülkesi bu ülke, Allahım! :)

15 Ağustos 2015 Cumartesi

HEPSİ BİR ARADA DÜNYA VE ARADAN KAYAN İNSAN

Hayatımıza nasıl da hızlı girdi, "Hepsi bir arada" dünya.

Şampuan ve saç kremi kardeşliğinden sonra hazır porsiyon kahvelerde ikisi, üçü kanka modellerle önümüze geldiler...

Masum, işi sadece yazmak olan mürekkep püskürtmeli ve lazer yazıcılar, sonraları mağrur ve biraz da ehl-i keyif "flatbed" tarayıcılarla evlendiler. O da yetmedi faks makinasını kuma olarak, hane-i saadetlerine dahil edip, bugünün ev ve ofislerinin müstakbel "her derde deva müstahdem Rüstem efendileri" olan "all-in-one/ Hepsi bir arada" cihazlara dönüştüler.

1994'te Türkiye'de GSM pazarının hareketlenmesiyle piyasaya çıkan, nam-ı diğer "takoz" cep telefonlarını hatırlıyorum. Bir telefondan beklenen asli işi zirvesinde yapan cihazlardı. Yıllar içinde kameradan ses kaydedicisine, ivmeölçerden konumölçere, modemden radyoya kadar içine girmeyen kalmadı. O da yetmedi; düpedüz mutasyona uğrayarak "akıl küpü" oldular; aşkımız, vazgeçilmezimiz, müptelalığımız oluveren; fazlaca bir aradadan yazıldılar.

Gazeteler, her ilgi alanına göz kırpan, şıkıdım ilavelerle donandı. Daha çok satmak için Müslüman mahallesinde sofuluğa da büründüler, bilmem kimci muhitinde poster de dağıttılar. Yine hepsi bir arada!


Tatiller bile değişti: Beş yıldızlı otellere doluşmak avamdan oldu. Herşey dahil, "hepsi bir arada" ya; işletmelerin "sinek kapandan" farksız icatları olan bu durumda, kapıdan girince içeride faturayı sonuna kadar tahsil etmek için hominigırtlak tıkınan insan manzaraları aşikar oldu.

Dil yetmedi, bilgisayar, o da yetmedi; sertifika koleksiyoneri oldu insanlar. İşletmeler ve kurumlar hepsi bir arada çalışan adayı arar oldular.

Hepsi bir arada düğün, doğum hatta cenaze organizasyonları çıktı piyasaya. Siz zevkinizden çıtlatıyorsunuz, gerisini onlar hallediyorlar.

Bir özel hastanenin binasına astığı dev boyutlu afişi unutamıyorum: "Doğumda kampanya başladı!" Milleti zorla doğrutacaklar; bir doğum yapana ikincisi yüzde elli, çocuk erkek olursa sünneti bedava, kız olursa sağlık testi! Duyun da inanmayın hepsi bir arada.

Bugünün televizyonları, buzdolapları, otomobilleri... Hepsi ama hepsi kendi içinde bir arada.

AVM'ler de perakende ticarette "hepsi bir arada" icad edilmiş acayip bir çözüm, örneğin: Toka almak için girin, tokanın yanında sülaleye yetecek giyim, kozmetik, gıda, ev tekstili hatta yeni bir otomobille çıkmanız, tümüyle içerideki pazarlama oyununun gücüne bağlı.

Telefon, internet, sayısal televizyon yayın abonelik paketlerini bir düşünün: Ağız tadıyla, sadece tek bir bir hizmeti alabiliyor musunuz yoksa birini aldığınızda, eninde sonunda size satılan ve belki de hiç ihtiyaç duymayacağınız ek ürünlere ücret öder durumuma mı düşüyorsunuz?

...

"Birleşmiş Milletler" duyunca da tüylerim diken diken oluyor. Ne "hepsi bir aradalıkmış" ama! Her renkten, ırktan, türden insan var ama dünyanın hemen hiçbir derdine merhem olmuyor.

...

Giderek komplike hale dönüyor dünya. Giderek hepsi bir aradalar kalıyor arenada, bu yüzden. Ve bu kombinasyon daha da karmaşıklaştırıyor ve neredeyse içinden çıkılmaz hale getiriyor yaşamı. Sonuç: Daha da kompleks, ritmi artan, daha çok koşan gezegen! Sonsuz bir döngü gibi, biri diğerini tetikleyerek devam ediyor.

İnsan ne mi oluyor: Kendinize dürüstçe sorun; bundan yirmi yıl önce kaç kişinin telefon numarasını ezbere bildiğinizi. Çok çok, mütevazi ve küçük telefon defteriniz imdadınıza yetişirdi kırk yılda bir aradıklarınız için. Ya şimdi: Söyleyin, kaç kişinin telefon numarasını anımsıyorsunuz?..

O halde geçmişe göre bugün daha zeki olduğumuzu iddia edemeyiz ama daha aptallaştırıldığımızı, mental olarak körelleştirildiğimize birçok dayanak bulabiliriz.

Daha da önemlisi, bunca "hepsi bir arada" çözümün arasından kayıp giden topu topu bir insanlığımız vardı, o da düştü düşecek.

Ne olurdu, hepsi bir arada sadece külahtaki dondurmada kalsaydı.


Cem TURAN

8 Ağustos 2015 Cumartesi

DİL AYNI SÖYLESE DE GÖNÜL BAŞKA ANLAR BAZISINI

Dikkat ettiniz mi, paylaşım sitelerinde "Like=Beğen" linkleri bolcadır. Beğenmek onaylamaktır, tasvip etmektir sanal alem "raconu" ile konuştuğumuzda. Oysa beğenmek pekala edinmek için yeterlidir çoğu kez hatta beğenme ile başlayan irade mekanizmasının son halkası genellikle edinimle biter: Bir mağazada gördüğünüz bir kıyafetten, arabaya veya parkta gördüğünüz çiçeğe kadar. Parayı bastırır, alır veya acımaz koparıverirsiniz.

Neden peki? Beğenmek tek taraflı bir talepsel güdüdür de ondan. Beğenilen özne veya o özneyle ilintili üçüncü kişi ya da kuvvetler pek düşünülmez bu kararın olgunlaşmasında. "Benim olsun" istenir çoğu zaman ki bazen o öznenin sonunu hazırlayan ilk adım olur.

Aslan da ceylanı beğenir, büyük balık küçük balığı; avcı avını beğenir. Taşınmak isteyen kendine yer beğenir. Sanatın da ağırlık işleyen yönü beğeni üzerinedir. Yani bir yazının, resmin, müziğin, eserin.. ne varsa; izleyen üzerinde ürettiği beğeni ile orantılıdır takdir edilebilirliği, daha geriye pek gitmez "sanatsever". Oysa o sanatı vücuda getiren ne derinlikler vardır, ne dalgalı denizler, kurulmuş ne bağlar bulunur perdenin arkasında.

Gel zaman git zaman beğenmekle sevmek eş anlamda kullanılır. Bu beğeninin yaygınlığından mıdır yoksa sevmenin giderek ucuzlamasından mıdır, bilinmez ama esasen; ne "like" ile "love" ne de "beğeni" ile "sevgi" aynı şeyler.


Nasıl aynı olabilir: Sevmek o denli kuvvetli kurulan bir ilişkidir ki, ilişkinin önemi öznenin önüne geçer, tam yaşandığında. Sevmenin en büyük gıdası fedakarlıktır; yaşatmaktır önce dilenen. An gelir, onun için yaşamaktır sevmek. Kimi zaman fizik ile ulaşılmazı sevmek; maşuk kılmaktır sevileni, kendisine: Sevginin gücünün dünyanın taşından toprağından, malından eşyasından daha değerli olduğunu ispattır; bir zindanda tutsak düşülse de. Dağları delebilmektir, Ferhat gibi. İşte böylesi birşeydir, sevgi. Üzerine titremektir, gözünün içinde eriyip gidebilmektir. Çiçeği koparmadan sevmek, bilakis; yaşasın diye suyunu aksatmadan verebilmektir.

Bugünün insanı bu iki terimi karıştırır durur, hezeyanlar yaşadığı dünyasında: Evine "sevdiğini" sandığı bir köpek alır, oysa sadece "beğenmiştir" ve sevginin fedakarlık, sorumluluk faturasından sıkılınca köpeğe sokak yolu görünür. Akvaryumdaki bir balığın bile akıbeti, onu satın aldıran "beğeni" duygusu "sevgiye" dönüşmezse bakımsızlıktan ölümdür, genellikle.

Dolayısıyla beğeni anlık, sevgi ise ömürlük bir duyguyu işaret eder; diğer yönüyle. Haddimi biraz daha zorlayıp, onca ahkamcı aşk yazarlarının yıllardır bitiremedikleri tariflerini bir güzel çöpe atayım: 

Aşk da beğeninin insani boyuttaki en ulvi halidir. Yani belirli bir amaca hizmet eder ve belirli bir süre için bütünlüğünü korur. Sonrasında bir gonca gibi açılıp yerini, içinden çıkardığı sevgiye bırakırsa; görevini yerine getirmiş olur. Canlılar dünyasında beğeninin "aşk" hali için hazırlanmış mevsimsel kurgular görülür. Örneğin baharda açan rengarenk, güzel kokulu, davetkar çiçeklerin her birine ne gerek vardı? Ve neden bahar çoğalışın, artışın, üreyişin, bereketlenişin sembolü? Eğer o çiçekler olmasaydı, arılar nasıl teveccüh ederdi tohumlara ve bir nakliye firması gibi alıp da ta nerelerdeki alıcılarına ulaştırırlardı onları, örneğin? İnsanlar da dahil olmak üzere; her canlının, albenisi yüksek böyle bir bahar dönemi var, silsilenin ilk adımı olan "beğenilmek" için.

Bir uzay roketinin fırlatılışının akabindeki atmosferi terk ettiği anlarda taşıyıcı kapsülün mekikten ayrılması gibidir; aşk. Aslolan mekiğin dünyadaki yolculuğu değil, uzaydaki süzülüşüdür. Aşk da kapsül gibi günü geldiğinde yerini sevgiye bırakır, ölümsüzleşir gönül uzayında ve fezada birer kandil gibi salınan yüreklerde.

Yaşasın sevgi, sevebilen yürekler. İşte o vakit huzur bulur gönüller ve dünya. İşte o dem incitmez sevilen de seveni; kendini yaşatmak isteyeni. O zaman dünyada kalır mı, kurşun atan veya şer kusan bir tek deli?


"House = Ev" ile "Home = Yuva" ifadelerini de bir tutmaya başladığından beridir, tembel dimağlar; ucuzlattılar, değersizleştirdiler yaşamı. Emlakçı vitrinleri satılık ev kaynıyor, reklamlar eskiden arabalarda kullanılan "doğan" görünümlü "şahin" tiplemesi gibi; "yuva" görünümlü "ev" pazarlıyorlar. Ve insanlar da sanıyorlar ki; çevrilmiş duvarlar içinde kurulan yüksek kuleli beton cumhuriyetlerde; otel gibi, giderek yalnızlaşan, mekanikleşen bir yaşamı sürmektir; bir "yuva" sahibi olmak. Yine yanılıyorlar: Yuva için insan, insan için sevgi, sevgi için aşk, aşk için beğeni... onun için de hayatı "görmek" gerek.

Tüm bunlardan geçip, "nörolojik" bir vaka da deyiverebilirim aşk, beğeni, sevgi için ki yalan olmaz ve buz gibi soğutabilirim insanlığınızdan sizi. Oda sıcaklığında, hisseden ve düşünen bir insan olmak her şeyden güzel. Onu "bir kerecikten bir şey olmaz" duyarsızlığına kurban etmemeniz dileğim bakidir çünkü olur; insanlıktan uzaklaştıracak düşüncesizliklerin, erdemsizliklerin, umursamazlıkların, su koyuvermelerin bir kereciği bile insanlığı sallamaya yeter de artar bile.

Cem TURAN

6 Ağustos 2015 Perşembe

ÖSYM NE SEÇER NE YERLEŞTİRİR?

Hiç kusura bakmasın ama bu haliyle; zaten aydınlatmaya uzak ama belletmeye yakın, düşündürmek ve sorgulatmaktan ayrı fakat aynı torna tezgahından çıkan çapaksız civatalar gibi bir şablona uyan fotokopiler üreten, içinde "eğitim" barındırmayan, sorunlu "öğretim" sistemimizin ve şikayet edilen, dev bir kene gibi böylesi bir sisteme yapışarak emdiği kanla büyüyen, devasa bir boyut kazanarak adeta "paralel" bir öğretim sistemi haline gelip alternatif öğretim koridoru olan, nihayetinde devletin de tabi olup lise son sınıflarda dershanelere katılmak hatırına okulları tatil ettiği bu acınaklı halin asli sorumlularından birisi de ÖSYM'dir.
 
 
ÖSYM neyi seçer: ÖSYM bu ülkede liseye gireceklerden müstakbel memur adaylarına, hakim ve savcılardan üniversiteye gidebilecek şanslıların tespitine, olgunlaşıp tıpta uzman olanları tayin etmekten kaymakamına, imamına, jandarmasına kadar ne varsa seçer. Hızını alamazsa manavdan sizin için hormonsuz domates, kelek olmayan kavun ve karpuz da seçer.
 
Seçmek deyince aklıma Milli Piyango İdaresi'nin yılbaşı piyango çekiliş görüntüleri geldi: Beyaz martıyla güvercin arası bir kuş uçup kimin tepesine büyük abdestini yaparsa, laf etmeyiz; talih kuşudur, vardır bir bildiği deriz. Bunu kendine sembol kılmış koca devletin alicenap resmi kumar kurumu da dönen kürelerde, güzel kızların elinden şans dağıtıverir; memleketim insanları arasından yeni zenginleri "seçer" ya. İşte bu geldi aklıma nedense. Oysa hiç ÖSYM ile Milli Piyango bir olur mu? Öyle diyen çarpılır da eli yüzü birbirine karışır, mazaallah.

ÖSYM çok ciddi bir iş yapar: Bir insanı aday durumundan alır ve liyakate sahip olduğunu tescil eder. Aday eğer başarılı olursa; bu süreçte sıfat olarak bir dönüşüm geçirir. Bu ise su götürmez hassaslıkta, hakkaniyetli ve niteliklere dayandırılmış bir seçim metodolojisini gerektirir. 
 
ÖSYM neyi ölçer: Düşünebilme, bir tortudan yeni bir fikir üretme potansiyelini, bilimselliği, akademik yatkınlığı, hayal gücünü, mesleki yatkınlıkları, etik değerlerin aday olunan konu ile yeterlilik durumlarını ölçmez elbette. Hatta doğru düzgün hiçbir nitel, kalitatif varlığın değerlendirmesini de yapmaz. Geriye kalan, sayılabilir, hesaplanabilir, artırılıp eksiltilebilir ne kadar nicel; kantitatif malzeme var ise oradan "sorar". Periyodik olarak gerçekleşmesi gereken sınavlardan ötürü bir havuz oluşturur, oradan seçip seçip Ali'yi Veli, Oya'yı Bora yapıp yeniden sorar. Dolayısıyla yıllar içinde, kendi içinde ciddi bir analitik idrak genleşmesinden söz edemeyiz.
 
ÖSYM nasıl ölçer: Hal böyle olduğundan; ÖSYM'nin elinde nitelikleri ölçmek yerine en büyük koz hep revaçta: Cambazlıkları ölçmek! Deve yüküyle, önceden kompetanları tarafından  tahmin edilebilir şablon sorular karşısında ÖSYM'nin en büyük can simidi zamandır. ÖSYM sınavları zamana karşı bir yarıştır, bilgi ölçmeyi değil; önceden ezberlenmiş olanları kırıp dökmeden yerine yapıştırmayı ister adaydan. Tıpkı kaşıkla yumurta taşıma yarışması gibi. Kimisi heyecandan kaydırır, kimi konsantrasyonunu kaybeder, kimi şaşı bakar kimi "resetlenir"; ezberi silinir ve bunların hepsi elenir. Geriye yumurtaları karşıya düşürmeden geçirenler kalır ve ÖSYM'nin belki de görevi; bunu mümkün olduğunca az tutmaktır.
 
Sınav süresini soru sayısına bölerek elde edebileceğiniz, brüt soru başına harcanması gereken süre miktarının belki üç belki de dörtte biridir aslında, o soruya gerçekte ayrılabilen zaman. Çünkü soru önünüze geldiği andan itibaren algılarınız, idrakiniz, analitik bilişsel mekanizmalarınızın o soru için çalışarak önce farkındalık, sonra düşünce üretmesi, uygun bir metod seçmesi, alternatiflerle karşılaştırması, yönteme karar verdikten sonra çözüm üretmesi ve doğru yanıtı ilan etmesi gibi pekçok zihinsel silsile aktivitenin gerçeklenmesine ihtiyaç vardır. Böyle düşünüldüğünde, soru başına size tanınan süre çoğunlukla birkaç on saniye ile sınırlıdır.
 
Büyük resim şudur: Temcit pilavı gibi, kendini tekrar eden örüntülerdir, ÖSYM sınavları. Bu resmin farkına varan bazı müteşebbis (!) "öğretimciler" ÖSYM sınavlarının adeta ebced hesabını yapıp formüle eder, neyden kaç tane ne gelecek, nasıl gelecek falına bakar ve bunları sattıkları dershaneleri kurup işletirler. Bir tür umuda yolculuktur aday için ve her vaad değerlendirilir. Bu talep sistemi besler, "bu işte para var" diyenlerle gelişir ve kocaman bir endüstri olur.  Hatırlayın; yakın geçmişte cevap anahtarında kayıt deseni örüntüsü dahi bulduğunu iddia edenler boy gösteriyordu televizyon ekranlarında.
 
 
Yani bu harikulade "başarı sihirbazları" sizin bir konuyu sindirmenizden daha çok "zaman yönetimi" mevhumu ile ilgilenmekteler. Sizin önünüzdeki engeli atlayabilecek kondisyonda olmanızı amaçlarlar. Tıpkı Veliefendi'deki yarış atlarının hazırlıkları gibi. O yarışı kazanmak içindir tüm yatırım. O yarışın yaşam çizgisi üzerinde ne anlam ifade ettiği, hangi kapıyı açıp hangisini kapattığı ve o yarışı geçmeyi arzulayan insanın gerçekten o yarışın kazanımları ile dahil olacağı dünyaya uygunluğu üzerine kafa yormak pek görünür iş değil.
 
Asıl acı olan; bu derdi örgün öğretim sistemindeki öğretmenlerin pek çoğunun da taşımamasıdır. Öğrencisi nasıl bir yolculuktadır, nasıl bir yol çizilmeli ve nasıl bir projeksiyonla önü aydınlatılmalıdır, onu ne yapmak; hayatın hangi ucundan tutmak mutlu ve üretken kılar, insanlara daha fazla şeyler sunabilir, tatmin olur ve başkalarını mutlu eder... Bunlar pek akla gelmeyen sorulardır; "belleten öğretim sisteminin kadrolu ezberletenleri" için.
 
Bana inanmıyorsanız; açın video paylaşım sitelerini ve biraz aradığınızda bulacaklarınıza hazır olun: Kimi dershane öğretmenlerinin kendilerini pazarlamak için paylaştıkları demo derslere bakın: Düpedüz klasik, derinleşerek düşünme yoluyla çözme becerisiyle alay ediyorlar. Hala sen böyle bir soru "tipini" böyle eski bir yöntemle çözüyorsan dinazorsun, diyorlar. "Biz senin için şöyle bir pratik yol bulduk, sen bunu uygula, nereden nasıl geldiğini boşver; gör bak doğru şık on saniyede elinde!" kabili iksirler sunuyorlar.
 
Mikrofonu bir de akademisyenlere tutun dilerseniz. Yani; eğer üniversite sınavları için konuşuyorsak, "ısındırılıp" engel atlatılarak geçirilmiş o öğrencilerin, üniversite dünyasında hocaları olan insanlara sorun bir de konuyu. Gençlerin sosyal genetiğine nüfuz etmiş ezberciliklerinden, sadece mecbur kalınan anlar olan sınavlar için çalışmalarından, hafızalarının sadece sınav için geçici olarak ezber tutan ve sınavdan sonra sıfırlanan geçici tampon (buffer) alanını kullanmalarından, notla tehdit edilmeden gönüllü olarak kendini akademik gelişime açmayan, bilimin bir parçası olmayan, lise hayatını üniversitede de devam ettirmeye çalışan insanlardan nasıl yaka silktiklerini bir de onlardan dinleyin. Ki onların da bir kısmı bu yanlışı devam ettirme durumundadırlar.
 
Cem TURAN

5 Ağustos 2015 Çarşamba

DERSHANE KONUSUNDA İTİRAZIM VAR

Allah biliyor, pek sevindim dershanelerin kapatılma kararına. Çok takdir ettim böyle bir cesur kararın alınmasını ve dirayetle uygulanmasını; kurtları bol olan böyle bir arenada.

Son bir iki on yıl içinde iyice çığrından çıkan, öğretimi ana kaidesinden uzaklaştırıp imparatorluklar oluşturan ve onları besleyen, insanları ona müptelâ kılan utanılası, garip bir durum oluştu. 

Öyleki; dershaneye gitmeyen şans tanınmaz, ciddiye alınmazdı. Sonunda MEB taifesi, okul yönetimleri bile bu şuursuzluğun bir parçası olup lise son sınıfları bir kalemde silerek, uyduruk raporlarla "dershane tatili" ilan ettiler. Doktorlar fazla mesai yaptı naylon sağlık raporları için. Herkes gerçeğin içindeydi; kimi bilincinde değil kimisi vurdumduymazlıktan kimisi de kesesini doldurma telaşından göz yumdu bu mezbeleliğe, uzun yıllar.

11-12 yıllık bir öğretim serüveninin tomografisinin çekilmesi gereken bir sınava hazırlanmak için herkes ressamlık kursuna gidip en iyi tomografi, anatomi resmini çizmenin yolunu aramayı marifetten saymaya başladı. Oysa bu yolla elde edilecek resim sanal, o öğrencinin gerçek akademik tahlilini göstermeyen, elle çizilmiş, uyduruk bir resimden öte bir şey değildi. Hormonlu piliç gibi içi kof, marketin rafında göz dolduran ama lezzetten, sağlıklılıktan, tattan çok uzak bir mahlukat türetti, aday adı altında; elbirliği ile yaşatılan şuursuz, mesnetsiz, sonuç odaklı, ezberci, adını koyamadığım kokuşmuşluk.

Kapatma kararından sonra yaşananlar belli. Öyle derin imparatorluklar kurdu ki bu sistem, devletten beter. Kaldırılması da bir o kadar sancılı. Kalktı mı, hayır; daha çoğunluk duruyor, durdukları yerde.

Sevinmiştim; devlet durumun farkına vardı ve öğretim sistemini böylesi asalak organizmalar üretmeyecek şekilde islah ve yeniden organize edecek, devrim gibi öğretimin (ve eğitimin) niteliğinde iyileştirmeler olacak diye.

Şimdiyse bakıyorum; belediyeler ücretsiz üniversite hazırlık kursları açmada yarışıyor. Halk eğitim merkezleri ve sair kurs işletmeciliğine soyundu. Bu çözüm sadece uyuşturucu simsarlığının el değiştirmesini sağlayabilir ama sistemi islah edip adam akıllı, herkes için eşit ve yetkin bir öğretimi inşadan uzaklaştırır; uyuşturulmuş bir öğretim gençliği halen ortada kalır.

Belliki devlet, olması gerektiği gibi; başladığı ve bence de çok önemli ve elzem olan bir işte, çıkarılan tufanlara kapılıp sendeledi, amaçtan saptı. Toparlanmalı hem de hemen, şirazeyi düzeltmeli ve millet için bu reformu sağlamalı. Gerçek öğretim ve eğitim sunmalı nesillerine ve gerçek ölçüm metotları geliştirmeli. Hemen, şimdi!

Cem TURAN