24 Kasım 2012 Cumartesi

EĞİTİM SİSTEMİMİZİN ANATOMİK HASTALIKLARI


  İnsanın en zorlandığı ve çok güç yol aldığı yegâne alan herhalde kendisini tanımladığı bilimlerdir. Madde dünyasının altından girip üstünden çıkan, devasa yükseklikteki gökdelenleri çivi gibi toprağa çakıveren, kuleleri, köprüleri fizik kurallarını akla zarar şekilde zorlayarak inşa eden, vinçlerden otomobillere harikulâde mekanizmaları geliştiren insanoğlu, özne kendisi olduğunda hep temkinli davranmıştır.  Doğrusu beşeri bilimler de insana ipuçlarını vermede oldukça cimri davranmıştır. Bunu, insanın kendini keşfinde diğer alanlara nispetle biraz daha çaba göstermesi nin istendiği olarak da yorumlamak mümkündür.

  Sözgelimi; tıp alanında halen yapılacaklar listesi çok kabarıktır. Daha pekçok hastalık uygun tedavi yol ve yöntemlerinin keşfedilmesini beklemektedir. İnsan biyolojisine ait doğru bilinenlerin bir anda yanlışa dönebilmesi de artık kanıksadığımız olgulardandır. Yumurtanın yıllarca sağlığa zararlı olduğunu söyleyenlerin sözleri şimdilerde “yumurtayı yiyebildiğin kadar ye, çok faydalı”, hatta “hayvani yağlardan uzak dur, damarları tıkar” öğütleri son zamanlarda “ye, çok faydalı” hükümleriyle üzerleri bir hamlede çizilerek değersiz ilan edilmiştir.

  Psikiyatri bilimi, insanın bilinmezleri karşısındaki acziyetin ayyuka çıktığı önde gelen alanlardan birisidir. İnsan beyninin hangi şartlar altında nasıl davrandığı, çalışmasını nelerin etkilediği, ne gibi kimyasalların etkili olduğu gibi pekçok konu biraz deneme yanılma usulü biriken istatistik verilerle kem küm ilerlemeye çalışmaktadır.

  ...Ve eğitim: İnsana dair bir büyük muamma  dolu, bâkir alan daha. İnsan denen bu gizem küpünün nasıl uygun polarize edileceği, herhangi bir alanda hüner sahibi kılınacağı, sosyalleştirilip yararlı kılınacağı ve bunun gibi pekçok parametre üzerinde yıllardır tecrübe kümülasyonu ile yön bulmaya çalışmaktadır bilim. Bunu yaparken en kestirme, en ucuz ve en yaygınlaşabilir yöntemleri üretmek durumundadır. Peki ama bugün ideal eğitim olarak kabul edilen öğreti gerçekten ideal midir? İnsan için en uygun beyni ehlileştirme ve ısıtma yolu gerçekten uygulanagelen metodlardan mı geçmektedir?

  Benim doğrusu şüphelerim var. Tıpkı yukarıda verdiğim diğer pekçok örnek gibi; eğitimde de yıllarca dosdoğru kabul edilen tekniklere birden yüzçevirip “yok canım, böyle de olmaz!” dedirtecek yollara girilmesi hiç de nadir görülen bir durum değildir.

  Bu tezi bir örnekle pekiştireyim: Bizler okuma fişleriyle okumayı öğrenip yakasına kurdela asan bir nesiliz. Dilin en küçük yapı taşı olan harflerden heceleri, heceden kelimeleri ve oradan cümle ve dilbisini keşfettik. Okuma fişlerini keserek heceleri farklı kombinasyonlarda biraraya getirdik. Buna parçadan tüme varım dendiğini, nice sonraları öğrendim. Sonra birileri çıkarak “aaa, ne banal, hiç öyle olur mu?” diye kestirip attı ve önceki uygulamanın tam zıttı olan “tümden parçaya geliş” modelini kabul görür hale getirdi.

  Bugün ise genellikle geliştiren kişilerin isimleriyle anılan sayısız öğretim metodu efsane gibi dilden dile dolaşıyor, uygulanıyor hatta eğitim kurumlarının ve özellikle özel eğitim kurumlarının kendilerini ifade ederken kullandıkları birer pazarlama enstrümanı olarak kullanılıyor.

  Özel sektörün de içine girmesiyle rekabetin yoğun olarak yaşanmaya başlandığı eğitim sektörü yıllar içerisinde öğreneni yani bireyi, mental olarak mükemmelleşmesi gereken bir meta haline getirdi ve ölçümlemek için sonu Q ile biten pekçok test modelini de icadları arasına sokuverdi. Eskiden mental zeka (intellegence) ölçen IQ ve çok çok duygudurum (Emotion) seviyesini ölçen EQ bilinirken bugün sonu “Q” ile biten onlarca test türü merceklerini insan beynine yöneltmiş durumdalar.  Böylece kapasitece beynin mukayese edilebilir skalalarla sınıflandırılabilmesinin yolu açılmış oldu.

  Bu verileri toplamaya başlayan psikoloji ve eğitim dünyası elbette boş durmadı. Bu kez ideal insanı, kapasite limitlerini aşan, daha çok bilgiyi “depolayabilen”, “ezberleyebilen” mükemmel canlı formu haline getirebilmek çabasına hummalı şekilde giriştiler. Bu girişime paralel olarak öğrenenler arası rekabet patlaması yaşandı. Eskiden öğrenim hayatı boyunca mütevazi sayıda merkezi sınav yüzü gören kişiler bugün neredeyse doğumunun yapılacağı hastaneyi ve öldüğünde defnedileceği mezarlığı bile sınava tabi olarak belirlemeye çok yaklaştılar. Bugün artık kamunun ve özel sektörün işe alımları, derece atlamalarından anaokulundan ilkokula, oradan ortaokula, oradan da lise ve sonrasında üniversiteye, yurt dışına çıkmak, yüksek lisans yapmak için  pekçok sınav türü yürürlüğe girmişken son zamanlarda ara kademelerde de çok sayıda ek ölçüm ve değerlendirme merkezi sınavının hayatımızdaki yerini almasıyla “oh be, dünya varmış!” dedik. Neredeyse bir kişi yol tarifi sorsa yanıtını şıklarla verecek kadar test mantığını içselleştirdik.

  Sınav sayısını arttırdıkça o sınavlarla başa çıkması umulan insanın mental zekasını mükemmelleştirmek, bilgi depolama hacmini arttırıp kusursuzlaştımak için daha fazla gaza bastık, tempoyu arttırdık. Bu ise radikal bir hızla dersanecilik sektörünü doğurdu ve ülke geneline yaydı. İnsanı bu denli, Nirvana’ya kavuşturur gibi insanüstü bir mükemmel mental zekaya kavuşturmak için el birliği ile hadsiz hudutsuz seferber olmuşken, insanı var kılan diğer boyutlarını görmezden geldik. Onun bir duygu zekası, sosyal zekası, etik zekası ve diğer bileşenlerinin olduğunu ve onların da beslenmesi gerektiğini unutuverdik.

  Bunları öyle bir dönemde yaptık ki; adına bilgi çağı dediğimiz, teknolojik devinimin büyük olduğu günümüzde yaşadık. Bu ise, insana yapılan bu zulüm gibi uygulamanın kamufle olmasına neden oldu, olumsuz tesirlerini teknolojiye atfettik, normaldir dedik ve önemsemedik.

  Hatta bunlar yetmedi, kişisel gelişimciler çıktı sahneye, bir tiyatro oyununda rol sırası onlara gelmiş gibi. Ellerinde adeta bisiklet pompası gibi doktirinlerle salonları dolduran kitlelere “yapacaksın, başaracaksın, rakibini ezeceksin, uçacaksın..!” kabilinden patlatırcasına “gaz” pompalayıp durdular.

  Nihayetinde; daha da yalnız, bencil, ruh dünyası çökmüş, metaya tapmış, gözünü sosyal statü ve ünvan bürümüş, içinde bulunduğu topluma duyarsızlaşmış, iyi ya da kötü kendisine kırık dökük bir sırayı kalabalık sınıflarda da olsa vermiş, okutmuş bu topluma hiçbir ahde vefa beslemeyen, rüya görmeyen, hissetmeyen, kendisi ve kariyeri dışında hedefleri beslemeyen, amaçsız ve şuursuz, çıkarperest, sınavkolik, etik tanımaz; amacı için herşeyi mübah sayan, “sınav notun kadar konuş” der gibi yukarıdan bakan ya da aşağıda kalıp ezilen bir başka insan formunu el birliği ile tedavüle çıkardık, elimize sağlık!

  Sınavlarda aşağıda kalan ise yukarıda olanın pervasızlığına, küçümseyişine, ortak vergilerle çalıştırılan eğitim kurumlarının imkanlarını kendisi yokken kullananlara, içten içe diş biledi, öfke duydu ve pekçok sosyolojik olumsuzluğa neden olan bu olgu gün geldi hırsızını, kapkaçcısını gün geldi teröristini doğurdu. Her hukuki fiilde olduğu gibi fail kadar eylemleri ile azmettirenin de suça ortak olduğu düşünüldüğünde, okuduğunuzda yüz buruşturduğunuz bu yasadışılıkların azmettiricisi listesine hepimiz kendimizi yazsak belki de yalan sayılmayacak.

  Çizeceğim sahne pekçoklarınızın hatırında sıcak olan görüntüler çağrıştıracak eminim: Anneler kendi aralarında toplandığında en popüler sohbet konularından biridir:

-          - Bizim oğlan tıbbiyeye girdi, şu kadar yüz puan aldı!

-         -  Tü tü tü, maşallah. Nazar değmez inşallah.

-          - Sizinki ne yaptı?

-          - Aaa bizim kız yüksekleri hedefliyor, iyi puan aldı ama bu yıl o yüksek kaldığından olmadı, seneye inşallah

-          - Hıı hı..

  Babalar da boş durmazlar tabi. Apartman çapında, mahalle bazında hatta akrabalar arasında bile hummalı bir yarış vardır. Amcasının oğlu asla çocuktan yüksek almamalıdır. Benzer durum iş hayatına atılınca da görülür bazı ailelerde:

-          - Hüsnü’nün kızı Maarif Vekaleti’ne müfettiş olarak girmiş hanım.

-          - Deme ya, bizim çocuk Maarif Nazırı olsun o zaman, yoksa kimsenin yüzüne bakamayız!
...

  Sosyologlar durumunda farkında olsalar da konuşmadıkları için günahları boyunlarına demeliyim. Bu meta tabanlı, kibir ve bencillikle beslenen güdü öyle kök saldı ki zamanla, elinde kartvizitle dolaşan ve bu kartları “hamil-i kart yakındımdır” kabili bir anahtar gibi hak etmiş ya da etmemiş, sorgulamadan her durumda işini gördürmek için uğraşı veren insanlar türedi. Toplumda adaletsizlik arttı, hak etmeyenler hak edenlerin gözlerinin içine baka baka, omuzlarını çiğneye çiğneyebu hakları gasp etti, üstüne yumurta bekleyen kuluçkadaki tavuk gibi gıdaklayarak oturdu.

  En kötüsü de bu adaletsizliklerin münferit olay olamktan çıkıp yaygın uygulama haline gelmesiyle yaşandı. İnsanların bilinçaltına “torpilsiz bir iş yaptırmazsın” görüşünü allem kullem edip bir güzel kazıdık. Bu memleket ilkokul mezunu okul müdürü de gördü, bir gecede profesör olan asistan da.

  Bunlar yetmedi, insan yapısı kavramları insann sosyal statüsünün göstergesi, seçkinliğinin barometresi olarak görmek gibi trajikomik hallere de ciddi ciddi girdik. Oturduğumuz muhitten tutun, bindiğimiz arabanın markasına kadar pekçok uyduruk detayı övünç meselesi yapanlar, sosyete camiasında bununla kibirlenenler çok oldu. Nasreddin Hoca’nın “ye kürkük ye” hikayesi gerçek oldu ve uzun dönemler kadınlar onca hayvanın canına bedel kürkleri, ordünaryüs edasıyla taşıyıp durdular.

  Bizler sokak oyunlarını bilen, şanslı nesilleriz: Misket oynarken ilk atılan “sooon!” diye bağırır, arkasından ikinci uyanan “son biiirr!”... Böyle giderdi sıra. Böylece oyun grubu içindeki önceliklerini belirler, bu ayrıcalıkla mutlu olurdu çocuklar. Bununla birebir örtüşen verdiğim örneklerin ne denli komik ama bir o kadar da ciddi bir şekilde bu toplumda kabul gördüğü sanırım toplumu gözlemleyen herkesin malumudur.

  Hayatımızı laçka edercesine, üç beş aylık peryodlarla yeniden çalkalayan ve dinmesi beklenen zelzele gibi sarsıntılarının daha az sosyokültürel yıkımlara neden olmasını arzuladığım teknolojiyle birlikte, sosyal statü maskotlarımız da değişti. Şimdilerde bir toplanmada masaya koyduğunuz telefonun marka ve modeli, tabletiniz, laptop bilgisayarınızın inceliği toplum içindeki saygınlığınızı belirleyen faktörler. İnkâr etmeyin, siz de onun bir parçasısınız.

  Geçtiğimiz yıllarda bir üniversite tarafından Türkiye’de yapılan bir araştırma göstermekteydiki; yolda, otobüste telefonla konuşur gördüğünüz insanların yarıdan fazlası aslında hiçkimseyle konuşmamakta, “konuşurmuş gibi” yapmakta. Bu bir dehşetcengiz vakıa! Diğer bir ifadeyle araştırma diyorki; “ey bu toplumu işleyenler, insanları o derece hasta ettiniz, zeki yapacağım derken yalnızlaştırıp sosyallikten yalıttınız ki bireyler kendi  sanal gerçekliğini kurdu ve onan inanıyor.”

  Uzaklara gitmeye gerek yok, insanları topluca görebileceğiniz herhangi bir yer ve herhangi bir zaman diliminde, bir karelik resmi çekin ve bakın. Otoste, vapurda, bir parkta, durakta, lokalde, okulda... Birbirinin yüzüne bakmayan, elindeki diktörgene hayran hayran bakıp baş parmağıyla ilginç figürler sergileyen insanlar göreceksiniz. Sizinle bahse girerimki pekçokları yan dairelerindeki komşularını bile tanımıyorlar, yolda kimseye selam vermiyorlar...

  Yıllardır iş başvurularında, büyük büyük akademik ünvan sahibi, güzide üniversitelerin mezunlarının “özgeçmiş” olarak sundukları dökümanlara hüzünle bakıyorum. Gözlerim geleceğe dair ümitleri, hayalleri, ukteleri, “ben de yetiştim ve şu yönlerden kendimi topluma değer katabilecek görüyorum” diyen inancı, duyarlılığı arıyor ama hüsrana uğruyorum. Yine salt akli melekeden ibaret, mental başlıklar sıralanıyor: “Şu dili bilirim, şu hesabı yaparım...” Aranan halbuki bir insan; aklıyla, ruhuyla bir kişi daha büyüdüğümüzü hissettirecek bir kişilik. Özgeçmişlerde sayılanlar artık makinelerin daha da hatasız yapabildiği işlerden öteye geçmiyor.

  Acı gerçek şuki; biz makineleşmeyle artan zamanı soyalleşmek, birbirimize daha kenetlenmek, imrenerek müzelerde, tarihi alanlarda gidip ziyaret ettiklerimize benzer bir “medeniyet” tortusu bırakabilmek için kullanabilecekken, makineleri bu konuda hayatımızı kolaylaştırmaya hizmetkâr kılabilecekken, biz makineleştik, mekanikleştik, gaddarlaştık, katılaştık... ve biz bunu gönüllü, şuursuzca yaptık. Şuur, bir uçağın kaptan kabininde oturur: O yoksa uçağın akıbeti meçhuldür. İnanın kendi mamülleri, böylece rahatça döner ve kendini esir alır. Bilemiyorum, gelecek nesiller müzelerinde bizlerin dönemini yâd etmek, onlara bıraktığımız “medeniyete” hürmeten neyimizi sergileyecekler, hangi tarzımızdan, sanatsal akımımızdan bahsedecekler?

  Bu ve benzeri örnekler, “mental mükemmeli” oluşturma çabasında bir sosyal girdap oluşturan eğitim sistemimizin ürünleri olan insanların kronik hastalıklarından sadece birkaçını gösteriyor. Ürün, gerçekten de bir eğitimcinin öğrencisine verilebilecek en güzel nitelemelerden biri. İnglizce dilinde de öğretmen ya da okul, öğrencisine “product” olarak sesleniyor. Bu ise “ben senin her şeyine kefilim, sen benim ürünümsün” mührünü bireyin üzerine vuruyor.

  Eğitimimize yön verenler, ya siz? Üzerine mühür vurduğunuz insanlara, ürünlerinize garanti verebiliyor, kefil olabiliyor musunuz? “Ürününüzün” eşref, emin, sosyal başarılı, erdemli olduğuna, toplumun bir parçası olarak kendisini gördüğüne ve ondan kendini sorumlu tuttuğuna, toplum faydasının yanında hiçbir kişisel çıkarı düşünmediğine, idealist, topluma değer katıcı olduğuna emin misiniz?
  Şimdi iki elin arasına başı alma ve düşünme vakti: Bizim ürünümüzde kusur var ise, en çok yeniden yaparız. Ama malzemesi insan olan eğitimin ürünü kusurluysa, silsileler halinde nesiller, toplumlar çürür gider. Çok açıktırki; biz kusurumuz nispetinde ceza alırız ama eğitimci bu silsilenin en son halkasındaki bir ferdin bir tüyü bile eğri çıksa bundan mesuldür. Yüzlerce yıl önce toprağa girmiş olsa bile değilmiki, o hatanın faili o “eğitimcinin” ürününün ürününün ürünüdür, hatta onun da ürünüdür, o halde yaptığı hataya da ortak mesuldür, ruhun müteessir olmasına yeter. Eğitimcilik böyle bir davaya soyunmaktır, “kadroya alınıp memur olmak” değil...

  Şimdi düşünme vakti. Biz nerede yanlışlar yaptık? Eğitimi günübirlik manevralarla değil, tam bir dönüşüm seferberliği ile rayına oturtmak, bugünün insanının yarına bırakacağı en önemli mirastır. “Hay seni yetiştirene” dendiği zaman ruhumuzun azaba mazhar olmaması için düşünen, idealist, çizgi ötesi, büyük resmi gören, büyük düşünebilen, ufku derin eğitimcilere ihtiyaç var. Eğitim “hiç olmazsa bunu yapayım” denecek değil, aşkla, şevkle, bir ideal uğruna hayatın adandığı, insanın taşıyabileceği en üstün makam apoleti, ağır bir sorumluluktur ve memur olunsa bile memuri bakışı asla kaldırmaz. Öğretmenlik bir sevda, cehalete, erdemsizliğe, şuursuzluğa topyekün bir başkaldırı, bu davada kumandalık ve yapılan bir cihaddır. Toplumun deniz feneri olduğu bilinciyle hayata bakan âlimin, muâllimin mürekkebi elbet kılıçtan keskindir.


Cem TURAN