26 Temmuz 2014 Cumartesi

İNSANİ KESMELER

Kesme (Interruption), mutedil çalışmasını yerine getiren bir sistemin, algısı kapsamında olan dış etkenlerin, amiyane tabir ile, dürtmesi sonucu çalışmasına ara vermesi durumudur. Her alanda var olan, sosyal etkileşimin ve iletişimin üzerine oturduğu temel dinamiklerden birisidir.

Bir kaç örnek...

Bir iş yerinde çalışan departmanın, gün içindeki sıradan çalışmasını, üst düzey bir yönetici beklenmedik bir talimatla bir anda değiştirebilir. Oysa o ana kadar bölüm amirinin yönlendirmesine tabi, kendi halinde çalışan insanlardı. Üst yönetici o departmana "kesme" göndermiştir.

Türkiye'nin herhangi bir yerindeki herhangi bir askeri birlik ya da karakola genel kurmay başkanının ansızın ziyaret edeceği haberi ulaşsa, oluşacak panik halde toz dumandan, gözün gözü göremeyeceğini tahmin etmek, güç değildir. Genel kurmay başkanı, orada işi "kesmiştir".

Cumhurbaşkanının, başbakanın ziyaret edeceği bir ilçeyi düşünün: Belediye yolları asfaltlar, trafik belki kesilir, trevatuvar'lar boyanır... Yerine göre; davullu zurnalı karşılama heyetleri, kurban kesme merasimleri... "Devlet baba" da o beldede işi "kesmeye" uğratmıştır. Yani; o an ondan daha önemlisi olmadığı için herşey, ziyaret sonuna kadar askıya alınmıştır.

Konuşan birinin sözünü "kesme" : Geçerli bir neden yoksa ciddi bir kabalık kabul edilir. Konuşmayı kesen söyleyeceği şeyin o an konuşulan ile mukayese edilemeyecek kadar önemli olduğuna emin olduğunda böyle bir teşebbüsün içine girmelidir.

Bilgisayar terminolojisinde de yoğun olarak kullanırız kesmeyi: Bilgisayarınızı kullanırken bir donanım arızası oluşması, saatin sürekli çalıştırılmak zorunda olunması, bir dosyayı sabit diskinizden yüklemeye çalışırken "bozulmuş disk alanı" nedeniyle hata alma, yazıcıya gönderdiğiniz sayfalarca dökümün ortalarında "kağıt bitti" uyarısı... Bunlar da kendi kulvarında kesmelerdir.

Otomobilinizde benzinin bitmesi, tüm konforuyla hareket eden aracınız için ciddi bir kesmedir. Lastiğin patlaması, gözünüze toz kaçması ciddi sürüş kesmeleridir.

Kısaca "kesme" her yerdedir. Bireysel, sosyolojik, biyolojik, mekanik, dijital dünyada... Çünkü insanın, etkileşimin, hayatın veya iş sürecinin olduğu her yerde zaman zaman bazı önceliklere göre "kesme", "lafı balla keser", araya girer. Bazı olası durumlar ve kişiler, diğerlerine göre önceliklidir. Onlar çağırdıysa herşeyi bırakıp yapmak, bitiminde kalındığı yerden devam etmek gerekir. Bu rütbesel öncelikler silsilesine uyum, süreçlerin ahengi bakımından önemlidir.

Derste hocanın söze girmesi, namazda abdestin kaçması da birer "kesme" üretir, işin akışını değiştirir, kısmi zamanlı bir kesintiye uğratır.

Kötü ve adalete inanmayan, başkalarının hakkına mütecaviz kalarak özünde çürük bir inanca sahip olunduğunun göstergesi, öz güvensizliğin sembolü, belki de civarınızdaki tecrübeleriniz nedeniyle size aşina gelecek olan, ilkel toplumların bir "kesme"si: "hamil-i kart yakınımdır" paraflı kartvizitler gayri ahlaki birer "kesme"dir. Öyleki, kimi zaman hak edenin yerine hak etmeyene imtiyaz verir, kapı ve yol açar, başkasının hakkını gasp aracı olur.

Bir hastanede, acı sirenlerle kapıya yanaşan ambulans bir "kesme" üretir ve işin akışını keserek acil müdahale gerektirir.

Ambulans, itfaiye, polis araçlarındaki flaşörlü sirenler de birer kamusal "kesme" üretir. Her nerede çalınmaya başlarsa, trafiğin normal akışının "kesilmesi", acil bir durumdan ötürü talep ediliyor, demektir. (Ah bir de, gereksiz yere kullanmasalar..)

Deprem, yangın ve her türlü doğal afet de birer "kesme" şüphesiz; karşılaşılması durumunda mutlak önceliği alırlar.

Ve bir insanın dünyadaki yaşamı boyunca alacağı en büyük kesme: Ölüm...

Yapılacak onca iş, planlar, projeler, geleceğe dair hayaller, kariyer, şan, şöhret, para, anlaşmalar... Beynin her hücresini meşgul eden ne kadar faaliyet var ise hepsinin, "ansızın" gelen ve hiçbir zaman "beklenmeyen", bir trafik kazası gibi bir anda gelişen ölüm karşısında tam anlamıyla "kesme"ye uğradığını, hatta diğerlerinden farklı olarak "anlamsızlaştığını" görmek gerekir.

Uğrunda bitap düşercesine koşturulan herşey bir anda durur, şapka düşer ve gerçek görünür, aslında çoğu kez bir zerre kadar değeri olmayanlar için oyun biter, ışıklar söner, sahne perdeleri kapanır.

Empati yapmalı; tam o noktayı yaşayan insanla ama tam o nokta: Bir an öncesi "kesilmemiş" akan hayatın içinde, peşinde koştukları ve bir an sonrası, dünyayı terk ediş... Ve ortasında son nefes: Ve cesurca sorun kendinize, o an fazladan bir nefes için vermeyeceğiniz şey olur mu? Bir tek nefes için, şu anda sağlıklı bir şekilde hesapsızca alıp verdiğiniz, bu işi yaparken hiç düşünmediğiniz o hayat emaresi, nefes...

Bu kesme tasvirim önemsiz geldiyse, tam sürat devam edin, kendi elinizle "kesmeyin" hayatı yer yer, durup düşünmek için. Nasıl olsa o son kesme bir gün çalacak kapınızı ve diğer örneklerim gibi geçici değil, kalıcı ve son bir "ara veriş" olacak sizin için.

Bunca yazıyı başka bir amaç için yazmıştım ama ölüme de dokunması güzel oldu sanırım. İnsanların birbirine ölümü hatırlatması; o son, en büyük, geri dönüşsüz, mutlak "kesme" öncesi "anlamlı işler ve izler" üretmesi konusunda muhataplarını motive edici olması kadar, ne güzel olabilir?

Oysa yazıma başlarken meramım şu idi: Ramazan'ı uğurladığımız şu günlerde farkına vardımki, benden beklenen türde yazılarıma ara vermişim bu ay. Hem Ramazan ayından hem de neredeyse Ramazan müddetince, gördüğüm öldürülmüş çocuklar, dram manzaralardan dolayı yazılarım "kesmeye" uğramış meğer, özellikle Filistin'deki dram üzerine odaklanmış ve teknik konuları es geçmişim, farkına yeni vardım.

Bu insani bir "kesme", böyle değerlendirilip mazur görülmeyi dilerim. Ramazan her açıdan duygusallığın yoğun yaşandığı bir süreç. Zaten eğer bu ay yapılan işler duygusallık getirmiyorsa, bir şeyler ters gidiyor demek değil midir, Ramazan'da.

Hayatımız bir kumaş misali: Kesip biçip, anlamlı bir elbise çıkarmaya çalışmak ve miras olarak bırakmak gerek, son "kesme" vakti insanlığa. Kimse elbisenin büyüklüğüne, küçüklüğüne, rengine, desenine, modeline söylenemez çünkü hepsi emek eseridir ve bir ömre bedeldir. Lakin bütün bir yaşam boyunca elbise dikmek diye bir derdi edinmeyerek hem bencilce sadece kendini örtmekle meşgul olup hem de tembelliği yoldaş edinip işte o, son ölüm "kesme"sine gelindiğinde, elde paçavra olmuş, halen ham bir kumaş ile kalakalmak ne hazin, utanılası, ayıplanısı bir sondur, "Oku!" denen ve kendinden gelişmesi, geliştirmesi beklenen insan için.

Ramazan "kesme"sinin sonuna geldiğimiz bu günlerde, şimdiden iyi bayramlar.

BALIĞIN NASIL TUTULDUĞUNU O GÜN ÖĞRENDİM

Çok yıllar önceydi. Misinasını alarak şansını Galata köprüsünde denemek isteyen sıradan bir ortaokullu öğrenciydim herhalde. Bilirsiniz, Galata köprüsünde balık tutmayanın İstanbulluluğu şaibelidir, denir bazı kesimlerce.

Tenhaydı o gün Galata, belki de biz erken gitmiştik. Çoktan nakış gibi işli korkulukların arasından oltamın misinasını, iğnelerinin ucuna küçük yem parçacıkları takarak, besmelelerle, çocukluğun masumane duaları eşliğinde sarkıtmış, denizin ne kadar ikramda bulunacağını merakla pusuda bekleyen bir avcı gibi misinayı elimle "dinliyordum", balık vurdu mu diye.

Ne kadar süre geçtiğini hatırlamıyorum, akan insanların çoğaldığı öğle saatlerine yakın bir vakitte, bir pazar sandığı, içi dolu bir büyük poşetle üç kişi peydahlandı dibimde. Üzerinde bulunduğum kaldırım kesimine sandığı koyup, poşetin içini boca ettiler üzerine. Yakından bakınca, o zamanlarda işportacıların revaçta olan ticari emtiası; limon sıkacağı olduğunu gördüm. Plastikten, rengarenk bir curcuna gibiydi sandıktan türetme tezgahlarının üzeri. Buraya kadar herşey normal, değil mi?

Tezgah kurulumu bittikten sonra üç kafadar biraraya gelip fiskos fiskos, duyamadığım birşeyleri konuştuktan sonra içlerinden biri, hızlıca cebinden çıkardığı paralardan birazını diğer ikisine pay ederek verdi ve bu adamlar tezgahtan uzaklaşarak, giderek artan köprü kalabalığının içinde yitip gittiler.

Artık herşey hazırdı. Tezgahın başında kalan adam birazdan bir seyyar satıcıdan beklenen nağmelerle davetkar ve tahrik edici çığırtkanlığına, kulağımın dibinde feryat figan başladı: “Koş vatandaş koş, yüzyılın buluşu, yorulmaya, zaman harcamaya, çekirdek ayıklamaya paydos, bilmem nereden ithal!...” diye bağırırken bir yandan da eline aldığı limonların böğrüne küçük bir borucuğu andıran limon sıkacağını batırıyor, bir hamlede küçük çay bardağını limon suyu ile dolduruyordu. Öyle yakındıki tezgahları bana, adam limonun kalbine hançer gibi o plastik sıkacağı sapladıkça fışkıran limon suları bana kadar geliyordu. Rahatsız edip etmediğini sorma inceliğini pek beklemeyin, olmuyor bizde.

Adamın tüm bağırtısına ilk tepkiler birkaç nazlı, durmadan bakış atıp geçen yayadan ibaretti. Ta ki, az önce giden diğer iki adam tezgaha dönene dek. Edaları farklıydı bu kez, tezgahın yol tarafından yanaşıp şaşkınlık ve hayranlık hareleri yayan müşteriler gibi eğilip aldıkları limon sıkacaklarına adeta sanat eseri muamelesi yapıyorlardı. Bir yandan da yüksek sesle “Aaa, biz bundan kullanıyoruz, çok memnunuz.”, “Kayınvalideye de alayım, çok istiyordu” ya da "Aaa, çok ucuz (!) Ver oradan bana beş tane..." kabilinden bir sürü sloganvari yorumlar getiriyorlarken etraflarının birer ikişer insanla dolduğunu şaşkınlıkla seyrettim. Birkaç dakika sonra tezgahın etrafında iğne atsan yere düşmez bir kalabalık oluştu ve devamı, malumumunuz. Muhtemelen o gün kaldırımda yürüyen siz de olsanız, “nedir bu kalabalık” diye içine girer ve o kalabalığın bir parçası olurdunuz. Gerisi ise sürü psikolojisini yönetme kabiliyetine kalmış. Adamlar da yarım saati bulmadan sermayeyi nakde dönüştürüp tezgahlarını alıp çoktan gitmişlerdi bile. Herhalde ne olduğu meçhul yeni model elektronik oyuncaklar için geceden sıraya girip teknoloji marketler önünde izdiham oluştur(tul)an kişilerin sırrını şimdi daha iyi anlıyoruz, değil mi?

O gün pek balık tutamadım, birkaç yavru istavrit dışında. Ama balık tutmak için insanların nasıl hilelere tevessül edebileceklerini öğrendim. İnsanın para kazanmak için kullanabileceği akla hayale gelmedik yöntemlerinin sınırsızlığı, ne kadar tehlikeli olabileceği, ahlakın edebin bu uğurda ne de yerle yeksan edilebileceği gerçeği karşısında hayretlere kapıldım.

Boş yere değil, Peygamber Efendimiz’in her çarşı pazara çıkışta “tüccarın şerrinden” Allah’a sığınmışlığı. Kitaplarda yazan, sorulduğunda kendi söylediği doğruları elinin tersiyle itecek kadar gözü dönmüş bir yaratık haline gelebiliyor insan, dünya çıkarı ve kazanç hırsı karşısında.

İstanbul’da başlayan Shopping Fest’e bir de bu gözle bakın. Etkinliğin 2014 afişinde bir kadın kayıktan balık tutuyor. Oysa altın dişli, tüccar “sandıkçılar” oltadan çıkana kanaat etmiyor, trol kullanıyorlar. Vitrinlerinden 52 hafta indirmedikleri “indirim” yalanları yetmiyormuş gibi, denizin dibini kazırcasına ağları ile donattıkları alana “Shopping Fest” yaygarası ile masum balıkları, bizleri, rahat kandırılabilir ve ihtiyaçları olmayan şeyleri almaya yönlendirilebilir bireyleri sokmaya çalışıyorlar. O yola düştü mü bir balık, kurtuluşu yok genellikle, çünkü yolun sonu trol: Yem oluyorsunuz.

İnsanın bu acımasızlığı, aşağıca ve onursuzca çıkarperest yaklaşımı her alanda varmış meğer, ben fanusta yaşamış, gerçekleri görmezden gelmişim uzun müddet. Adam raf ömrünü uzatabilmek, maliyeti düşürebilmek için artık gıda olmaktan çıkmış market ürünlerinin içine sokmadığı katkı maddesi bırakmıyor. Toplum sağlığı, insan hayatı kimin umrunda çıkar karşısında.

Peygamber Efendimiz’den: “İnsanın gözü doymaz, iki dağa dolusu altını olsa üçüncü dağı ister. İnsanın gözünü ancak toprak doyurur.”

Benim bu kadar uzun laf kalabalığıma karşın ne de öz ve herşeyi anlatan bir hadis değil mi?

İçimi acıtan devlet dediğimiz, tabi olduğu anayasasında “vatandaşının haklarını, sağlığını, huzurunu, kültürü, değeri...” korumakla mükellef kılınan milli örgütlü omurgamızın da giderek altın dişli materyalist azgınların etkisiyle bu görevlerini suistimal etmesi, görmezden gelmesi, bunlar da yetmiyormuş gibi, “Shopping Fest” gibi rezaletlere sponsor olmak kadar aymazlığını ayyuka çıkarmış olmasıdır. Devlet kimindir, neye hizmet eder, anayasada yazanlar devlet için sadece birer hikaye midir?

Tüketim müptelası olmaktan dolayı borç batağına saplanan, bankaların hacizcileriyle evlerini başlarına geçirdiği, ocakları söndürdüğü, ortaya çıkardığı huzursuzluklarla aileleri dağılan, birbirlerini sahip oldukları mallara, imaj mukabili markalara göre değerlendiren, masaya koyduğu telefonun markasına göre karizma katsayısının oluştuğuna inanan bağımlı bireyler zümresi olan, gelecek nesillere, daha şimdiden gençlere verebileceğimiz tek “kültür” bu olma yolunda hızla ilerleyen bizler devleti dava etsek haksız mıyız? Bu dünyada hakkımızı alamasak bile mizan-ı mahşerde buna sebep olanların önüne hiç gelmeyecek midir?

Mantar gibi çoğalan kanser vakaları karşısında, yiyecek “katkı katılmamış”, “glikoza bulanmamış”, hormonsuz bir tek meyve sebze, gıda bulamayan insanlar, “epigenetik; beslenme ve çevresel nedenlerle” toprağa verdikleri sevdikleri için sağlıklarını koruma görevini, yine altın dişleri parlayan tüccarların etkisiyle, yerine getirmeyen devleti dava etseler kazanamazlar mı? Eğer bir hukuk devleti var ise kazanmalılar. Kazansalar dahi, bu canlarından bir parça olan sevdiklerini geri getirir mi? Bu dünyada haklarını alamasalar bile mizan-ı mahşerde buna sebep olanlarla hesaplaşmayacak, dava etmeyecekler mi?

Bilmek insanı mesuliyet altına sokar. İşte bundan ötürü alimlerin mürekkebi, şehidin kanından ağırdır. Bununla mukayesesi olmaz ama vasati hemen her inanan ailenin çocuğu yaz kurslarında, okulda dini eğitimlerden geçiyor. Hele bir de imam hatipli olmakla övünen bir kesim varki sormayın. Haklılar da, dinin vecibelerini ve gerekliliklerini çok daha yakınen öğrenme bahtiyarlığına erişmişlerdir çünkü. Çünkü insan inanç demektir, gerisi sadece bir et yığını. Ne hazinki, buna tezat haller, hem de imam hatip okumuş bireylerden görmek, dini akaidi öğrenmenin doğru amelde bulunmak, doğru yönelimler sergilemek ve insani değerleri her zaman ön planda tutmakla aynı anlama gelmediğini gösteriyor. Demekki imam hatip okumaktan daha fazlası gerekiyor, doğru insan olmak, altın dişli kapitalistlere bu memleketin insanını yedirtmemek için.

Hatasız insan yoktur. İcraat makamları ise hatanın, doğası gereği ürediği alanlardır. Hata yapmamayı garanti altına almak için proje üretmekten, iş yapmaktan geri durmak olmaz. İyiki var hatalar ki bizi geliştirenler onlardır. Önemli olan “burada hata yaptın, doğrusu şu olmalı” diyene yöneticinin takınacağı tutumdur ki bu da onun sınavıdır.

Hiçbir söz yokturki dinlemeyene işlesin, hiçbir kitap da yazılmamıştırki okumayana aydınlık sunsun. Eleştirilerimi bu kabilden, elden ele ilgililere ulaştırmanızı diliyorumki sözüm yerini bulsun.

Shopping Fest bir illüzyondur, trol ile balık avlamadır, harcama ve tüketimi insanlar için kalıcı bir değer haline getiren gayri ahlaki bir pazarlama stratejisidir ve derhal vazgeçilmelidir. Bizim toplumsal dinamiklerimizde suni imajlar değil, birliktelikten gelen sosyal yaşam istekliliği ve tevazu ülküsü var (idi) iken, buna vurulmuş materyalizmin kurumsallaştırıldığı son ve öldürücü darbedir.

Şimdi iyi “shopping” ler İstanbul. Yöneticilerimiz çünkü öyle diyor.
Ne olursa olsun, “İsraf haramdır” emrine uymamanın faturası ise vadesini bekliyor.

Cem Turan

ŞEBEKLİK YAPMAKTAN "OKU!"MAYA FIRSAT BULAMIYORUZ

Mangalda kül bırakmayız, iş lafa gelince. Duyanlar "yahu, adam ne de güzel sindirmiş içine dini, hayatın sırrına ne de vakıf" diye gıpta ile bakıp dururlar.

Bazen ilim havuzunda bir balık olmaya gerek bile yoktur, umumun hayranlığını kazanmak için. Çünkü halk zaten gönüllüdür genellikle, birilerini göğe uçurmak, yeni "kurtarıcı" ilan etmek için. Hani derler ya; "hocanın kendi değil, tebaası uçurur", diye. Hah, işte tam da öyle.


Eğer bu işlere niyetiniz varsa siz de, Peygamber Efendimiz'in hayatını konu alan bir Siyer kitabını ezberleyin, biraz bağlantı kullanıp geçin kamera karşısına. Acınaklı bir ses tonu ile gösterin performansınızı. İsterseniz belediyede memur olun hiç önemli değil, kısa süre sonra kadrolu hoca olacağınızı garanti ederim. Sözde tevazuyu anlatırken, birden şoförlü makam araçlarıyla çocuğunuzu okula bırakmaya başlayacaksınız. Şanınız öyle yürüyecekki, memur olduğunuz belediye gibi belediyelerden birinde başkan danışmanı bile olabilirsiniz, örnekleri vardır.

İşletmenizi devredip daha karlı bir kulvara geçecek, "Diriliş hareketi" organizasyonları yapıp kitaplar basacaksınız peşisıra, medya sizi keşfedecek ve programlar yapmaya başlayacaksınız.

Rivayet oki; bir hoca bir Ramazan ayı boyunca yapacağı program için 600 bin TL almış. Neye mukabil, hangi malzemeye?

"Gözyaşı geceleri" diye bir laf uydurup "Ağlamayana parası iade" diyecek, salonlarda bir tür yeni titan gösterileri yapacaksınız. Hatta işi abartıp bir organizasyon firması olacak, sükseli otobüslerle ulusal arenada sahne gösterilerine döndüreceksiniz.

Kendinizden olanlarla güç birliği yapıp televizyonlarınızı, radyolarınızı, yayınevlerinizi kuracak ve işletecek, "körler sağırlar birbirini ağırlar" misali; nöbetleşe programlarınıza sizden olanları davet edeceksiniz.

Bir besmeleyi onlarca çeşit, anlamsız müzikal lakırdıya dönüştürenler, kulak tırmalayan ve pop şarkılarından daha beter ve değersiz, tasavvufun ritmik iç aleme zerkedişinden fersah fersah uzak, ıhlamalı tıslamalı güya ilahiler ile dolu ortalık. Eğer bunlar ilahi ise  Amir Ateş, merhum İsmail Biçer, merhum Kani Karaca, merhum İsmail Bülbül ve diğer güzidelerin, her bir nağmesi içte bir yeri titretircesine söyledikleri ne idi?

Ritm ve müzik deyip yabana atmamalı: Süleymaniye'nin hemen yanındaki şifahanelerde musiki ile psikolojik hastalıklara derman aranırdı, örneğin. Tasavvuf müziği, verilmesi gereken ruha şifa mesajın, bir iğne deliği kadar küçük bir hazneden insana doğru tınıyla verilmesine çok özel bir ilim kulvarıdır. Herkesin harcı olduğunu düşünmek mahveder işte böyle. Bir kültürü, bir tarzı yer ile yeksan edip bırakır.

Bir de "şiir icracılarımız" çıktı uzun zamandır. Bir iki tamam ama baktı ki "bu işte para var", benim müteşebbis ruhlu insanım durur mu, koca bir şiir okuyanlar ordusu türedi. Ekranlarda, radyolarda dinlememek, müzik marketlerden albümünü almamak kötü işlerden sayılıyor.

Velhasıl çok ayıp bir iş oluyor çok uzun zamandır: Din ve dini semboller, ticari birer meta olarak kullanılıyor. Daha çok kazanmak ve tanınmak için herşeyi mübah görüyor insan ve bu uğurda üzerine lanet almaktan dahi çekinmiyor.

Çocukluğumdan bu yana farkında olduğum Eyüp Sultan'ın uhreviyetine, civarındaki dükkanlardan yükselerek boğan, çığlık çığlığa bağıran türlü sesleri çıkarıp ne çok zarar veriyor bu kirli çöpler.

Artık yazarsız, fabrikasyon kitaplar çıkarıyor bu yayınevlerinden. Çocuk eğitimi adı altında bir sürü tuhaf, sahipsiz, yayınevinin kadroluları tarafından kaleme alınıp birbirini tekrar eden ama şatafatlı, renkli resimli bir sürü kitap.

Birileri telefonla arayıp bayağı satıcılar gibi, "Kuran" pazarlıyor. Oysa birkaç on yıl öncesinin basımı olan Kuran-ı Kerim'lere baktığınızda edepten üstüne fiyatının yazılmadığını görürsünüz. Çok çok "Hediyesi" derlerdi, o bile şaibeli.

Bu ahval içinde dini ve insani değer adına ne varsa yozlaştıranlardan dinin sahibinin hesabı soracağı güne kadar, en azından şunu söylemeli: Tüm bu hengamede "Oku!" diyenin bu ilk emrini es geçiyoruz. Sadece biz değil, görünen o ki; neredeyse müslüman olduğunu iddia eden bütün coğrafyalar bu önemli emre itaat edip itibar göstermediklerinden, bugün tüketen, sömürülen, kolayca manipüle edilen, alt üst edilip taş üstünde taş bırakılmayan, ilimden ve fenden nasiplenmeyen, teknolojik olmayı "parasını bastırıp almak" sayan toplumlar olmaktan ileri gidemiyorlar.

Bakın etrafınıza, komşularımıza ve bize... Yaptıklarımıza, içine düştüklerimize, holdingleşmiş cemaatlere, fukaralık içinde ezilen insanlara. "Okumak" bunların neresinde, siz karar verin.

Kitap okumak değildir, "okumak", özel okullar kurmak da hiç durmamacasına kitaplar, dergiler, gazeteler basan yayınevleri kurmak da değil:  Çok farklı ve maalesef halen bizde anlaşılamadı.

Yusuf İslam adını alan Cat Stevens'ın şu sözü çok manidardır: "Ben İslam'ı, önce Kuran'dan öğrendiğim için müslüman oldum.Kuran'dan önce müslümanlarla tanışsaydım ve onlardan öğrenseydim, müslüman olmazdım."

İslam tembelliğin, miskinliğin, terörizmin, asalaklığın, soygunculuğun, sömürünün, Allah'ın sözünü pazara çıkarmanın ve onun sırtından paralar kazanmanın, bu sayede sırça köşklerde oturmanın ve dibindeki sıkıntı çekenlerden lafta muzdarip olsa da aslen bihaber olmanın adı değildir. İslam markalaşmak değildir, fırkalara bölünmek, diğerlerini kötülemek, dışlamak hiç değildir.

Zamane fotojenik hocaları ne derlerse desinler, bir gerçek kaşımızda: Kim olursa olsun, "okuyabilendir" gerçekten yaşayan İslam'ı, hayatı, varoluş amacına uygun bir çizgiyi.

Cem Turan

ANNE-BABALIK VE ONU DA "-MIŞ" GİBİ YAPAN GULYABANİLER

Dün, oldukça elit, yeni İstanbul semtlerinin birinde, büyük bir marketin çıkışında tanık olduğum biz manzara, bunları yazmaya mecbur bıraktı beni. Yazarın "yazmasam ölecektim" dediği gibi ben de ölmemek için sizinle paylaşıyorum:

Anne ve babalık kurumunu hep çok önemsedim. Çünkü bu mertebeye gelmiş bireylerin, en azından teorik olarak, yaşadıkları neslin bir sonrakinin temelinde harcı olmaya, kendi zamanlarından bir sonraki kuşağa geçirgen bir turnusol, bir transfer kağıdı, taşıyıcı, dönüştürücü olmaya namzet, o yetkinlikte adaylar olduğuna inanıyorum. Bu sadece o makamın tanımı, o makamı işgal eden bireylerin halihazırdaki durumlarını tarif etmiyor.

Yine insanların bu göreve ihanetleri konusundan yalıtılmış şekilde, makam-ı âli olan bu çok özel mertebeyi irdelemeye, izninizle devam edeyim:

Bir insanın olgunluk emaresidir, aile kurmak. Bir ağaçtan önce tomurcuk, sonra yeni bir dal şekliyle uzayan, toplumsal olarak uzuvlaşan bir insanın, tıpkı kendinden öncekiler gibi tomurcuklar vermek için gösterdiği bir yönelimdir, anne-baba olma kararı.

Şatafatlı, sanal bunca mevki ve ünvanın pervasızca dağıtıldığı dünyada, bir insanın edinebileceği, bakiyesi inananlar için sonsuz dünyaya da uzayan,  en ulvi, büyük rütbedir anne-baba olmak.

Hani, eğlence yerlerinin kapılarına asılmış "Damsız girilmez" yazılarına nispet edercesine, anne-baba olunmadan anlaşılamayacak, çok özel bir bahçenin sakini, bahçıvanı olmaktır, anne-baba olmak.

Rehber olmaktır, yol göstermektir, öğretmen olmaktır, "ben" zamirini kitabından silip "biz" gözüyle yaşayabilmenin erdemine erişmişliğin sözlükteki izdüşümüdür, anne-baba olmak.

...Ve sağlam bir filtre olmaktır, ebeveynlik: Kendisini oluşturan toplumun, kendi gelişim süreçlerinde de bildiği, gördüğü, yaşadığı olumsuzluklarının, hatalarının, zararlı hallerinin şimdi oluşumunda söz sahibi olunan, yeni nesle de sirayet etmesine mani olan, iç dünyasında hissettiği varsa, geçmişin kötü izlerini geleceğe aktarmamak konusunda kararlı olan kişilerin güç işidir, analık ve babalık.

Bu ve benzerleri anne-babalıkta olmazsa olmazı anlatan bazı satır başları, kendimce. Ya olmaması gerekenler, yani; olursa olmazları nedir anne ve babalığın?

"Ti"ye alınacak, dizi filmlerden öğrenilecek bir görev, "saldım çayıra Mevla kayıra", "ille de ben" türü bir bakışı kaldırabilecek bir yer değildir, anne-babalık.

"Her koyun kendi bacağından asılır" diyenin taş olması gerektiği en üst sosyolojik halkadır aile. Bu sorumsuz, tuhaf savı savunan, zihninde yer ayıran bir kimse aile kurmaktan, anne-baba adaylığından, hazır olacağı güne dek uzak durmalıdır, toplumun bekası için çünkü bu bencillik kokan görüş, bir bireyin sosyalliğinin oluşmadığının, sorumluluk bilincinin en ilkel seviyede kaldığının bir göstergesidir. Bu kişiler belki 40 fırın ekmek yemeliler, anne-baba olmak için. Çünkü anne-babalık biyolojik bir olaydan değil, sosyal bir vasıftan beslenir, saygınlığını buradan alır.

"Dediğimi yap, yaptığımı yapma" diyecek kadar aymaz insanın işi değildir, anne babalık çünkü o, hal diliyle konuşma sanatıdır. En önemli okuldur aile. Boğazına kadar yanlışların, kötü alışkanlıkların, sorumsuzlukluklar yumağının içinde yüzen ve en kötüsü bunları umursamayıp sıradan gören ve kendi tomurcuklarını da buna ortak eden kişilerin yönetimindeki okuldan çıkanın işi gerçekten çok zordur. Çünkü her çiçek, yetiştiği çevreye uyar.

Parayla, malla, hediyeyle kendi yokluğunun, görevlerinden kaçışın yeri değildir anne-babalık. Bir öğreti, duygusal doygunluk, paylaşım vermeden eşyayla şımartılmış, tatminsiz, ruhen aç çocuklara telefondan "cicim" deme yeri değildir asla.

"İşim var, toplantım çok" diyerek, çocuklarının gelişim süreçlerini öteleyen, görmeyen, desteklemeyen, öncelikler sıralamasında "kariyerden sonra" bilmem kaçıncı sırada aileye yer veren kişilerin harcı değildir, ebeveyn olmak.

Ve toplum: Oldum olası, çocuklarını böyle önemli bir kurumun yönetimine hazırlamak, felsefesini aktarmak yerine "âdet yerini bulsun" kabilinden evlenmelere, şuursuzca zorlar insanları. Eskiden karakterin henüz esnek olduğu, genç yaşlarda evlilikler yapıldığından ve büyüklerin hep civarda olduğu geniş aile modelleri yaygın olduğundan, kontrol altında karakterler bir potada erir ve uyum gösterecek şekilde şekillenir, ortak bir davranış modeli haline gelerek ailelerin kurumsallığını sağlardı. Bugün ise "fırsat bulamaktan ötürü" otuz hatta kırklı yaşlara uzanan evlenmeler, artık çoktan elastikiyetini kaybederek "odunsulaşmış" karakterlerin dünya metaları ve maddi bağımsızlıklar eksenindeki güç gösterilerine sahne oluyor, sık sık. Sonuç; her geçen gün büyüyen vahim tablo: Bir oyun, dizi film senaryosu gibi kurulmuş ve parçalanmış aileler ve onların mutsuz, parayla doyurulmaya çalışılan çocukları.

Daha devam etmeyeyim, ucu herkese dokunur çünkü. Bu yazımın okuyucularının kimler olduğunu öngöremiyorum ancak bildiğim; büyük kısmının "üç günlük" denen dünya hayatının belki bir, belki iki gününü de tükettiği, belki de üçüncü günün uzatmalarında olduğu. Doğumdan sonra alınan ilk nefes, eğer nasibi varsa tüketilecek, "üç günlük" dünyadaki ilk yaşlanma halkası değil mi? Yarına bırakılmış sorumluluklar, ayyuka çıkmış umursamazlıklar, vurdumduymazlıklara bahane olan sanal telaşların önemsizliğini hatırlatacak bir ölüm bekliyor hepimizi. Oysa son pişmanlık hiçbir yerde para etmiyor.

Yazımın başında bahsettiğim marketin çıkışında ne mi gördüm?

Yeni, modern İstanbul semtleri türetiliyor büyük bir hızla. Küçük stüdyo daireler, etrafı duvarlarla örülü, ortasında "havuz" adında bir çukura doldurulmuş su ve çevresindeki bloklarla klişe şablonlara hızla alışıyor insanlar. Dolayısı ile böyle muhitlerin müdavimleri de başka oluyor ve bu profilleri ortaya koyan en şaşmaz "sosyal" mekanlardan biri de bölge marketleri.

İşte böyle yüzü asık, muhtemelen dağıtılmış ailelerin özellikle "anneleri" ve yanlarında mutsuz çocuklarının çokça olduğunu hissettiğim bir marketten çıktığımda, kapının önünde genç bir anne sigarasını ateşliyordu. Derin bir nefes çekip dumanını etrafa savurduktan sonra, yanındaki sekiz, bilemediniz dokuz yaşlarındaki oğluna, içinden az önce sigara aldığı paketi ve kullandığı çakmağı verdi. Çocuk, alıştırılmış olduğu bu anormal durumu yadırgamadan sigarayı ve çakmağı, safari pantolonun yan cebine koyup cep kapağını ilikledi.

Kötü oldum, boğazımı düğümledi belki de çoğunun es geçeceği, "adam sen de" diyeceği "sıradan" olay.

Adam ben de! Haklısınız, o pırıl pırıl yüzlü, aydınlık çocuk da kararacak, karartılacak çoğu gibi: Hep birlikte, "adam sen de" demeyi alışkanlığa dönüştürmüş, düşünmeden yaşamayı fazlaca sevmiş, görevinden ve geleceğine dair sorumluluklarından çoktan vazgeçmiş gibi görünen bir toplumun içinde ve anne eliyle.

Ne çok bir arada kullandım değil mi, anne ve babayı: Ömür pahasına, düşe kalka, gelecek nesle sağlıklı, mutlu, topluma değer katan, güzellikler üreten, hayat emanetinizi verseniz dahi "güzel işler defterinizi" sizin adınıza doldurmaya devam eden çocukların ve toplumun anne-baba üzerinde büyük hakkı vardır. Bu makamı bu denli değerli kılan, altına girilmiş olunan bu büyük sorumluluktur. Canla başla yapılması gereken, bireyin varlığının taçlandığı bu yüce yolculuğu hakkını vererek yapmaya çalışmak varken, anne-babay(-mış) gibi yapan gulyabaniler, cicili elbiseler, sükseli hediyeler, gezmeler tozmalar, istemeden almalar, özel kolejlere göndermelerle ne çocuklarını kandırabilirler ne de bu topluma verdikleri zararın vebalinden kurtulabilirler.

Gulyabani fazla kaçtı, ağır geldi diye düşünmeyin hiç. Az bile söyledim. Ağır olsunki, onlara, onları hazırlıksız evliliğe iten onların ailelerine ve onların da ailelerine, hepsine göz yuman topluma, aileyi korumakla ilgili anayasal görevlerini bir kısım tüccar çok kazanacak diye bozuk para  gibi harcattıran, kitlesel bir eğitim aracı olabilecekken özellikle dizileriyle salgın hastalıkların vatandaşlarına bulaşmasına sessiz kalan develete kadar herkese ibret olsun.

Annelik ve babalık çürürse toplum çürür. Aile korunmazsa toplum yıkılır. Şuur, bilinç olmazsa yaşam sadece biyoloji kitaplarında anlatılır. İnsan olmak ise bir başka bahara kalır.

Cem Turan

YÖNERGELER VE PROTOKOLLER TOPLUMU OLMAK

Farkında mısınız, her yerimiz giderek uyarı levhalarıyla doldu. Sarılı, yeşilli bir sürü levha. Kimi otobüste "o koltuğa oturma" diyor kimi "oturacaksan şöyle otur". Kimi "ses yapma" kimi "doğru yürü, etrafına bakma"...

Özellikle toplu taşıma araçlarında ayrılan koltuk işaretlerinden başlamak istiyorum: Medeni bir toplumda bu tür rezervasyon ifadeleri kullanmak dahi aslında insan onurunu incitici derin manalar içeriyor, üzerinde düşünüldüğünde. Okuyana "sen düşünemezsin şimdi, ben sana söyleyeyim" der gibi. Tabi, medenilikten kastım benim biraz farklı ve değer odaklı olduğu için bilinçaltımızda yerleşik medeniyet adreslerindeki uygulamaların bunun tam tersi olduğunu da söylemeliyim.

Oysa otobüste, vapurda, trende, metroda ve hatta parktaki bankta... Her ortamda her yer onlarındır, ayrıca rezervasyon yapmaya gerek bile yoktur. Özürlü, yaşlı, hasta yerini seçer ve yanaşması orayı istediğini gösterir, hemen gereği yapılır ve oturtulur. Ya da öyleydi böyle mekanikleştirilmiş bir yaşam şekline koşar adım geçmeden önce.



Çocukluğumu anımsıyorum; bir çocuğun, gencin bir büyük otobüse bindiği andan itibaren halen yerinde oturması büyük cesaret isterdi, yüzü kızarırdı. Otobüste birilerinden bu konuda, kızar edayla bir ikaz almasından çekinirdi çocuklar. Epeyce sonraları, uyku numarası yapma modelini geliştirdi bir kısım gençlik. Artık toplumsal dönüşüm başlamıştı. Bugün ise bakıyorum, bu tür numaralara bile gerek görmüyor toplumun filizleri hatta bir yaşlının veya hafif özürlünün bir gençten yer istemesi cesaret istiyor. Yanıbaşında ayakta duran ihtiyara inat, gayet rahat uzanıveriyor gençlik. Öyleki belediye, eskiden olmadığı şekilde, başkalarını rahatsız etmeden oturma şekillerini de yönergelerle hatırlatmak zorunda kalıyor.

Rank, rütbeye dayalı sosyal alan rezervasyonları...

Eskiden orduevlerinde de çok katı şekilde olurdu. Hatta kamu, rezerve ayrıcalıkları oldum olası sever her alanda. Yaya kaldırımının hizmete açıldığı basit bir törende bile protokol kendisine ayrılmış özel bölümlere gelir ve oturur. Hatta kimi zaman sıraları yüzünden kendi aralarında bile tartışma yaşanır. Oysa gerçek yöneticilik ve özellikle liderlik hiçbir protokol rezervasyonu olmaksızın, kitlenin içten gelen saygı ve hürmet ihtiva eden trafiği ile o anda şekillendiği yerde belli olur. Eğer gerçekten liderliği ve yöneticiliği kabul görmüş, içe sindirilmiş bir kişi sözkonusu ise tebaa zaten tâbi olduğunu yüceltecek ve onu öne sevk edecektir.

Okul yaşamında bu daha belirgindir: Bir toplantı ya da törende hiçbir hocamızın ayakta kalmasına razı olmaz öğrenciler ve hemen baş köşeye zaten geçirirler. Hocalarımızın da -en azından ekseriyetinin- böyle bir koruma kalkanı, ayrılmış alanlarda ağırlanma gibi bir talebi yoktur. Tevazu tabanlı yüksek onurlu bir ağırlanmadır ve çok hoştur, duygulandırıcıdır, bu konuda tanık olduğum ve gözlemlediğim sahneler. Kimileri ise bireysel özellikleri nedeniyle bu konuda tebaasına güvenemez ki aslında güvenmediği kendisi ve yaptıklarıdır, kendinden önce protokol koltuğunu gönderir, yetmez etrafını çevirtir.

Genç toplum, olgun ve öğretici, karar verici, yönetici olan yetişkin toplum kesiminin ürünüdür. Şikayetçi olduğumuz davranışları da bizim eserimizdir, yaptıklarımızın sonucudur tıpkı başarı ve güzel davranışlarından kendimize çıkardığımız hisseler gibi.

Eğer kültürel değerlerimiz modernlik adı altında bir bir yok edilmeye bu hızla devam ederse, yakında her yerimizin sarı ikaz yönergeleriyle dolmasına şaşmamak gerekir.

Örneğin apartmanlara da konulmalı, günümüzün 18 katlı, 33 katlı gökdelenlerine de:
"Komşuna selam ver",
"Merhaba de",
"Güleryüz göster",
"Çocuğu sev",
"Büyüğe saygılı ol" .. gibi.

Farkında mısınız, sokakta çocuklara yanlış bir hallerinde nasihat veren büyük de göremiyoruz artık. Çünkü "Sana ne!" yanıtı şamar gibi hazırda bekliyor. Çocuk annesini çağırıyor, o da "Sana ne!" demez mi dedeye, nineye. Tıpkı yabancı "medeni" örnekler gibi çocuğa yaklaşmak ve uyarıda bulunmak yakında suç sayılabilir bizde de, hazırlıklı olun.

Velhasıl söylediğine söyleyeceğine pişman oluyor ve yemin ediyor bir daha karışmamaya, iç dünyasına çekilip ölümü bekliyor. Çocuk ve gençler ise rehbersiz, danışmansız. İşte böyle çekirdek aile, çekirdek toplum olduk biz birkaç on yıl içinde.

Çekirdek... Kolay yutulur yiyecek. Yutulma riskimiz eskiden bu denli yoktu, toplumun hücresi sağlam aile yapıları bir bent gibi sosyal korozyonların önünde dururdu  ama bugün korkarım ziyadesi ile risk mevcut. Bunu görmek gerek.

Bir dinazorluk daha yapıp kaldırımlara ilişeyim: Harıl harıl belediyeler kaldırımları yeniden dekore ettiler son yıllarda ve halen ediyorlar. Bugün çoğu metropol kaldırımı, metro istasyonları sarı puntolu kaplamalarla görme engelliler için konuşur hale getirildi. Köşe başları tekerlekli sandalye geçişleri için yumuşak rampa geçişleri ile donatıldı. Çok da güzel oldu.

Lakin insanın aklına şu soru da gelmiyor değil: Beş on yıl öncesine kadar engelli insanımız, bu modern imkanlar yok iken ne yapıyordu? Geçmişten bu yana yollarda karşılaştığım bütün engellilerimizle ilgili hatıra kayıtlarıma başvurduğumda, hiçbir zaman yalnız olmadıklarını, yalnız bırakılmadıklarını çok net olarak söyleyebilirim. Eğer yolda gördüğüm bir engelli varsa, yanında mutlaka bir yakınını ya sandalyesini iterken ya koluna girmiş olarak yanında anımsıyorum. Geçmişin insanı engellisini asla yalnızlığa itmez, engellinin sosyal entegrasyonunda birinci dereceden rol sahibi, yollarda eli, ayağı, gözü oluverirlerdi. Böylece düz oluverirdi, engebeli kaldırımlar, özürlüler için. Bugün ise tıpkı engelsiz bireyler gibi engelliler de yalnızlığa hazırlandı, yalnız başına hayatını idame ettireceği normlara kavuşturulmaya çalışıldı kaldırımlar. Şimdi artık sık sık denk geliyorum, elinde asası ya da altında şarjlı sandalyesi ile bir başına şehri "okuyarak" geçen engellilere. Şüphesiz daha güçlüler ama yalnızlar. Siz hiç Avrupa'da yürüyemeyen yakınını sırtında taşıyan gördünüz mü? Zor... Ama bizim için gayet sıradan bir görüntüdür, yürüyemeyen anne, baba ya da çocuk, kardeşini sırtlayıp okula, işe, hastaneye veya nereye gidecekse götürene tanık olduğunuz. Giderek azalmakta yeni yaşam formatımızda.

Engelliler için bugün yapılanlara karşı olduğum gibi bir sonuç çıkmamalı bu yazdıklarımdan. Aksine onların gerçekten kendi ayakları üzerinde durmalarını sağlayacak her projeyi destekleyenim, daha fazlası olmalı. Yeterki engellilerimizin de toplumun diğer kesimleri gibi yalnızlaşmasının bir tezahürü olmasın bu düzenlemeler. Öyle yılda bir gün veya hafta engelliler demekle yalnızlıktan kurtarmış olmazsınız ya da sesli uyarı levhaları koyarak caddelere.

Bunca sözün özü; bir toplumda kültür eriyorsa sarılı, yeşilli, kırmızılı yönerge levhalarının sayısının artması, kaçınılmaz olur.

Cem Turan

HER İNSAN ÖLÜR AMA HEPSİ GERÇEKTE YAŞAMAZ

Cesur Yürek (Braveheart, 1995)... Vizyona girdiği 1990'larda mübalağsız, yedi yada sekiz kez aynı sinema salonuna giderek seyrettiğim, her defasında ruhumdan birşeyler koparıp birşeyler kattığını hissettiğim, Mel Gibson'un oyunculuğunu sonuna kadar konuşturduğu, benim için harikulade bir film. Henüz seyretmediyseniz, şiddetle tavsiye ederim, bulup mutlaka seyredin.



Ve Ortadoğu'da yaşananlar... Mutlu olmak dışında neredeyse her duyguyu farklı zamanlarda depreştiren olayların eksik olmadığı bir coğrafyada, güdenler ve güdülenlerin, insan canının değersizleştirildiği, eline silahı alanın haramiliğe soyunduğu dünyanın "uru". Oysa Binbir Gece Masalları'nda hep buraların efsanevi mimarisi ve gizemli ışıltısı anlatılır. Gerçekten de bir medeniyetler yatağının bir mafya yatağına dönüştüğüne tanık olduk, son on yıllarda.

Ve bir deyim: Bindiği dalı kesmek. İşte bunu yapan insanların toplandığı yer, Ortadoğu. Dünya üzerinde ne kadar güç odağı var ise, çıkarlarının çatıştırıldığı bir antik arena gibi adeta. Böyle bir arenada sulh, ancak oyuna ara vermek kadar sürer, dolayısı ile.

Hırsızın hiç mi suçu yok?

Pek tabi, var. İçindeki potansiyeli uygun şartları bulduğunda kinetiğe dönüştürüp, gözünü kan ve hırs bürümüş şekilde harekete geçmesi feci bir durum. Lakin evin kapısını sonuna kadar açanlar, tabelasında "müslüman" hatta daha da vahimi "insan" yazarken komşusunun güvenliğini hiç umursamayan, ahvali ile hiçbir samimi ilişkisi olmayan, petrol şırıltısı ile sarhoş, meşkü aşk içinde hayat sürenlerin, "bana dokunmayan yılan bin yaşasın" diyenlerin işledikleri suç ve altına girdikleri vebal karşısında korkarım hırsız devede kulak kalır. Çünkü hırsız kendinden bekleneni yapmıştır.

Oysa diğerleri insanlığı, müslümanlığı kitabi bir künye gibi sayfa üzerinde bırakmış, hayatlarına geçirmek şöyle dursun, dünyanın en alakasız topluluklarının bile içine düşmeyecekleri kadar yaradılış gerçeklerine taban tabana zıt bir hayatın, sapkınlığın içine düşmüşlerdir.

Bu insanların üretmek kitabına girmemiş, "bastır petrol parasını, al malı" diyenlerden olmuşlarsa, bugün pekçok örneklerini bu coğrafyada gördüğümüz gibi elalemin mandasıyla, ücretli himayesiyle yaşamaktan rahatsızlık duymayacak derecede onursuzlaşmışlardır.

Böyle bir kötü geleneğin mensuplarının, her ne kadar dış rüzgarların etkisiyle büyük oranda dejenere edilmiş olsa da halen koruduğumuz özgürlüğe düşkünlüğümüzü anlamalarını beklemek, abesle iştigal olur. Onlar maalesef, kendileri dururken bizim bunca kilometre öteden dünyada bu insanlık dışı ahvale çıkan belki de yegane ses olmamızı anlayamazlar.

Bizde de çok bozuldu istiklal bilinci. Çünkü "big brother" öyle istiyor. Topla tüfekle yıkamadıklarını son on yıllarda, başrollerde medya ve televizyon olmak üzere, sabır gerektiren bir kültürel çürütme stratejisi ile yapagelmekteler. Bugün "medeniyet" diye yuttuklarımız, geçmişte olmayan güncel bağımlılıklarımız var artık. Eski genelkurmay başkanımız sayın İlker Başbuğ'un yakınlarda yayınlanan kitabındaki şu cümleyi sizinle paylaşmaya değer, anlam yüklü buluyorum: "Özgür olmak, dışarıda olmak demek, değildir..."

Biz dışarıdayız şimdilerde. Çocuklarımız parkta oynarken bir bombanın kurbanı olurlar mı korkusu yaşamıyor, evimizde otururken penceremize bir tank namlusunun dayanmasını bile ihtimal dahilinde görmeden rahatça yaşayıveriyoruz, zahiren. Filistin'deki gibi sahilde kumdan kale yapan beş yaşındaki çocukların cesetleri gelmiyor hastanelerimize, yürekleri param parça eden anne baba dramları yaşanmıyor belki de. Fakat biz henüz özgür değiliz ve bunu bir hayli geç anladık. Ekonomik, bilimsel, sanatsal, endüstriyel ve politik özgünlüğümüzü ortaya koyabilecek, özgürce kendi stratejilerimizi uygulayamadıkça, dünyanın "tüketicileri" liginde bulunup bir pazar olarak birilerinin iştahını kabartmaktan öteye gitmedikçe de bağımsızlıktan söz edemeyiz.

Halimiz böyledir ve bu durumun uzun yıllar bilinçaltımızda "normalleştirilmesi"ni, uyuşturulmuş, bağımlılaştırılmış, kayıp nesillerle yaptı yapanlar. Şimdilerde biraz kıpırdanıyor gibiyiz ancak metodolojik hatalarımız çok fazla, bilimi görmüyor ve durumu "takım elbiseli, saçı jöleli" gladyatörlerle kotarmaya çalışıyoruz. Yazımın ana çatısı olmadığı için bu konuda daha fazla şey söylemeyeceğim,  merak edip ilgilenen olursa -ki özellikle sorumluluk taşıyan yetkililer cihetinden- bana sorarlarsa yapılan hataları tek tek sıralarım.
...
Bizim halimiz böyle olsa da dert edinmek bile güzel kalkınmayı, adil bir dünya içinde yaşamayı. Arap dünyası ile aramızdaki temel fark burada işte. Onlar dert etmez görünüyorlar, kendileri dışındaki hiçbir şeyi. Bu açıdan bizden ibretle, utanarak öğrenecekleri çok şey var aslında. Başta da onurlu yaşamak...

Cem Turan

İSTATİSTİĞİN CENGAVERLİĞİ VE ZEKAT

Çoğu kez... Bin tane süslü sözden daha anlamlıdır bir kare. Fotoğrafçılık ve çizerlik de gücünü zaten buradan alır. İşte bir çocuk, kimilerinin hiç bilmediği kimilerinin ise bilip de yüz çevirdiği muhitlerde. O da anne karnından steril bir sıvı içinde çıktı, onun da göbek bağı ve plasenta ikizi vardı doğduğunda, tıpkı diğer bebekler gibi.


Anne babası belki şimdilerde adet olduğu üzere; kız ise pembe, erkek ise uçuk mavi çikolatalar ikram edemedi ziyaretlerine gelenlere, yine aynı renklerde kapı süsleri asılmadı odalarının kapısına. Belki özel bir hastane odasında bile ağırlanmadı, ya koğuşta ya da evde mahallenin ebesi kesti annesiyle düğümünü.

Seremoniler, nüanslar elin tersiyle bir kenara itilince, gün gibi ortada hakikat: O bir çocuk. Benim, senin, onun çocuğu gibi.

Hani ülkeler yarış halinde ya: Yaşasın Gayrisafi Milli Hasıla! Ülkenin gelirini alıp o toprakta yaşayan insan sayısına bölüp, diğer bir ifade ile aritmetik ortalama hesaplayıp "Aha da kişi başına gelirimiz!" derler ya parayı hesaplaya hesaplaya bitiremeyen ekonomist amcalar, işte ondan bahsediyorum.

Hani bizde 2014 Yılı itibariyle 11.000 USD'yi geçmesi beklenen o sihirli ve özellikle maddeperest ekonomistleri kendinden geçiren GSMH dedikleri bir kişinin başına düşen gelir.

Şimdi o sözü edilen 11.000 USD'yi alın ve bu resme yerleştirin bakalım, nasıl başaracaksanız. Değil 11.000 Dolar, 11 Cent'lik bir standart görebildiniz mi, bu hakikat resminde?

Dünyanın ve dahi ülkemizdeki sorun istatistik oyunlarla onu alıp buna bölerek, çarpıp ekleyerek çözülesi değil. Bu olsa olsa istatistik cengaverliği olmalı. Lakin asıl sorun o bulduğunuz kafa başına hesaplanmış dilimden kimisi, bu resimdeki gibi bir kafaya düşmezken malumunuz olduğu üzere; kimisinin de yüzbinlercesinin birden bir tek kafaya düşmesi.

Adalet'in bam teli işte budur: Biri yerken diğeri bakmamalı. "Efendim, çalıştım da kazandım" diyememeli kimse. O mal ve çuvallara sığmayan paranın kendine ait olmadığını anlamak için inanmak gerek, hayattan kendini mesul görmek, sorumlu hissetmek gerek. Ki bunlar da herhalde insanın temel inşasında bulunması gereken malzemeler. Onlar yok ise üstteki şatafata kanmamalı, yıkılası, çürük bir insanlıktır konu olan.

Şunu görmeli, inanan yürekler için söylüyorum: Allah'ın rızkı, maddi kazancı kime, ne oranda vereceğinin hükmü kendisindedir. Kendinizi ne kadar paralarsanız paralayın, sizin için takdir edilmiş limitlerdedir kazancınız. İnsanın çalışıp, geçimi için çaba göstermesi ise fiili bir dua kabilidir ve kazancına vesiledir, hepsi bu. "Ben çok çalıştım, paranın belini kırdım, tabiki hepsi benim olacak" diyemezsiniz, bu yüzden.

İlmin durumu farklıdır; Bilimle uğraşmak, ilim etmek ile kazanılacak dağarcık ve edinimleri ise insanın talebine bırakmıştır Yaradan. Kim bu konuda çalışır, gayret eder ve dilerse ona ilim verileceği müjdelenmiştir. Tabiki bir şartla: İnsanlığa fayda verecek türde, insanlığa hizmet etme ateşiyle yanılarak elde edilmiş ilim (!) Bu gayretin hürmetine, alimin mürekkebi şehitlerin kanından da üstün kılınmıştır.

Şimdi zekat mevsimi... Bırakın istatistiklerle oynamayı, bilançoların ve bütçelerin içinde kaybolmayı. Şimdi bize ait olmayanı sahiplerine eriştirme zamanı.

Devlet için de sosyal adaleti sağlamak, gelirin herkese adilce ulaşımı konusunda adımlar atmaktır, mevsimsiz, her daim mükellefiyet. Balık verip durarak balık müptelaları doğurmak değildir, aslolan. Yeterince var zaten balık bağımlısı: Nüfusun belki yarıdan fazlası çeşitli gerekçelerle devlet baba'dan maaşlı. Amaç balık tutabilen insanlar olmalı: Tezgahlarımız boy boy, renk renk, leziz, "tutulmuş" balıklarla dolmalı ve akşama hiçbir tezgah satamamış olmamalı. Bunun için de canım Marmara, Karadeniz, Akdeniz dururken kalkıp da okyanus aşırıdan ithal somonlarla, ahtapotlarla baltalamamalıki balıkçılık büyüsün, insanlar kendi kendine tutunur olsun, sanayi, bilim ve ekonomi gelişsin, gerçek bir balıkçı ülkesi olabilsin bu diyarlar.

Biz çok farklıyız: "Güya gelişmişler şu balığı yiyor" diye şuursuzca herşeyi alıp yerli tezgahlara koydurmamalı devlet. Bir düşünür derki; insan ne yiyorsa odur. Biz gerçekten farklıyız, kültürümüz ve mayamız çok farklı. Kolay kolay anlayamaz kanı biraz daha ağır akan, soğuk Avrupalılar. Onlara körkütük hayranlarınız yüzünden, tezgahımıza son on yıllarda koyduklarınızla bizi, kültürümüzü; bizi biz yapan değerlerimizi müthiş bir korozyona uğratmakta üç kuruş tüccarlık kazancı için kimileri ve buna göz yuman, çanak tutan devlet erki. Oysa biz; hamsiyi, istavriti, çinekopu, mezgiti severiz. Müren balığından, deniz yumuşakçalarından pek anlamayız...

Güçlü olmak demek, bir gemideki yolcuların bir kısmını birinci sınıf kamaralarda ağırlarken diğerlerini kokuşmuş hangarlara mahkum etmek olmamalıdır. Bu geminin tüm yolcuları, insanlık onuruna yaraşır, belki lüks olmayan, mütevazi ama yeterli kamaralarda ağırlanmadıkça, ona değer görülüp, gelir dağılımı homojene edilmedikçe adaletten ve batı kültürüne göre değil, bizim kültürümüze göre "kalkınmış" olmaktan çok uzak olacağımız aşikardır.

Gerçekler, kağıt üzerindekilerden her zaman önde gider. Bu durum kağıt üstüne not düşülmüş istatistik hesaplamalar için de geçerlidir, şüphesiz.

Cem TURAN

22 Temmuz 2014 Salı

(MALIGN) KÖTÜ HUYLU TÜMÖRÜN RESMİ


Dünyanın genelinden insani normlara uygunluk bekleyemem, çünkü tescilli olan bir kısmı sınıfta kalır, bakışları; ihtirası ve ihracatı için masum insanları fırına atmaya bir an bile tereddüt etmeyen türdendir.



Lakin bu resim, bölge ülkelerinin ve hatta bizim halklarımızın, yöneticilerimizin dumura uğradıkları, göz göre göre birkaç on yıl içinde elleriyle verdiklerinin vesikasıdır. Vücuda girerek yayılan bir malign (kötü huylu) tümörün bünyeye ne agresif yayıldığını gösteren bir röntgen filminden farksız, vahim bir tablodur.

İnsanları fırına atmak derken; bu resim aynı zamanda vaktiyle nazi fırınlarında yakılanların hınç ve egolarını başka yolla tatmin ettiklerinin, kendilerine yapılanlardan daha vahimini masum çocuklara reva gördüğünün delilidir.
Tarih boyunca yaşadıklarından ders almamışlar, söylenecek bir söz yok onlara. Onlar, Yasin suresinin 11. Ayetinde geçtiği gibi; "...önlerinden ve arkalarından set çekildiği için..." göremezler.

Lakin resim şuursuz, tekamülsüz, kendi topraklarında indirilen kelam-ı ilahiden nasipsiz Arap dünyasının yanına kalmayacak kadar acı bir şahittir. Belli ki onların da civarına bendler örüldü, at gözlükleri taktılar ve idraki, eşrefliği, topraklarında inen dinin bütün güzelliklerini tıpkı cahiliye döneminde kız çocuklarına yaptıkları gibi kızgın çölün toprağına gömdüler. Bu durum makul insani parametrelerle açıklanabilirliğin çok ötesindedir, mazur görülecek bir tarafı yoktur.

Teşbihte hata aranmaz: Bu tümör elbette şu anki organda kalmayacak. Vücutta kan ve lenf yolu ile nasıl dolaşıma giriyor ve vücudu sarıyorsa, metastaz oluyorsa kanser denen illet ve artık önü alınmaz bir yıkım başlıyorsa vücut için, Araplar ve hatta dünya sanmamalıki Sokullu Mehmet Paşa'nın Preveze Deniz Savaşı'nda söylediği "kesilen sakal" ile kalacak. Önce kol gidecek, sonra bütün organlar. Geriye mumyalanacak bir ceset kalacak, eğer akıllarını başlarına almazlar ise bugünden tezi olmamacasına.

Belliki inancının ve insan olmanın onurunu da bizden öğrenecek kimileri.

Tabi sabah akşam "bak bi kez daha kınıyoruz..." demeyi bırakır ve teknolojik caydırıcılığımızı gösterebilirsek ya da caydırıcı olabilecek derecede teknoloji üretir ve en önemlisi bu teknolojinin üretimini aldığı sattığı ile destekleyen, bilinçli tüketen halkımız olursa bir gün.

Umutsuz olmak isyan etmek olur, her şeyin iyiye döneceğine yürekten inanıyorum. Sadece biraz gayret: Evlerimizin önü pis olmasınki temizlik ihraç edebilelim.
Cem Turan