9 Kasım 2015 Pazartesi

MATEMATİĞİ NEDEN SEVMİYORUZ?

Matematiği sevmeyenler ülkesiyiz. Bilimsel ve teknolojik gelişimimizin önündeki önemli bir engeldir, matematik özürlü olmamız. Hayatım matematiği sevmediğini haykıran öğrencilerin yakarışlarıyla geçti. Oysa matematik kadar büyülü, hayatın her şeyine bulaşmış bir disiplin göremiyorum. 

Matematiği anlamanın yolu tarihi sevmektir aslında. Yanlış duymadınız, tarihi sevmek. Hiçbir alan, matematik kadar haksızlığa uğramamıştır sanırım. Ezberciliğe kurban ettiğimiz, öğrendiğimiz her teoreme sanki gökten zembille inmiş gibi muamele ettiğimiz, öğrenciliğimiz müddetince öğretmenimize "neden böyle, bunu kim, neden düşünmüş, yaşamın hangi sahnesi bu teoremin oluşmasını mümkün kılmış... ? " kabilinden, irdeleyici soruları sormadığımız bir derstir matematik. İrdelemeyince anlamaz, anlamayınca da sevmeyiz. Oysa neredeyse insanlık kadar eskidir matematik. Hiç olmazsa Babiller, Antik Yunan'dan başlayıp kitaplarımıza girmiş konuların nereden geldiği konusuna biraz eğilmek gerek. Gökyüzündeki büyülü dünyanın, astronomik gözlemlerin geometrinin, trigonometrinin gelişimine açtığı yolları bilmek gerekir. Felsefeye de biraz bakmak gerekir. Öklid'in, Pisagor'un biyografilerine bir göz atmak gerekir. Bilimin ilginç tarihi içinde matematik uğruna dönen entrikaların Holywood filmlerini aratmayacak ilginçlikteki heyecan verici hikayelerini öğrenmek bir matematik öğrencisine mutlaka çok şey katacaktır. 


Matematik yaşamın modelleme aletidir, canlıdır ve her yerdedir. Bunu bilmek bile matematiği sevmek için yeter. Sevilen şeyin peşinden gidilir, zorluklarına göğüs gerilir, öğrenilmesinden keyif alınır. İşte o zaman anlaşılmaz şeyler anlaşılır.

Şüphesiz matematik sorgulayan insanı sever ve ona kendisini gösterir. Aksi halde sadece bir şiirden ibarettir, sadece ezberlenir.


Cem TURAN

TOPRAKTAN İNSAN OLMAK

İnsanın hamuru topraktandır ve bu insanın var oluşunun, varlık nedeninin tanımlandığı önemli bir sırdır. İnsanoğluna durmaksızın okumak, öğrenmek, anlamaya çalışmak, kendini ve kendinin de dahil olduğu medeniyeti olumlu yönde geliştirmek, sorgulamak, araştırmak, çevresel koşullarla yaşamı süresince üzerine sinen yanlışlıklardan, kötülüklerden arınmak ve kaçınmak; görev olarak verilmiştir. 

İnsanoğlunun hammaddesi topraktır; bir çömlek ustasının sürekli dönen tezgahında şekil bulan kil kitlesi gibi ömür boyu şekillenmeyi, sosyal yaşamın en büyük armağanı olan eleştirilmeyi kabul etmek, bu eleştirilerle kendini tekraren tartıp referans doğrularıyla test ederek benliğinden, hatalardan arınmış yeni bir ben üretmeyi başarabilmektir; ideal insan modeli. 


Hayatın kişinin yüzleştiği kurgusu, zımpara taşı gibi onu sürekli eğeleyip düzeltirken kendisine, hamuru çerden çöptenmiş, işlenemez hammaddenmiş gibi muamele eden insanlar çoktur; ne eleştiri kabul ederler ne kendilerine bir an için dönüp bakarlar, "ben ne yapıyorum, neden varım?" diye sormak için. O denli katıdırlar, şekil almaya ve ömür boyu sürmesi gereken eğitime o denli kapalı.

Oysa dünyada hayal edebileceğiniz en sert madde bile hiç ummadığınız biçimlerde şekillenebilir yaratılmıştır. Yerinden kımıldamaz, kırmaya insanın gücü yetmez görülen devasa dağlar, kayalar bile, oyuklarına güz yağmuruyla sızan su damlasının kışın dondurucu etkisiyle genleşmesine dayanamaz, ortadan yarılıverirler. Sadece bu örnekten bile, düşünen insanın kendisine çıkarabileceği önemli dersler var ki insan dağların heybetli kayalarından daha sert olamaz, olmamalı: Esnek, eğitimle şekillenen, eleştirilerle kendini sivrilten, sınırlarını her geçen gün daha iyi bilen olmaktır, insanın hal-i münasibi. 

Ne hazindir; doğruyu bilen ama yanlışta ısrar eden kişilik olmak. Ne ikiyüzlülüktür; söz ile doğruluğunu kabul ettiği şeyleri davranışlarına yansıtmamak. Sözün aslı; insanın ölümü, kendisini şekillendirmeyi bıraktığı andır çünkü yaşam, kişinin sürekli olarak kendisini yontulamasıdır. Bu ise herkesin cesaret ettiği veya işine gelen bir durum değil. Böyle insanlar kolay ayırt edilebilir; içlerine girdiğinizde kendinizi zombiler; dolaşan ölmüşler içinde hissedersiniz.

Ne mutlu; kendisini her an mikroskobun lamına koyup inceleyebilenlere, başkalarını rahatsız eden huylarını ve yanlış olan ne varsa, arınmak için çaba gösterenlere. 

İşte bu ideal hal; ömür boyu devam eden bir döngü içinde sürdürülmesi gereken ana program satırlarından birisidir, insan için.

Cem TURAN

6 Kasım 2015 Cuma

TARİH, DEMOKRASİ VE GELECEĞİ YAZANLAR

Demokrasi...

Bundan 2500 yıldan fazla oldu, bu topraklarda; Ege kıyılarında uygulanmaya başlayalı, Antik Yunan'da. Böyle bir kültürün, tarihin üzerinde bunca yıl oturup da demokrasiyi halen emanet duran bir elbise gibi üzerimize iliştirmek ayıp olur.

Bunca zaman, hiçbir şey yapmadan böylesi mirasın üzerinde oturana dahi kokusu sinmeliydi demokrasinin. İşine gelmese de çıkarına ters düşse de demokrasi deyince akan sular durmalıydı; hiçbir kişi, zümre bir diğerine göre üstün saymamalıydı kendisini, diğerlerine göre. Bal tutan parmağını yalamamalıydı.

İnsanlar işlerinde ehilleşmek, uzmanlaşmak, işlerinin en iyisini yapmaya odaklanmak yerine ilişki ağlarından, birileriyle çekildikleri resimlerden, uzatılan kartvizitlerden medet ummamalıydılar.


Ama oldu, ben bildim bileli hep oldu. Güncel sosyal hastalıklarımız, ne kadar uzun bir geçmişe sahip olursa olsun; tarihi varlıkların üzerini örtüyor, istifade edilmez kılıyor.

Tarihi de pek sevdiğimiz, dikkate aldığımız ve en önemlisi; yorumladığımız söylenemez. Ya böbürlenmek için bizi güçlü gösteren tarafını cımbızla alıp kullanırız ya da sınavlar geçmek için ezberleyip unuturuz. Gereksizdir, çöpe atılmalıdır, satılmalıdır geçmişten kalan.

Oysa geçmişte aramalı geleceğin anahtarlarını. Tarih evrenseldir. Geçmiş insanlığın ortaklaşa ürettiği bir mürekkep. Zamane bizler, elimizde divit. Geçmişin mirası mürekkeple ancak yazılır gelecek. İnsan bir gecede biten mantar değil, köklü bir medeniyet. Okumak gerek, anlamak gerek, yormak gerek ve geleceği yazmak gerek.

Cem TURAN

5 Kasım 2015 Perşembe

BİR DEVRİN SONU: İSTATİSTİK BİTİYOR MU?

İstatistik çalışmalara hep şüpheyle yaklaştım. Geçmişin izlerini kullanıp gelecek hakkında tahminlerde bulunmanın bazı gizemli, gizemli olduğu kadar da tehlikeli sonuçlar doğuracak yönleri olduğunu düşünen birileri içimde hiç susmuyor.

Nasıl sussun; günümüzün dinamik yaşamına bakın: Hemen her gün devrim niteliğinde kırılmalar yaşıyoruz, dünya daha önce hiç tecrübe etmediği yeni olayları bir bir yaşayıp tüketiyor. Şartlar, koşullar, ortam sürekli değişiyor ve istatistik, özellikle yaşama dair alanlarda da geçmişin şablonlarının geleceği çizeceğini iddia ediyor. Oysa ben, insanın istatistik tevatürler kaldırmayacak kadar renkli ve sürprizlerle dolu olduğunu düşünüyorum ve onun dahil olduğu toplusal hayatın da.


1 Kasım 2015'te Türkiye oldukça ilginç bir genel seçim yaşadı. Sonuçlar, istatistik tabanlı çalışan bütün kamuoyu araştırma şirketlerini deyim yerindeyse; alabora etti. Hiçbiri ortaya çıkan reel tabloyu tahmin edemedi. "Tahmin" hatası büyüktü.

Bir başka hal dikkatimi çekti aynı seçim sürecinde: Yaklaşık iki aya sıkıştırılmış bir süre sonunda gerçekleşen bu seçim, bugüne kadar yaşananlardan çok farklı atmosferde cereyan etti. Buna bir örneğim de kamuoyu araştırma sonuçlarının geçmiştekiler gibi ifşa edilmesinde gösterilen iştahsızlıktı. Kimse durumdan emin değildi, bir önceki seçim sonuçlarının etkisinde kalınmış ve yine benzer bir tablonun ortaya çıkmasına neredeyse büyük "olasılık" olarak bakılıyordu. Buna göre siyasi partiler birbirlerine koalisyon konusunda ince mesajlar bile gönderiyorlardı. 

Bu tuhaf belirsizlik her seçimde adeta milletin iradesini, idrakini silkeleyen kamuoyu araştırmalarının sonuçlarından halkı nispeten uzak tuttu. İyiki de tuttu, millet kendi öz dinamikleriyle, özgür iradesiyle, manipüle edilmeden, ağız tadıyla oy kullanma şansını yakaladı ve sonuç tam anlamıyla milli iradenin tecellisiydi. İşte bu durum, 1 Kasım seçimlerini öncekilerden ayıran önemli bir teknik detay olarak tarihe geçti. Veri analizcilerinin durup düşünmesi için önemli bir kapı araladı.

Daha önce de dile getirmiş olmama rağmen ilk kez bu seçimde savımı test ve ispat şansı buldum. Öncekilerinde kamuoyu şirketlerinin "istatistiki tahminleri" ile dolup taşan televizyon ekranları ve gazeteler buna fırsat bırakmıyordu. Diyeceğim o ki; kamuoyu araştırma şirketleri basına sürekli yansıyan istatistikleriyle, sadece seçmenlerin eğilimleri hakkında tahminde bulunmuyorlar. Daha önemlisi; ilan ettikleri tablolara göre seçmenin bilinçaltına çalışıyorlar. Yani aslında geneli yansıtmasa da bir istatistik sonucu çokça gündeme getirmek, sosyal bilinçaltında hipnotik bir algı yönetimi ortamı sağlıyor. Tıpkı bir kişiye kırk kere aynı şeyi söylerseniz, kendini onun varlığına inandıracağı gibi; birleşerek tek ve ulusal bir irade ortaya koyan insanlar üzerinde istatistiğin "irade programlayıcı" bir etkisinin olduğunu, bugün daha net olarak söyleyebilirim.

Düşünün bir kere: Size seçim tahmin istatistiği bombardımanı yapılıyor. Olacağı iddia edilen bu tablodan memnunsanız pozisyonunuza yapışırsınız. O andan itibaren etkisiz elemansınızdır hatta rehavete kapılabilirsiniz, "oy vermesem de olur" deyip gitmeyebilirsiniz. Memnun değilseniz ya tersine çevirmek için gayri ahlaki yollar da dahil, ek bir efor gösterirsiniz ya da yenilgiyi kabul edip yine pozisyonda kalırsınız. 

Hatırlayın; 7 Haziran seçimlerinde çok yoğun olarak birileri ellerindeki son koz gayriahlaki de olsa uygulamaya koydular ve internetten var güçleriyle "Tepkini göster, oy pusulasında muhalefet partisinin kutusuna çarpı at!" kampanyası yürüttüler, sanki iktidar partisinin elinden çıkmış gibi gösterilmiş görsellerle. (Bildiğiniz gibi; oy pusulasında mühür dışı bir işaret koymak, oyu geçersiz kılıyor.) Bu gayret, iktidar partisine oy vereceklerin oylarını geçersizleştirmeyi, kutsal olan bireysel iradeyi çöpe dönüştürmeyi amaçlayan etik dışı, ahlaklı ve sinesinde değer barındıran hiçbir insanın tevessül etmeyeceği bir işti. Neden yaptılar? Çünkü 7 Haziran öncesi istatistikler onlara şans vermiyordu. İstatistikler onları azmettirdi, onlarda da ahlak yoktu ve yaptılar. Aynı dezenformasyonu çok cılız olarak, yer yer 1 Kasım'a bir iki gün kala yine gördük ama bu defa söz etmeye değmeyecek kadar zayıftı. Neden? Çünkü istatistikler yoktu, birileri her gün onları istatistikle kışkırtmıyordu.


Daha net bir ifadeyle yeniden söyleyeyim: İstatistik kimi zaman aslında doğru tahmin etmiyor, tahminine kitleyi inandırabiliyor ve gerisi çorap söküğü gibi geliyor. Bu da istatistiği kullanan elin niyetine göre, dezenformasyon kaynağı olarak işlev görüyor, bilişsel yanılsama üretiyor.

Peki alternatifi ne? Canlı veriyle çalışmak. Minicik örnek kitleleri alıp kültürü, aklı, fikri, sosyoekonomik durumu, ilişkileri, inandıkları, anlam uzayı birbirinden farklı insanların tamamına atfetmek yerine kitlenin tümünden gerçek veriyi damıtmak, veriyi olgunlaştırıp bilgiye dönüştürmek, veri madenciliğinin modern yaklaşımları ile bunları modellemek, veri ağlarını kurmak, ağ biliminin mahareti ile gerçeğe ermek...

Saf istatistiğin son kozlarını paylaştığı sadece benim fikrim değil. Bu konunun duayeni yabancı ve yerli pek çok bilim insanının da benzer düşünceler taşıdıklarını kitaplarından okuyorum. En son geçtiğimiz aylarda Türkiye'de ilk kez yapılan ve benim de katıldığım Ulusal Ağ Bilimi Çalıştayı'nda da yine benzer görüşler gündeme gelmişti.

Bu düşüncelerimi aktarmamın temel iki nedeni var: Kamu yönetimini veri tabanlı kitle manipülasyonları konusunda uyarmak, verilerin ifşası konusunda disiplin ortaya koymalarına dikkat çekmek. İkinci olarak da büyük veri kümeleriyle gerçek zamanlı veri analizlerinin her geçen gün kritik öneminin daha da arttığı konusunun altını çizmek. 

Bilgiyi yorumlayamıyorsanız güçlü değilsiniz. İstatistikle fala bakmak, daha da kötüsü istatistikle bilinçleri altüst etmek yerine canlı, gerçek veriyle canlı demokrasiye doğru koşuyor dünya.

Cem TURAN