18 Şubat 2014 Salı

MESLEK SEÇİMİNiN ÖNEMİ

Meslek seçimi, insanın bir giysi gibi üzerine giyeceği ve ömür boyu taşıyacağı bir yaşam biçimini belirleme eylemidir. Bu nedenle tesadüflere, üçüncü kişilerin önceliklerine ya da o günkü şartlar içindekilere kanaat edilerek istem dışı kabullenişlere yer bırakılamayacak kadar önemli bir konudur. Toplumda genellikle en ciddi kazalar da meslek seçiminde yapılır. Çevrenize baktığınızda bu konuda derin pişmanlıkları olan mutsuz çalışanlar görmeniz gayet doğaldır. Gerçek şudurki; zorlama ile istenmeden yapılan bir iş, muhatabı tarafından hemen algılanır. Beş metre ileriden dilinizi çıkarttıran, daha sizi yeterince muayene etmeden ezberini reçeteye dökmek için kaleme sarılan bir doktorla veya çocukluğun derin dünyasına hiç tahammülü olmadığından baskı ve şiddetle davranan öğretmenler muhtemelen sizin de gözünüze takılmıştır.

Meslek seçimini, ebeveynler çocuklara bırakılmayacak kadar önemli kabul ederler ve bu kararın verilmesinde kullandıkları parametreler genellikle; yakın ve uzak sosyal çevrede sosyal statü, iyi getiri, popülarite, kendilerinin gerçekleştiremedikleri ukteler, yakın sosyal çevrede övünç vesilesi olma gibi beklentilerden oluşur. Bu saydıklarım, pekçoklarınızın aşina olmasına karşın en kabul edilmeyen temel meslek seçim dinamikleridir toplumumuzda.

Halbuki; kişinin mesleki kararı ondan sonraki yaşam normunu şekillendirir. Herşeyin bir arada olduğu hayattan neler konusunda seçici olacağı, arkadaş çevresi, yaşam şekli ve standartları, belki oturacağı muhit hatta aile yaşantısı bile. Dolayısı ile çevre hatırına yüklenilemeyecek bir sorumluluktur ve karar anı bir yol ayrımı, kavşak gibidir. Orayı geçerek bir yola girdikten sonra, direksiyonu pişmanlıkla kırıp geri dönmek, farklı rotalar aramak çok kısıtlı olan ömür sermayesinden çalmaktır ve ancak zorunluluk hallerinde başvurulması gerekir.

Hayatta hiçbir şeyin olmadığı gibi mesleklerimiz de yüzde yüz saf olarak değerlendirilemez. Her mesleğin çok hoş, cazip ve ağır, kötü gözüken yanları olabilir. Zaten mesleğe olan sevgi ve bağlılık burada işe yarar: Beslenen kuvvetli sevgi, zor gelen yönlerin de bertaraf edilmesine katkı sağlar.

Dolayısı ile; iyi ya da kötü meslek yoktur. Bizler mesleklerimizle toplumda birer görev ifa ederiz ve birer dönen dişliye benzeriz. Birey dişlilerinden oluşan toplum makinesi, bu dişlilerin ahenk içerisinde dönebilmesiyle imar olur ve huzuru bulur. Her boy dişili, bu makinenin içinde vazgeçilmez muteberliktedir. Bir düşünün, herkes büyük boy ya da küçük boy dişli olmak isteseydi halimiz nice olurdu?

Kişilik özelliklerine paralel olarak; bazılarının sahip oldukları mesleklerini kendilerine sosyal kalkan kılıp, sosyal bir statü aracına dönüştürerek daha pratik olan ve yaşam standartları açısından daha farklı olanları küçümseme, kendisine denk görmeme gibi eğilimleri, toplumumuzun gelişim süreçlerinde sık sık karşılaşılan olgulardandır. Bu durum ise zamanla, özellikle gelişmemiş ve gelişmekte olan dünyalarda "hamil-i kart yakınımdır" davranış modelini doğurmuştur. Bugün bile şehrin bazı semtlerinde, otobüs duraklarında bekleyen insanların birbirlerine tepeden bakma yarışı içinde olmalarından ötürü, burun eğrilerini neredeyse yere paralel olacak şekilde; çenelerini yukarıya kaldırarak bakışmaları, bazı tropik kuşları andırır manzaraları bana taşır ve gülmemek için kendimi oldukça zorlarım.

İş başvurusunu değerlendirmek üzere mülakata aldığım ve Türkiye'nin önde gelen üniversitelerinden henüz mezun olmuş genç bir mühendise, benden her zaman çıkması muhtemel tahrik edici münasebetsizlik örneklerinden birini göstererek, çalışması neticesinde elde edeceği geliri nasıl değerlendirmeyi planladığını sordum. Verdiği yanıt ilginçti, yıllar boyu hep konuşmalarımda örnek olarak veririm ve söylemeliyimki mülakatı yarıda keserek olumsuz sonuçlandırmama neden olmuştur: "İlk maaşımla birlikte hemen araba alacağım. Artık otobüsle gidip gelmek istemiyorum, sıradan insanların ağız kokusunu çekmeyeceğim!..."

Oysaki, meslek topluma fayda vermek için vardır. Kendisine demircilik sanatı öğretilen Hz. Davut'dan başlayarak hepimiz meziyetlerimizle, bildiklerimizle topluma bir artı değer katmak üzere çalışırız ya da çalışmalıyız. (İnsan ne için çalışır, konusuna başka bir yazımda değineceğim)

Bir ülkenin cumhurbaşkanının bile, kapısındaki çöpler birkaç gün alınmadığı zaman sağlığının, dolayısı ile tüm statüsel varlığının tehlikeye girebileceği kadar birbirine yakın, ilgili ve hayati derecede vazgeçilmezdir meslekler.

Meslek üzerine bunca sosyal yanlış öğretinin yanında gözardı edilen hatta çoğu kez kasten ihmal edilen bir gerçeğin de altını çizmekte fayda görüyorum: Hangi mesleği yaptığımızdan çok, nasıl yaptığımız çok ama çok daha fazla önemlidir. Günümüz ticari dünyasındaki kalitesizliğin temel nedeni mutlak suretle budur: İşi ehli, seveni, ilgi göstereni, ciddiye alanı yapmadığında kötü sonuç kaçınılmaz bir hal alır.

Uzun yıllar önce, aracımın ciddi olmayan bir kaporta boya ihtiyacı, yolumu tavsiyeler üzerine gittiğim bir "ustaya" götürdü. Adamcağız ve hatta civarındaki komşu atölyelerden birileri elbirliği ile kendilerini öyle methettiler ki; herhalde kaporta boya sanatının bu memleketteki mümtaz, eşi benzeri olmayan temsilcileriyle karşı karşıya olduğumu düşündüm ve güven içinde aracımı bıraktım. Almaya gittiğimde "mesleğinin piri usta" mübalağasız, bir kucak dolusu parçayı getirip önüme koydu ve dediki: "Abi, arabanız hazır fakat bu parçaları fazladan koymuşlar, aradık ama yerlerini bulamadık!..."

Uzun lafın kısası; mesleğimizi sevelim. Diğer bir deyişle, seveceğimiz meslekleri seçelim. İnanınki içine sevgi katılan işin lezzetine, tıpkı aynı özenle hazırlanmış bir yemek gibi doyum olmuyor. Meslek, para kazanmak adına yapılan bir uğraşı değil, bilakis; topluma bir yerinden el verme gayretinin "benim de katkım olmalı" güdüsüyle yapılan bir halidir ve çok önemlidir. Aksi halde zenginlerin çalışmasına gerek olmazdı. Maddi getiri sadece bir sonuçtur ve miktarı değişkendir. İştigalimiz sonrasında elde edilen ve geçim amacıyla kullandığımız getirinin yani rızkın miktarını belirleyen Allah'tır. Dolayısı ile; takdiri bize bağlı olmayan bir sonucun peşine kapılmak yerine işimizde fark oluşturmak, bir açığı kapatmak, daha verimli olmak, daha fazla insana fayda vermek gibi ideallerimizin olması çok daha arzu edilen olmalıdır.

Cem TURAN

12 Şubat 2014 Çarşamba

ZAMAN NEREYE GİTTİ?

Orta yaş ve üzerindekiler hatırlayacaklardır: Ev için telefon başvurusunda bulunmak, aylar hatta yıllarca bir umutla beklemek demekti. Ek paralar ödeyerek “tercihli” başvuruda bulunduğunuzda kendinizi imtiyazlı sayar, yılları bulan bekleme süresini aylara çekebilmenin yollarını arardınız. Aylar içinde sayısız kez “idareye” gidip telefon başvurunuzun ahvalini öğrenme girişiminizden sonra, bir gün telefonunuzun “çıktığı” müjdesini aldığınızda önce inanamaz, habere biraz alışınca ise tam bir bayram havasına girer, hattı kablolar çekerek bağlamak için gelen teknisyenleri neredeyse kırmızı halılar sererek devlet protokolü ile neredeyse alınlarından öperek karşılardınız. Tabiki tek başınıza olmazdınız; eş, dost, akraba, komşularınız telefonunuzun teşrif edeceği gün hem meraklarını gidermek hem de sevincinize ortak olmak üzere “hazirundan” olurlardı. Hep birlikte, uzaylı kabilinden teknisyenlerin “kaşıkçı elmasını” aratmayacak nadidelikteki o çevirmeli aleti sehpanın üzerine konumlandırması, biraz ürkek ama hayranlıkla, uzaktan seyredilirdi. Asıl olay teknisyenler gidince yaşanır, telefonun üzerine çeyiz sandığından en narin dantel çıkarılarak örütülür, ondan sonraki birkaç gece neredeyse yanında nöbet tutulurcasına çalması beklenirdi...

Mektuplar yazar, “önce selam eder...” diye girizgahlarda bulunurduk. O mektubun postalanmasıyla alıcıya ulaşması arasında kimi zaman haftalar geçer, mektubun içeriği artık geçerliliğini yitirse de okuyan için o mektuba gönderen tarafından dokunulmuş olmak bile özel duygular yaşatırdı insana. Postanlerin girişlerinde renk renk çeşit çeşit kartpostalları sergileyen satıcılar vardı, her bayram öncesi haftalar öncesinden telaşa düşülür, buralardan kartlar özenle seçilir, üzerlerine mümkün olduğunca çok şey yazılırarak, tebrik gönderme işi ekonomiğe getirilmeye çalışılırdı. Posta idaresi bir dönem, kartların üzerine yazılan kelime sayısına kota da getirmiş olsa, insanların bu eğilimleri karşısında çok da uygulanabilir olmadı.

Pullar biriktirirdik, o günlerden yadigar, özenle sakladığım bir koleksiyonum benim de var. Renk renk, çeşit çeşit filateli tutkunları vardı. İnsanlar birbiriyle hummalı pazarlıklar sonucu değiş tokuş yaparlardı. Hatta Beyazıt Meydanı’nda bu işi ticarete dönüştürmüş özel koleksiyoncular hafta sonları konuşlanırlardı.
Evinde telefon olan şanslılar ya da mahalleler aşarak postaneye gitmeyi göze alanlar, “yazdırmalı” olarak arayacağı yeri santral memuruna yazdırır, heyecandan kalpleri güm güm ederek memur tarafından aranarak “bağlıyorum” demesini beklerlerdi.

Elinde imkan olsa, daire kapısına kadar arabayla gitmeyi arzulayan bugünün insanına inanılmaz gelse de, insanların geneli mahaller hatta semtler arasını yürüyerek kateder, daha uzak mesafeler içinduraklarında bekleyen damalı dolmuş ya da Dodge veya hala fanatikleri olan “Vosvos”  minibüslere binerdi insanlar. Belediyenin Ikarus otobüsleri, balık istifi insanların aşırı yükünden dolayı bir yana yatmış halde, kendine münhasır bir sesle homurdanarak gelirse bulunmaz bir nimetti. Bir belediye otobüsünü beklemek çoğu kez mübalağasız, saatleri durakta beklemeyi göze almak demekti...

.... Kültürümüze de yansımıştır, özenerek harcanan uzun zamanlar. Kayserililer’in bir kaşığa kırk tanesini sığdırmayı onur meselesi yaptıkları o güzelim mantıyı hazırlamak için harcanan onca saatin ürünü, sayılı dakika içinde midelerde yerini alırdı ki halen de öyle. Günlerce fırınlardan hiç çıkarılmadan pişirilen kebaplar ve diğer Anadolu yemekleri...

Deterjanın endüstrileşip her yeri kuşatmasından önce kille yıkanan bulaşıklar, köylerde dere kenarında ya da ortak çekme başında kuyrukta nöbetleşe yıkanan çamaşırlar...

Ve bugün: Koca güne bedel bir işi, çamaşır ve bulaşık makineleri kullanarak zamansal olarak bir butona basma süresine kadar indirdik. Artık telefonlarımız ceplerimizde geziyoruz; konuşarak haberleşmeyi artık demode sayıyor, mesajlar, e-postalar birbirimize gönderip duruyoruz. Anında herşeyden haberdar oluyor ve haberdar edebiliyoruz. Anında, “online” izleyebiliyoruz. Bir fatura ödemek için banka kuyruklarında yarım gün beklemek yerine otomatik talimatlar veriyoruz, bankamızı akıllı aletlerimizin içinde saklıyoruz. Kalın ciltli “Meydan Larousse” ansiklopedilerden hışır hışır sayfaları çevirerek aradığımıza kavuşmak yerine “Google hazretlerine” bir “tık” atıyoruz. Şehirlerarası yolculuklarda tıs tıs 302’ler yerine uçak gibi konforlu ve hızlı otobüslere biniyor veya “teyyare” ile dakika hesabı ile gidiyoruz. Karayollarındaki hız limitleri gelişen araç standartlarına ve yol kalitesine paralel olarak artıyor, otobanlarla kesintisiz pekçok yere gidebiliyoruz...

Bu ve uzamaması için yer vermediğim birçok göreceye göre her birinin zamansal farkını alıp topladığımda, bugünün insanının boş zaman bakiyesinin büyük bir fazla vermesini bekliyorum. Bunların üzerine bir de, sonradan kazanılan aynı anda çok iş yapma becerilerimiz eklenince süreden epey bir iktisat edilmiş olmasını beklemek, doğal bir hak oluyor. Öyle ya; bugünün yayıncılarına bir karelik görüntü içerisinde izleyiciye bir mesaj vermek bile yetmiyor: Akıcı görüntünün altından geçen bir bant üzerinde ayrı bir bilgi bombardımanı, üstünde “şok haber” başlıklı ayrı bir indükleyici, köşelerde saat, döviz kurları... Tüm bunların hepsinin, izleyici tarafından aynı anda algılanması bekleniyor. Bizim bilişim literatürümüzde buna “multi tasking” deniyor, yani bir koltuğa birçok karpuz sığdırma çabası. Sosyal açıdan ise tam bir hipnotik durum.

Birey birey olmaktan çıkıp, bu çağın ilüzyon üreticileri ile hipnoz altına alınmış zombiler haline geliyor. Gündüzleri ise bu etkiyle hareket eden, “programlandığı” gibi tüketen veya davranan, ekonomiyi veya bir görüşü besleyen “ideal insan modeli” ortaya çıkmış oluyor.

Kuyruğunu kovalayan kedi yavrusu gibi, sürekli daha hazılı dönemeye çalışan, daha fazla tüketip veya kendisine idol olarak sunulan hedef gerçek kılmak için daha yüksek tempoda, değirmene koşulmuş gibi koşturup duruyor. Faturalar, taksitler, krediler için yaşanan ve asla kişinin kendisine ait olmayan ve önceden muadili olmayan yeni yeni yaşam formları sürekli olarak gelişerek normalleşiyor.

Kısaca; giderek vücutları daha az çalışan ama beyinleri daha çok yorulan insanlar oluverdik. Dolayısıyla; hareketsizlik nedenli fiziki hastalıklar arttı ki insan vücudu hareket üzerine tasarlanmıştır. Bencillik, sabırsızlık, huzursuzluk, vurdumduymazlık, agrasiflik gibi ruhsal hastalıklar ayyuka çıkmıştır ki daha fazla vermek için daha fazla alabilmenin her yol mübah yöntemleriyle paydaşlar saf dışı bırakılmalıdır.

Teknolojiyi üreten tarafın bir temsilcisi olarak her okura bu soruyu sormak istiyorum: Sahi, teknolojiyle “arttırılan” zaman nereye gitti, gören var mı?

Cem TURAN