Orta yaş ve üzerindekiler hatırlayacaklardır: Ev için
telefon başvurusunda bulunmak, aylar hatta yıllarca bir umutla beklemek
demekti. Ek paralar ödeyerek “tercihli” başvuruda bulunduğunuzda kendinizi
imtiyazlı sayar, yılları bulan bekleme süresini aylara çekebilmenin yollarını
arardınız. Aylar içinde sayısız kez “idareye” gidip telefon başvurunuzun
ahvalini öğrenme girişiminizden sonra, bir gün telefonunuzun “çıktığı”
müjdesini aldığınızda önce inanamaz, habere biraz alışınca ise tam bir bayram
havasına girer, hattı kablolar çekerek bağlamak için gelen teknisyenleri
neredeyse kırmızı halılar sererek devlet protokolü ile neredeyse alınlarından
öperek karşılardınız. Tabiki tek başınıza olmazdınız; eş, dost, akraba,
komşularınız telefonunuzun teşrif edeceği gün hem meraklarını gidermek hem de
sevincinize ortak olmak üzere “hazirundan” olurlardı. Hep birlikte, uzaylı
kabilinden teknisyenlerin “kaşıkçı elmasını” aratmayacak nadidelikteki o
çevirmeli aleti sehpanın üzerine konumlandırması, biraz ürkek ama hayranlıkla,
uzaktan seyredilirdi. Asıl olay teknisyenler gidince yaşanır, telefonun üzerine
çeyiz sandığından en narin dantel çıkarılarak örütülür, ondan sonraki birkaç
gece neredeyse yanında nöbet tutulurcasına çalması beklenirdi...
Mektuplar yazar, “önce selam eder...” diye girizgahlarda
bulunurduk. O mektubun postalanmasıyla alıcıya ulaşması arasında kimi zaman
haftalar geçer, mektubun içeriği artık geçerliliğini yitirse de okuyan için o
mektuba gönderen tarafından dokunulmuş olmak bile özel duygular yaşatırdı insana.
Postanlerin girişlerinde renk renk çeşit çeşit kartpostalları sergileyen
satıcılar vardı, her bayram öncesi haftalar öncesinden telaşa düşülür,
buralardan kartlar özenle seçilir, üzerlerine mümkün olduğunca çok şey
yazılırarak, tebrik gönderme işi ekonomiğe getirilmeye çalışılırdı. Posta
idaresi bir dönem, kartların üzerine yazılan kelime sayısına kota da getirmiş
olsa, insanların bu eğilimleri karşısında çok da uygulanabilir olmadı.
Pullar biriktirirdik, o günlerden yadigar, özenle sakladığım
bir koleksiyonum benim de var. Renk renk, çeşit çeşit filateli tutkunları
vardı. İnsanlar birbiriyle hummalı pazarlıklar sonucu değiş tokuş yaparlardı.
Hatta Beyazıt Meydanı’nda bu işi ticarete dönüştürmüş özel koleksiyoncular
hafta sonları konuşlanırlardı.
Evinde telefon olan şanslılar ya da mahalleler aşarak
postaneye gitmeyi göze alanlar, “yazdırmalı” olarak arayacağı yeri santral
memuruna yazdırır, heyecandan kalpleri güm güm ederek memur tarafından aranarak
“bağlıyorum” demesini beklerlerdi.
Elinde imkan olsa, daire kapısına kadar arabayla gitmeyi
arzulayan bugünün insanına inanılmaz gelse de, insanların geneli mahaller hatta
semtler arasını yürüyerek kateder, daha uzak mesafeler içinduraklarında
bekleyen damalı dolmuş ya da Dodge veya hala fanatikleri olan “Vosvos” minibüslere binerdi insanlar. Belediyenin
Ikarus otobüsleri, balık istifi insanların aşırı yükünden dolayı bir yana yatmış
halde, kendine münhasır bir sesle homurdanarak gelirse bulunmaz bir nimetti.
Bir belediye otobüsünü beklemek çoğu kez mübalağasız, saatleri durakta
beklemeyi göze almak demekti...
.... Kültürümüze de yansımıştır, özenerek harcanan uzun
zamanlar. Kayserililer’in bir kaşığa kırk tanesini sığdırmayı onur meselesi
yaptıkları o güzelim mantıyı hazırlamak için harcanan onca saatin ürünü, sayılı
dakika içinde midelerde yerini alırdı ki halen de öyle. Günlerce fırınlardan
hiç çıkarılmadan pişirilen kebaplar ve diğer Anadolu yemekleri...
Deterjanın endüstrileşip her yeri kuşatmasından önce kille
yıkanan bulaşıklar, köylerde dere kenarında ya da ortak çekme başında kuyrukta
nöbetleşe yıkanan çamaşırlar...
Ve bugün: Koca güne bedel bir işi, çamaşır ve bulaşık
makineleri kullanarak zamansal olarak bir butona basma süresine kadar indirdik.
Artık telefonlarımız ceplerimizde geziyoruz; konuşarak haberleşmeyi artık
demode sayıyor, mesajlar, e-postalar birbirimize gönderip duruyoruz. Anında
herşeyden haberdar oluyor ve haberdar edebiliyoruz. Anında, “online”
izleyebiliyoruz. Bir fatura ödemek için banka kuyruklarında yarım gün beklemek
yerine otomatik talimatlar veriyoruz, bankamızı akıllı aletlerimizin içinde
saklıyoruz. Kalın ciltli “Meydan Larousse” ansiklopedilerden hışır hışır
sayfaları çevirerek aradığımıza kavuşmak yerine “Google hazretlerine” bir “tık”
atıyoruz. Şehirlerarası yolculuklarda tıs tıs 302’ler yerine uçak gibi konforlu
ve hızlı otobüslere biniyor veya “teyyare” ile dakika hesabı ile gidiyoruz.
Karayollarındaki hız limitleri gelişen araç standartlarına ve yol kalitesine
paralel olarak artıyor, otobanlarla kesintisiz pekçok yere gidebiliyoruz...
Bu ve uzamaması için yer vermediğim birçok göreceye göre her
birinin zamansal farkını alıp topladığımda, bugünün insanının boş zaman
bakiyesinin büyük bir fazla vermesini bekliyorum. Bunların üzerine bir de,
sonradan kazanılan aynı anda çok iş yapma becerilerimiz eklenince süreden epey
bir iktisat edilmiş olmasını beklemek, doğal bir hak oluyor. Öyle ya; bugünün
yayıncılarına bir karelik görüntü içerisinde izleyiciye bir mesaj vermek bile
yetmiyor: Akıcı görüntünün altından geçen bir bant üzerinde ayrı bir bilgi
bombardımanı, üstünde “şok haber” başlıklı ayrı bir indükleyici, köşelerde
saat, döviz kurları... Tüm bunların hepsinin, izleyici tarafından aynı anda
algılanması bekleniyor. Bizim bilişim literatürümüzde buna “multi tasking”
deniyor, yani bir koltuğa birçok karpuz sığdırma çabası. Sosyal açıdan ise tam
bir hipnotik durum.
Birey birey olmaktan çıkıp, bu çağın ilüzyon üreticileri ile
hipnoz altına alınmış zombiler haline geliyor. Gündüzleri ise bu etkiyle
hareket eden, “programlandığı” gibi tüketen veya davranan, ekonomiyi veya bir
görüşü besleyen “ideal insan modeli” ortaya çıkmış oluyor.
Kuyruğunu kovalayan kedi yavrusu gibi, sürekli daha hazılı
dönemeye çalışan, daha fazla tüketip veya kendisine idol olarak sunulan hedef
gerçek kılmak için daha yüksek tempoda, değirmene koşulmuş gibi koşturup
duruyor. Faturalar, taksitler, krediler için yaşanan ve asla kişinin kendisine
ait olmayan ve önceden muadili olmayan yeni yeni yaşam formları sürekli olarak
gelişerek normalleşiyor.
Kısaca; giderek vücutları daha az çalışan ama beyinleri daha
çok yorulan insanlar oluverdik. Dolayısıyla; hareketsizlik nedenli fiziki
hastalıklar arttı ki insan vücudu hareket üzerine tasarlanmıştır. Bencillik,
sabırsızlık, huzursuzluk, vurdumduymazlık, agrasiflik gibi ruhsal hastalıklar
ayyuka çıkmıştır ki daha fazla vermek için daha fazla alabilmenin her yol mübah
yöntemleriyle paydaşlar saf dışı bırakılmalıdır.
Teknolojiyi üreten tarafın bir temsilcisi olarak her okura bu
soruyu sormak istiyorum: Sahi, teknolojiyle “arttırılan” zaman nereye gitti,
gören var mı?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder