12 Şubat 2014 Çarşamba

ZAMAN NEREYE GİTTİ?

Orta yaş ve üzerindekiler hatırlayacaklardır: Ev için telefon başvurusunda bulunmak, aylar hatta yıllarca bir umutla beklemek demekti. Ek paralar ödeyerek “tercihli” başvuruda bulunduğunuzda kendinizi imtiyazlı sayar, yılları bulan bekleme süresini aylara çekebilmenin yollarını arardınız. Aylar içinde sayısız kez “idareye” gidip telefon başvurunuzun ahvalini öğrenme girişiminizden sonra, bir gün telefonunuzun “çıktığı” müjdesini aldığınızda önce inanamaz, habere biraz alışınca ise tam bir bayram havasına girer, hattı kablolar çekerek bağlamak için gelen teknisyenleri neredeyse kırmızı halılar sererek devlet protokolü ile neredeyse alınlarından öperek karşılardınız. Tabiki tek başınıza olmazdınız; eş, dost, akraba, komşularınız telefonunuzun teşrif edeceği gün hem meraklarını gidermek hem de sevincinize ortak olmak üzere “hazirundan” olurlardı. Hep birlikte, uzaylı kabilinden teknisyenlerin “kaşıkçı elmasını” aratmayacak nadidelikteki o çevirmeli aleti sehpanın üzerine konumlandırması, biraz ürkek ama hayranlıkla, uzaktan seyredilirdi. Asıl olay teknisyenler gidince yaşanır, telefonun üzerine çeyiz sandığından en narin dantel çıkarılarak örütülür, ondan sonraki birkaç gece neredeyse yanında nöbet tutulurcasına çalması beklenirdi...

Mektuplar yazar, “önce selam eder...” diye girizgahlarda bulunurduk. O mektubun postalanmasıyla alıcıya ulaşması arasında kimi zaman haftalar geçer, mektubun içeriği artık geçerliliğini yitirse de okuyan için o mektuba gönderen tarafından dokunulmuş olmak bile özel duygular yaşatırdı insana. Postanlerin girişlerinde renk renk çeşit çeşit kartpostalları sergileyen satıcılar vardı, her bayram öncesi haftalar öncesinden telaşa düşülür, buralardan kartlar özenle seçilir, üzerlerine mümkün olduğunca çok şey yazılırarak, tebrik gönderme işi ekonomiğe getirilmeye çalışılırdı. Posta idaresi bir dönem, kartların üzerine yazılan kelime sayısına kota da getirmiş olsa, insanların bu eğilimleri karşısında çok da uygulanabilir olmadı.

Pullar biriktirirdik, o günlerden yadigar, özenle sakladığım bir koleksiyonum benim de var. Renk renk, çeşit çeşit filateli tutkunları vardı. İnsanlar birbiriyle hummalı pazarlıklar sonucu değiş tokuş yaparlardı. Hatta Beyazıt Meydanı’nda bu işi ticarete dönüştürmüş özel koleksiyoncular hafta sonları konuşlanırlardı.
Evinde telefon olan şanslılar ya da mahalleler aşarak postaneye gitmeyi göze alanlar, “yazdırmalı” olarak arayacağı yeri santral memuruna yazdırır, heyecandan kalpleri güm güm ederek memur tarafından aranarak “bağlıyorum” demesini beklerlerdi.

Elinde imkan olsa, daire kapısına kadar arabayla gitmeyi arzulayan bugünün insanına inanılmaz gelse de, insanların geneli mahaller hatta semtler arasını yürüyerek kateder, daha uzak mesafeler içinduraklarında bekleyen damalı dolmuş ya da Dodge veya hala fanatikleri olan “Vosvos”  minibüslere binerdi insanlar. Belediyenin Ikarus otobüsleri, balık istifi insanların aşırı yükünden dolayı bir yana yatmış halde, kendine münhasır bir sesle homurdanarak gelirse bulunmaz bir nimetti. Bir belediye otobüsünü beklemek çoğu kez mübalağasız, saatleri durakta beklemeyi göze almak demekti...

.... Kültürümüze de yansımıştır, özenerek harcanan uzun zamanlar. Kayserililer’in bir kaşığa kırk tanesini sığdırmayı onur meselesi yaptıkları o güzelim mantıyı hazırlamak için harcanan onca saatin ürünü, sayılı dakika içinde midelerde yerini alırdı ki halen de öyle. Günlerce fırınlardan hiç çıkarılmadan pişirilen kebaplar ve diğer Anadolu yemekleri...

Deterjanın endüstrileşip her yeri kuşatmasından önce kille yıkanan bulaşıklar, köylerde dere kenarında ya da ortak çekme başında kuyrukta nöbetleşe yıkanan çamaşırlar...

Ve bugün: Koca güne bedel bir işi, çamaşır ve bulaşık makineleri kullanarak zamansal olarak bir butona basma süresine kadar indirdik. Artık telefonlarımız ceplerimizde geziyoruz; konuşarak haberleşmeyi artık demode sayıyor, mesajlar, e-postalar birbirimize gönderip duruyoruz. Anında herşeyden haberdar oluyor ve haberdar edebiliyoruz. Anında, “online” izleyebiliyoruz. Bir fatura ödemek için banka kuyruklarında yarım gün beklemek yerine otomatik talimatlar veriyoruz, bankamızı akıllı aletlerimizin içinde saklıyoruz. Kalın ciltli “Meydan Larousse” ansiklopedilerden hışır hışır sayfaları çevirerek aradığımıza kavuşmak yerine “Google hazretlerine” bir “tık” atıyoruz. Şehirlerarası yolculuklarda tıs tıs 302’ler yerine uçak gibi konforlu ve hızlı otobüslere biniyor veya “teyyare” ile dakika hesabı ile gidiyoruz. Karayollarındaki hız limitleri gelişen araç standartlarına ve yol kalitesine paralel olarak artıyor, otobanlarla kesintisiz pekçok yere gidebiliyoruz...

Bu ve uzamaması için yer vermediğim birçok göreceye göre her birinin zamansal farkını alıp topladığımda, bugünün insanının boş zaman bakiyesinin büyük bir fazla vermesini bekliyorum. Bunların üzerine bir de, sonradan kazanılan aynı anda çok iş yapma becerilerimiz eklenince süreden epey bir iktisat edilmiş olmasını beklemek, doğal bir hak oluyor. Öyle ya; bugünün yayıncılarına bir karelik görüntü içerisinde izleyiciye bir mesaj vermek bile yetmiyor: Akıcı görüntünün altından geçen bir bant üzerinde ayrı bir bilgi bombardımanı, üstünde “şok haber” başlıklı ayrı bir indükleyici, köşelerde saat, döviz kurları... Tüm bunların hepsinin, izleyici tarafından aynı anda algılanması bekleniyor. Bizim bilişim literatürümüzde buna “multi tasking” deniyor, yani bir koltuğa birçok karpuz sığdırma çabası. Sosyal açıdan ise tam bir hipnotik durum.

Birey birey olmaktan çıkıp, bu çağın ilüzyon üreticileri ile hipnoz altına alınmış zombiler haline geliyor. Gündüzleri ise bu etkiyle hareket eden, “programlandığı” gibi tüketen veya davranan, ekonomiyi veya bir görüşü besleyen “ideal insan modeli” ortaya çıkmış oluyor.

Kuyruğunu kovalayan kedi yavrusu gibi, sürekli daha hazılı dönemeye çalışan, daha fazla tüketip veya kendisine idol olarak sunulan hedef gerçek kılmak için daha yüksek tempoda, değirmene koşulmuş gibi koşturup duruyor. Faturalar, taksitler, krediler için yaşanan ve asla kişinin kendisine ait olmayan ve önceden muadili olmayan yeni yeni yaşam formları sürekli olarak gelişerek normalleşiyor.

Kısaca; giderek vücutları daha az çalışan ama beyinleri daha çok yorulan insanlar oluverdik. Dolayısıyla; hareketsizlik nedenli fiziki hastalıklar arttı ki insan vücudu hareket üzerine tasarlanmıştır. Bencillik, sabırsızlık, huzursuzluk, vurdumduymazlık, agrasiflik gibi ruhsal hastalıklar ayyuka çıkmıştır ki daha fazla vermek için daha fazla alabilmenin her yol mübah yöntemleriyle paydaşlar saf dışı bırakılmalıdır.

Teknolojiyi üreten tarafın bir temsilcisi olarak her okura bu soruyu sormak istiyorum: Sahi, teknolojiyle “arttırılan” zaman nereye gitti, gören var mı?

Cem TURAN

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder