26 Temmuz 2014 Cumartesi

HER İNSAN ÖLÜR AMA HEPSİ GERÇEKTE YAŞAMAZ

Cesur Yürek (Braveheart, 1995)... Vizyona girdiği 1990'larda mübalağsız, yedi yada sekiz kez aynı sinema salonuna giderek seyrettiğim, her defasında ruhumdan birşeyler koparıp birşeyler kattığını hissettiğim, Mel Gibson'un oyunculuğunu sonuna kadar konuşturduğu, benim için harikulade bir film. Henüz seyretmediyseniz, şiddetle tavsiye ederim, bulup mutlaka seyredin.



Ve Ortadoğu'da yaşananlar... Mutlu olmak dışında neredeyse her duyguyu farklı zamanlarda depreştiren olayların eksik olmadığı bir coğrafyada, güdenler ve güdülenlerin, insan canının değersizleştirildiği, eline silahı alanın haramiliğe soyunduğu dünyanın "uru". Oysa Binbir Gece Masalları'nda hep buraların efsanevi mimarisi ve gizemli ışıltısı anlatılır. Gerçekten de bir medeniyetler yatağının bir mafya yatağına dönüştüğüne tanık olduk, son on yıllarda.

Ve bir deyim: Bindiği dalı kesmek. İşte bunu yapan insanların toplandığı yer, Ortadoğu. Dünya üzerinde ne kadar güç odağı var ise, çıkarlarının çatıştırıldığı bir antik arena gibi adeta. Böyle bir arenada sulh, ancak oyuna ara vermek kadar sürer, dolayısı ile.

Hırsızın hiç mi suçu yok?

Pek tabi, var. İçindeki potansiyeli uygun şartları bulduğunda kinetiğe dönüştürüp, gözünü kan ve hırs bürümüş şekilde harekete geçmesi feci bir durum. Lakin evin kapısını sonuna kadar açanlar, tabelasında "müslüman" hatta daha da vahimi "insan" yazarken komşusunun güvenliğini hiç umursamayan, ahvali ile hiçbir samimi ilişkisi olmayan, petrol şırıltısı ile sarhoş, meşkü aşk içinde hayat sürenlerin, "bana dokunmayan yılan bin yaşasın" diyenlerin işledikleri suç ve altına girdikleri vebal karşısında korkarım hırsız devede kulak kalır. Çünkü hırsız kendinden bekleneni yapmıştır.

Oysa diğerleri insanlığı, müslümanlığı kitabi bir künye gibi sayfa üzerinde bırakmış, hayatlarına geçirmek şöyle dursun, dünyanın en alakasız topluluklarının bile içine düşmeyecekleri kadar yaradılış gerçeklerine taban tabana zıt bir hayatın, sapkınlığın içine düşmüşlerdir.

Bu insanların üretmek kitabına girmemiş, "bastır petrol parasını, al malı" diyenlerden olmuşlarsa, bugün pekçok örneklerini bu coğrafyada gördüğümüz gibi elalemin mandasıyla, ücretli himayesiyle yaşamaktan rahatsızlık duymayacak derecede onursuzlaşmışlardır.

Böyle bir kötü geleneğin mensuplarının, her ne kadar dış rüzgarların etkisiyle büyük oranda dejenere edilmiş olsa da halen koruduğumuz özgürlüğe düşkünlüğümüzü anlamalarını beklemek, abesle iştigal olur. Onlar maalesef, kendileri dururken bizim bunca kilometre öteden dünyada bu insanlık dışı ahvale çıkan belki de yegane ses olmamızı anlayamazlar.

Bizde de çok bozuldu istiklal bilinci. Çünkü "big brother" öyle istiyor. Topla tüfekle yıkamadıklarını son on yıllarda, başrollerde medya ve televizyon olmak üzere, sabır gerektiren bir kültürel çürütme stratejisi ile yapagelmekteler. Bugün "medeniyet" diye yuttuklarımız, geçmişte olmayan güncel bağımlılıklarımız var artık. Eski genelkurmay başkanımız sayın İlker Başbuğ'un yakınlarda yayınlanan kitabındaki şu cümleyi sizinle paylaşmaya değer, anlam yüklü buluyorum: "Özgür olmak, dışarıda olmak demek, değildir..."

Biz dışarıdayız şimdilerde. Çocuklarımız parkta oynarken bir bombanın kurbanı olurlar mı korkusu yaşamıyor, evimizde otururken penceremize bir tank namlusunun dayanmasını bile ihtimal dahilinde görmeden rahatça yaşayıveriyoruz, zahiren. Filistin'deki gibi sahilde kumdan kale yapan beş yaşındaki çocukların cesetleri gelmiyor hastanelerimize, yürekleri param parça eden anne baba dramları yaşanmıyor belki de. Fakat biz henüz özgür değiliz ve bunu bir hayli geç anladık. Ekonomik, bilimsel, sanatsal, endüstriyel ve politik özgünlüğümüzü ortaya koyabilecek, özgürce kendi stratejilerimizi uygulayamadıkça, dünyanın "tüketicileri" liginde bulunup bir pazar olarak birilerinin iştahını kabartmaktan öteye gitmedikçe de bağımsızlıktan söz edemeyiz.

Halimiz böyledir ve bu durumun uzun yıllar bilinçaltımızda "normalleştirilmesi"ni, uyuşturulmuş, bağımlılaştırılmış, kayıp nesillerle yaptı yapanlar. Şimdilerde biraz kıpırdanıyor gibiyiz ancak metodolojik hatalarımız çok fazla, bilimi görmüyor ve durumu "takım elbiseli, saçı jöleli" gladyatörlerle kotarmaya çalışıyoruz. Yazımın ana çatısı olmadığı için bu konuda daha fazla şey söylemeyeceğim,  merak edip ilgilenen olursa -ki özellikle sorumluluk taşıyan yetkililer cihetinden- bana sorarlarsa yapılan hataları tek tek sıralarım.
...
Bizim halimiz böyle olsa da dert edinmek bile güzel kalkınmayı, adil bir dünya içinde yaşamayı. Arap dünyası ile aramızdaki temel fark burada işte. Onlar dert etmez görünüyorlar, kendileri dışındaki hiçbir şeyi. Bu açıdan bizden ibretle, utanarak öğrenecekleri çok şey var aslında. Başta da onurlu yaşamak...

Cem Turan

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder