26 Temmuz 2014 Cumartesi

BALIĞIN NASIL TUTULDUĞUNU O GÜN ÖĞRENDİM

Çok yıllar önceydi. Misinasını alarak şansını Galata köprüsünde denemek isteyen sıradan bir ortaokullu öğrenciydim herhalde. Bilirsiniz, Galata köprüsünde balık tutmayanın İstanbulluluğu şaibelidir, denir bazı kesimlerce.

Tenhaydı o gün Galata, belki de biz erken gitmiştik. Çoktan nakış gibi işli korkulukların arasından oltamın misinasını, iğnelerinin ucuna küçük yem parçacıkları takarak, besmelelerle, çocukluğun masumane duaları eşliğinde sarkıtmış, denizin ne kadar ikramda bulunacağını merakla pusuda bekleyen bir avcı gibi misinayı elimle "dinliyordum", balık vurdu mu diye.

Ne kadar süre geçtiğini hatırlamıyorum, akan insanların çoğaldığı öğle saatlerine yakın bir vakitte, bir pazar sandığı, içi dolu bir büyük poşetle üç kişi peydahlandı dibimde. Üzerinde bulunduğum kaldırım kesimine sandığı koyup, poşetin içini boca ettiler üzerine. Yakından bakınca, o zamanlarda işportacıların revaçta olan ticari emtiası; limon sıkacağı olduğunu gördüm. Plastikten, rengarenk bir curcuna gibiydi sandıktan türetme tezgahlarının üzeri. Buraya kadar herşey normal, değil mi?

Tezgah kurulumu bittikten sonra üç kafadar biraraya gelip fiskos fiskos, duyamadığım birşeyleri konuştuktan sonra içlerinden biri, hızlıca cebinden çıkardığı paralardan birazını diğer ikisine pay ederek verdi ve bu adamlar tezgahtan uzaklaşarak, giderek artan köprü kalabalığının içinde yitip gittiler.

Artık herşey hazırdı. Tezgahın başında kalan adam birazdan bir seyyar satıcıdan beklenen nağmelerle davetkar ve tahrik edici çığırtkanlığına, kulağımın dibinde feryat figan başladı: “Koş vatandaş koş, yüzyılın buluşu, yorulmaya, zaman harcamaya, çekirdek ayıklamaya paydos, bilmem nereden ithal!...” diye bağırırken bir yandan da eline aldığı limonların böğrüne küçük bir borucuğu andıran limon sıkacağını batırıyor, bir hamlede küçük çay bardağını limon suyu ile dolduruyordu. Öyle yakındıki tezgahları bana, adam limonun kalbine hançer gibi o plastik sıkacağı sapladıkça fışkıran limon suları bana kadar geliyordu. Rahatsız edip etmediğini sorma inceliğini pek beklemeyin, olmuyor bizde.

Adamın tüm bağırtısına ilk tepkiler birkaç nazlı, durmadan bakış atıp geçen yayadan ibaretti. Ta ki, az önce giden diğer iki adam tezgaha dönene dek. Edaları farklıydı bu kez, tezgahın yol tarafından yanaşıp şaşkınlık ve hayranlık hareleri yayan müşteriler gibi eğilip aldıkları limon sıkacaklarına adeta sanat eseri muamelesi yapıyorlardı. Bir yandan da yüksek sesle “Aaa, biz bundan kullanıyoruz, çok memnunuz.”, “Kayınvalideye de alayım, çok istiyordu” ya da "Aaa, çok ucuz (!) Ver oradan bana beş tane..." kabilinden bir sürü sloganvari yorumlar getiriyorlarken etraflarının birer ikişer insanla dolduğunu şaşkınlıkla seyrettim. Birkaç dakika sonra tezgahın etrafında iğne atsan yere düşmez bir kalabalık oluştu ve devamı, malumumunuz. Muhtemelen o gün kaldırımda yürüyen siz de olsanız, “nedir bu kalabalık” diye içine girer ve o kalabalığın bir parçası olurdunuz. Gerisi ise sürü psikolojisini yönetme kabiliyetine kalmış. Adamlar da yarım saati bulmadan sermayeyi nakde dönüştürüp tezgahlarını alıp çoktan gitmişlerdi bile. Herhalde ne olduğu meçhul yeni model elektronik oyuncaklar için geceden sıraya girip teknoloji marketler önünde izdiham oluştur(tul)an kişilerin sırrını şimdi daha iyi anlıyoruz, değil mi?

O gün pek balık tutamadım, birkaç yavru istavrit dışında. Ama balık tutmak için insanların nasıl hilelere tevessül edebileceklerini öğrendim. İnsanın para kazanmak için kullanabileceği akla hayale gelmedik yöntemlerinin sınırsızlığı, ne kadar tehlikeli olabileceği, ahlakın edebin bu uğurda ne de yerle yeksan edilebileceği gerçeği karşısında hayretlere kapıldım.

Boş yere değil, Peygamber Efendimiz’in her çarşı pazara çıkışta “tüccarın şerrinden” Allah’a sığınmışlığı. Kitaplarda yazan, sorulduğunda kendi söylediği doğruları elinin tersiyle itecek kadar gözü dönmüş bir yaratık haline gelebiliyor insan, dünya çıkarı ve kazanç hırsı karşısında.

İstanbul’da başlayan Shopping Fest’e bir de bu gözle bakın. Etkinliğin 2014 afişinde bir kadın kayıktan balık tutuyor. Oysa altın dişli, tüccar “sandıkçılar” oltadan çıkana kanaat etmiyor, trol kullanıyorlar. Vitrinlerinden 52 hafta indirmedikleri “indirim” yalanları yetmiyormuş gibi, denizin dibini kazırcasına ağları ile donattıkları alana “Shopping Fest” yaygarası ile masum balıkları, bizleri, rahat kandırılabilir ve ihtiyaçları olmayan şeyleri almaya yönlendirilebilir bireyleri sokmaya çalışıyorlar. O yola düştü mü bir balık, kurtuluşu yok genellikle, çünkü yolun sonu trol: Yem oluyorsunuz.

İnsanın bu acımasızlığı, aşağıca ve onursuzca çıkarperest yaklaşımı her alanda varmış meğer, ben fanusta yaşamış, gerçekleri görmezden gelmişim uzun müddet. Adam raf ömrünü uzatabilmek, maliyeti düşürebilmek için artık gıda olmaktan çıkmış market ürünlerinin içine sokmadığı katkı maddesi bırakmıyor. Toplum sağlığı, insan hayatı kimin umrunda çıkar karşısında.

Peygamber Efendimiz’den: “İnsanın gözü doymaz, iki dağa dolusu altını olsa üçüncü dağı ister. İnsanın gözünü ancak toprak doyurur.”

Benim bu kadar uzun laf kalabalığıma karşın ne de öz ve herşeyi anlatan bir hadis değil mi?

İçimi acıtan devlet dediğimiz, tabi olduğu anayasasında “vatandaşının haklarını, sağlığını, huzurunu, kültürü, değeri...” korumakla mükellef kılınan milli örgütlü omurgamızın da giderek altın dişli materyalist azgınların etkisiyle bu görevlerini suistimal etmesi, görmezden gelmesi, bunlar da yetmiyormuş gibi, “Shopping Fest” gibi rezaletlere sponsor olmak kadar aymazlığını ayyuka çıkarmış olmasıdır. Devlet kimindir, neye hizmet eder, anayasada yazanlar devlet için sadece birer hikaye midir?

Tüketim müptelası olmaktan dolayı borç batağına saplanan, bankaların hacizcileriyle evlerini başlarına geçirdiği, ocakları söndürdüğü, ortaya çıkardığı huzursuzluklarla aileleri dağılan, birbirlerini sahip oldukları mallara, imaj mukabili markalara göre değerlendiren, masaya koyduğu telefonun markasına göre karizma katsayısının oluştuğuna inanan bağımlı bireyler zümresi olan, gelecek nesillere, daha şimdiden gençlere verebileceğimiz tek “kültür” bu olma yolunda hızla ilerleyen bizler devleti dava etsek haksız mıyız? Bu dünyada hakkımızı alamasak bile mizan-ı mahşerde buna sebep olanların önüne hiç gelmeyecek midir?

Mantar gibi çoğalan kanser vakaları karşısında, yiyecek “katkı katılmamış”, “glikoza bulanmamış”, hormonsuz bir tek meyve sebze, gıda bulamayan insanlar, “epigenetik; beslenme ve çevresel nedenlerle” toprağa verdikleri sevdikleri için sağlıklarını koruma görevini, yine altın dişleri parlayan tüccarların etkisiyle, yerine getirmeyen devleti dava etseler kazanamazlar mı? Eğer bir hukuk devleti var ise kazanmalılar. Kazansalar dahi, bu canlarından bir parça olan sevdiklerini geri getirir mi? Bu dünyada haklarını alamasalar bile mizan-ı mahşerde buna sebep olanlarla hesaplaşmayacak, dava etmeyecekler mi?

Bilmek insanı mesuliyet altına sokar. İşte bundan ötürü alimlerin mürekkebi, şehidin kanından ağırdır. Bununla mukayesesi olmaz ama vasati hemen her inanan ailenin çocuğu yaz kurslarında, okulda dini eğitimlerden geçiyor. Hele bir de imam hatipli olmakla övünen bir kesim varki sormayın. Haklılar da, dinin vecibelerini ve gerekliliklerini çok daha yakınen öğrenme bahtiyarlığına erişmişlerdir çünkü. Çünkü insan inanç demektir, gerisi sadece bir et yığını. Ne hazinki, buna tezat haller, hem de imam hatip okumuş bireylerden görmek, dini akaidi öğrenmenin doğru amelde bulunmak, doğru yönelimler sergilemek ve insani değerleri her zaman ön planda tutmakla aynı anlama gelmediğini gösteriyor. Demekki imam hatip okumaktan daha fazlası gerekiyor, doğru insan olmak, altın dişli kapitalistlere bu memleketin insanını yedirtmemek için.

Hatasız insan yoktur. İcraat makamları ise hatanın, doğası gereği ürediği alanlardır. Hata yapmamayı garanti altına almak için proje üretmekten, iş yapmaktan geri durmak olmaz. İyiki var hatalar ki bizi geliştirenler onlardır. Önemli olan “burada hata yaptın, doğrusu şu olmalı” diyene yöneticinin takınacağı tutumdur ki bu da onun sınavıdır.

Hiçbir söz yokturki dinlemeyene işlesin, hiçbir kitap da yazılmamıştırki okumayana aydınlık sunsun. Eleştirilerimi bu kabilden, elden ele ilgililere ulaştırmanızı diliyorumki sözüm yerini bulsun.

Shopping Fest bir illüzyondur, trol ile balık avlamadır, harcama ve tüketimi insanlar için kalıcı bir değer haline getiren gayri ahlaki bir pazarlama stratejisidir ve derhal vazgeçilmelidir. Bizim toplumsal dinamiklerimizde suni imajlar değil, birliktelikten gelen sosyal yaşam istekliliği ve tevazu ülküsü var (idi) iken, buna vurulmuş materyalizmin kurumsallaştırıldığı son ve öldürücü darbedir.

Şimdi iyi “shopping” ler İstanbul. Yöneticilerimiz çünkü öyle diyor.
Ne olursa olsun, “İsraf haramdır” emrine uymamanın faturası ise vadesini bekliyor.

Cem Turan

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder