29 Ekim 2014 Çarşamba

BAKANA DA GÖRENE DE BAYRAM MAKALESİ

Bu yazıyı, Cumhuriyetimizin 91. yıldönümü münasebeti ile 29 Ekim 2014 tarihinde, hayat çizgim boyunca değişmemiş tarihi ve sosyal çıkarımlarımı paylaşmak ve  fâni olan dünyada bu düşüncelerimi tarihin şahitliğinde not etmek üzere kaleme almış bulunuyorum. Sadece bakıldığı zaman beni kolayca yargılayabileceğiniz, ancak görmeye çalıştıkça mevcut toplumsal sıkıntılarımızın nedenlerini bulabileceğiniz bir yazı olduğu inancındayım. Suya sabuna dokunmak gerek, eğer amaç kalıcı iyileştirmelerse. Her birinin üzerinde hassasiyetle durduğum, değerli bir şeyleri aktarma telaşını hep yaşadığım uzun yazılarımı sabırla okuyan ve takip eden tüm okuyucularıma şükranlarımı sunuyorum.

 Mustafa Kemal'i anlamak, bir faniyi putlaştırmak, boş lakırdılarla kendini avutmak, "sen kalk ben yatayım" deyip ağustos böceğinden farksız yaşam sürmek değil, sadece kendini kalkındırmanın hesaplarını yapmak kadar hainlik ve gaflet içinde olmak, hak etmediğini almak, kendini maaşa bağlatmak, eğitimi, bilimi yapıyormuş gibi yapmak ve ömrünü malayani ile çürütmek hiç değil..

 İlericilik; adam gibi miskinliğe savaş açmakla, bu toplumun yeni filizlerinin doğru yeşermesi için, mahalle bakkalı olunsa yine de dert edinmekle, gayret etmekle, el vermekle olur, omuzlarına bastırıp gelenleri yüceltmekle olur, yüzünü aydınlığa doğru düzgün dönüp, şairin dediği gibi; rakı şişesinde değil ama ilim şişesinde balık olmakla olur.


 Atatürkçülük; çocuğunun cebine hırs, ihtiras,  bencillik koyup sevmediği ve topluma fayda üretemeyeceği mesleklere, kariyer, statü, çok gelir uğruna iteleyip kakalayarak sokmakla, sınavperest kurs kuşu yapmakla değil, cebine idealler, fikirler, insan ve toplum sevgisi, canlı ve evren ilgisi, önce kendine ve sonra diğerlerine inanç, özgüven, ortak ideal bağı koyarak özgür iradesiyle toplum makinasında üreten bir dişli olmasını sağlamakla baki olur. Kötü alışkanlıklara aşinalıktan onu korumak, önce örnek olma erdemini göstermekle samimi olur.

 Kimi âlim olur, kimi ilim yolcusu. Kiminin mecali yoktur, ilim heveslisi olur. Kimi dinleyicisi olur. Kimi ilme doğru adım atanları çok seven. Kimi gider, kapısını süpürür bir irfan yuvasının, kimi eşiğinde paspas olur. Kimi başını sıvazlar bir öğrencinin kimi kalem olur, silgi olur.  Hepsi efdaldir, muteber. Yeterki gelişme davası, bayramdan bayrama törenlerde acıklı şiirler okuyup, çocuklara ve gençlere zorla kuleler yaptırmaktan ibaret sayılmasın.

 Evirip çevirmemeli lafı. Eğitimin iki amacı var, üçüncüsünü söyleyen çarpılsın: Biri gerçeğe yaklaşmayı sağlamak, onu kavramak ve ona göre bendeliği şekillendirmek. İkincisi ise insanlığa ve dahi tüm canlılara fayda üretmek. İşte bu bakıştır medeniyetin "muassır" sırrı.


 Tarihi, okumayı sevmeyen insanlardan olmasına rağmen bir mite yapışıp onun gölgesinde, sonuna -çı, -çü takısı koyarak avareliğine, idealsizliğine kılıf üretmemektir, Atatürk akılcılığı. Kimi gerçek devlet eliyle üretilmiş, uydurma kahramanlık hikayeleriyle yatıp kalkmak değildir, zaman kaybetmek, kendini darı ambarında görmek değildir. Yüzünü ileriye, inovasyona, gelecek için tüm dünyaya verebileceklerine dönmektir. Kendini ve koca bir toplumu kandırmamaktır...

 Devrimcilik; önce içi boş söylenceleri bayrak edip umarsızca sallayıp durmak değildir, elbet. Ha bire üretenlere, eski köye yeni adet çıkaranlara, bilimi rehber edip geliştiren ve sonra da teknoloji üretip yedi düvele satanlara sadece sömürülecek bir pazar olmaktan aklıyla, fikriyle, idealizmiyle kurtulabilmek, bu alandaki bağımlılık zincirini koparabilmektir, inkılapçılık. İlkel çöllerde gerçekleşen, kanla beslenen toprak savaşlarından kendini kurtarıp bir saksı kadar toprakta, teknolojisiyle yön verenleri görebilmektir.

 Bir Kemal olmak; başarının tanımını doğru yapmakla olur, işine gelmediği ve kendi civarından bile geçmediği için neslinden, çocuğundan ve hatta kendinden gizleyip anlamını çarptırarak değil: Başarı mutlu olduğu, hakkını verip içini doldurduğu ve dolayısıyla mutlu ettiği bir yaşamı arzulamak, kurgulamak ve yaşayabilmektir. Hayata değer katmak, ışık saçmak, haline bakıldığında; asra yemin edilerek hüsranda olduğu vurgulanan insanlığa yılmamacasına gayret dolu sabrı ve hakikati çağrıştıran bir suret ve kalbe sahip olmaktır. İnsanlığa fayda katıp, bir derde derman olup, hayırla anılmak üzere hayat denen tiyatro sahnesinden ayrılabilmektir. Başarı asla kazanılan para, pul, geçici mevki ile ölçülecek bir mevhum değildir.

 Mustafa Kemal'i anlamak için 10 Kasım'larda düdük çalmaktan çok daha fazlasına ihtiyaç var. Aslanlı yolda yürüyüp mozoloye çelenk bırakanların yanlarındaki çıkınlarında medeniyet duvarına kendi ürettikleri, insanlığa hediyeleri yok ise, bu şekilciliğin dibine vurmak değil midir? Tıpkı dini bir karış sakalla dolaşmaktan ibaret sayıp, dini kendi ticaretlerine malzeme yapıp, daha ilk emri olan "Oku"dan bihaber yaşayan ve gereğini yapmayan tembel, cahil cühelalar gibi.

 İyi veya kötü, kırık dökük veya gıcır gıcır, bu memleketin sırasında, sınıfında yer bulup okuduğunu, ekmeğini yiyerek suyunu içtiğini unutup hiç borcu olmadığı aymazlığı ile bilmem hangi nedenle, soluğu yurtdışında almak ya da yurtiçinde olup bilmem kimlerin "wolrdwide" imparatorluklarının kapı kulluğunu yapmak değildirki Ata'yı sevmek. Daha da vahimi; yurtdışından, bırakıp gittiği memleketi karıştırmaya, yönetmeye, yeni imparatorluklara oyuncak olsun diye çalışmak, hiç değildir.

 Odasının ışıklarını, istisnasız mesaisi bittiği an söndürüp ilmi, üretmeyi, araştırmayı yarım bırakan olmak da değildir, şüphesiz. Projesi bitmeden, odasının kapısını kilitleyip evde mışıl mışıl uyumak da hayata sormadan, sorgulamadan bakmak da değildir, mutlaka. Gözlerinden çakmak çakmak öğrenmenin aşkını çıkaramayan, bilgiden önce aşk veremeyen, en kötüsü; böyle bir derdi olmayan öğretmen olmak, memur olsa bile ruhen de memuriyete bulanıp o gözle yaşamak da olmamalı Alpaslan'dan Atatürk'e layık evlat olmak.

 ... Ne de çok kandırmacaların içinde uyuşmuşuz, meğer. Oysa sorulunca, mangalda kül bırakmıyor, bez parçalarında saç sakal şekillerinde arıyoruz ilericiliği. Bir diğeri de kitlesi var diye, dini ticarete alet etmekten çekinmiyor, sırça kulelerde gazeteler çıkarıp, pop rock ilahi albümleri yayımlıyor.


 Kısaca çoğumuz geçmişteki bir lideri, tarihi kişiliği, fikrini alıp kalkındırmak, geliştirmek için değil; adının sonuna -çı takısı takıp ürettiğimiz sanal kulübe üye olarak başta kendimize anlam bulmak için seviyor. Bu ahval, su götürmez bir vakıa: Takım tutar gibi; Fenerbahçeli, Beşiktaşlı olmak gibi, onda bile ayıplanması gereken bir taassup içinde fanatizmle bayraklaştırılıyor birileri.

 Halbuki şu da bir gerçek ki; kulübüne dahil olunan düşüncenin zerre kadar gereğini yapana, savunduğu fikirler ışığında dünyaya bir yenilik katana da aşkolsun. Ağızlarda bir sakız, çiğnenip duruluyor ve olan, bunlarla ömürleri çürütülen, zihinleri uyuşturulmaktan dolayı üretmekten, araştırmaktan alıkonulmuş nesillere ve koca bir toplumun bekasına oluyor.

 Yeni atalar da putlaştıracağız endişelenmeyin; bizde bu eğilim varken. Türkiye siyasetinde 10 yıldan fazla hüküm süren her kişilik, öldükten sonra putlaştırılmaya adaydır. Çünkü onun da -çı'ları ürer etrafında, markalaşırlar ve kararlılıkla beslendikleri bu birlikteliği korumaya çalışırlar. Onun kaybolması halinde, varlıklarının bir anlamı olmayacağından korkarlar. Çünkü hayatta gerçekten de bireysel olarak bir değer üretmeye hiç yatırım yapmamış çok insan görürsünüz. Bunların ya bir kulüp ya da bir fanatik hareket içinde olmalarıyla kendilerini tatmin etmeleri, bu nedenle anlaşılabilirdir.

 Oysa kendimizden ve bilmesek de sorumluluğunu taşıdığımız toplumdan sonra en büyük zararı, artık bir dünya sakini olmayan, her insan gibi ölümlü olan o mevtaların ruhaniyetlerine veririz. Kabirlerini daraltır, kemiklerini sızlatır, ruhlarını ızdıraba sevk ederiz. Hiçbir fani putlaştırılmak kadar büyük bir eziyeti hak etmez. Kendimize inanmayıp, yapabileceklerimizi görmeyip bilmem kimin ruhunun koruyuculuğuyla yaşamaya devam etmek ne de kolaycı bir miskinlik ama bunun faturasını, artık dünyada olmayan ve artık berzah (ruhlar) aleminin sakini olmuşlara çıkarmanın, onları mütessir etmenin sonuçları hazindir.

 Geçmişi ve onu yazan büyüklerimizi saygı ile anıyorum. Hatalarıyla doğrularıyla birlikte bir bütündür tarih ve aslında hatalar, insanlar ve toplumlar için öğretici, geliştiricidir. İyiki vardır hatalar, çok şey borçluyuz onlara. Bu erdemle tarihi okumak gerek, gerçekleri yalanlamak, kendi uydurma tarihlerimizi üretip onlara inanarak kendimizi kandırmamız olmuştur, "muassır medeniyet" çizgisinden bizi koparan. Bundandır, gerçek bilim ve sanatın bizi terk etmişliği. Sanatçık ve bilimciklerle idare edişimiz ve bir türlü yaşamımızın tam ortasına, bir yaşam şekli olarak getirememiş olmamız.

  Çocuklarımıza öncelikle inovasyonu doya doya yaşayacakları çevreler sunmamız gerek. Geçmişin mirasyediliği ile kendimize anlam yüklemeyi bırakıp yeni efsanevi başarılar için toplumun kadranını ayarlamak, bakışını düzeltmek zorundayız. Çünkü vaktiyle oluşturulan ve her körpecik çocuğumuzu, beynini öğretim adı altında kodlayarak içine yuvarladığımız hikayeler denizinde hayalleri, öz düşünce üretkenliği elinden alınmış ve hep geçmişle övünür bir halde yüzmekten kurtarmak durumundayız ve bu sanıldığı kadar kolay bir iş değil: Toplumların alışkanlıklarından sıyrılması, her yeri gökdelenlerle donatmaktan daha güçtür.

 Halen devam eden, tanımlanmış öğretim motorumuz; devlete bağlı vatandaş ve orduya asker üretme amacıyla çalışmaya devam ediyor. Gözümüze takılan bu zahiri gözlüğü çıkardığımızda, her Türk'ün aslında asker doğmadığını, askerleştirilmeye çalışıldığını anlıyoruz. Devlet güdüsü halen düşünmeyen ve sadece tabi olan vatandaş en iyi vatandaştır, kurgusu üzerinden hareket ediyor. Devlet için de kötü alışkanlıklarından vazgeçmek kolay değil. Artık bir şeylerden, kendini korumak için zamanında oluşturduğu suni hayal motorunun varlığından rahatsızlık duyduğunun işaretlerini veriyor ancak bundan kurtulmak konusundaki samimiyet testinde zaman zaman tökezlediği oluyor.

 "Türk, övün, çalış, güven" hedefi ile geçtik son iki nesli. Ne oldu? TÜRKlüğü kan meselesine döndürdük, ÖVÜNmekten ve geçmişe methiyeler dizmekten başka bir iş yapmadık, "Türk gibi kuvvetli" gibi uydurmalarla böbürlenip "Türk gibi akıllı ve ÇALIŞkan" olamadık, üretmedik, üretir gibi yaptık, montajı endüstriyel üretim sandık. Köylülüğü kötü bir şey sandık, tarımımızı ve hayvancılığımızı baltaladık. İstatistikler gösteriyorki patentli buluş derdimiz olmadı ama uluslararası markaların kara listeye aldıkları taklit sanayimizle GÜVENİLMEZ olduk. Atatürkçüyüz diye diye biz Atatürk felsefesinden, küllerden bir efsane doğuran, bilmem kaç etnik ve kültürel toplumu bir araya getiren güçte ve kahramanca çıkan ruhtan ayrıldık. Çünkü bu değerli felsefe, yol haritası bir statükoyu korumak ve birilerinin çıkarlarına alet etme pahasına bozuk para gibi harcandı lakin artık dönme zamanı.

 İnsanların onlarca belki yüzyıllar içinde kazandığı bu miskinlik batağından çıkmak, köprüler, tüneller, toplu konutlar yapmak kadar kolay bir iş değil ama ancak bu yatırım ve kararlılık bizi, çıktığımız raya yeniden sokar, yeniden tarihi ve kültürel köklerimizden gelen gerçek inovatif ve atılımcı ruha taşır.

 Bu düşüncelerle bayramımızı tebrik ederim. Şimdi yeni bayramlar üretmek için yeni liderler yetiştirme, yeni inovatif projeler üretme, dünyaya yenilik adına getireceklerimizle "biz döndük" deme vakti: Geçmişi rahmetle yâd edip üstümüzdeki ölü toprağını atarak geleceğe katılma, medeniyet duvarına bir kürek harç, bir adet tuğla olabilmek için gayret göstermenin tam saati.

 İbn-i Sina söylesin son sözü: İlim ve sanat, takdir görmedikleri ve himaye edilmedikleri toprakları terk ederler. Etrafınıza bakın; hangileri imitasyon hangileri gerçek siz karar verin. Peki ya siz, gerçek misiniz, bunun neresindesiniz?

Cem TURAN

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder