8 Ekim 2014 Çarşamba

BİR BALON İÇİNDE YAŞAMAK: AKADEMİK İMAJ VE MÜHENDİSLİK EĞİTİMİ

  Markaların insanların tüketim alışkanlıklarının manipule edilmesindeki önemli yeri, su götürmez bir gerçektir, şüphesiz. Doğrudan tüketicinin psikolojik algısına yönelik çalışan, ekonomi dünyasının bu katıksız icadı sadece ticari piyasaları değil eğitimden uluslararası diplomasiye hatta sivil toplum kuruluşlarından dini gruplara kadar geniş bir alanda içimize nüfuz etmiş durumda. Hayır amaçlı (!) dernekler ve vakıflar bile diğer emsallerine göre fark atmak, bilinirliğini artırmak, uluslararası olmak, daha fazla bağış toplamak için markalaşmaktan geri kalmıyor.


  Diğerleri konumuz değil ama eğitimde markalaşmanın gözardı edilen yan etkilerine sık tanık oluyorum üniversitelerde. Sadece üniversitelerde de değil, bugün kamu ve özel sektör ilk ve orta öğretim kurumları kendi içlerinde ciddi bir rekabet halindeler ve giderek daha sofistik markalaşma metodları keşfedip uygulamaya koyma çabasından vazgeçmiyorlar.

  Öğretimde marka bağımlılığı öyle sınır tanımaz ve eskiden gelen bir sosyolojik sorun ki, mezunlarının bilinçaltında üniversitelerinin adı mesleki öğrenim alanlarının ne olduğundan ve bu konuda alınan eğitimin vasfından daha öncelikli yer tutuyor gibi görünüyor. "Ben şu üniversite mezunuyum" diyebilmek, "ben şu bölüm mezunuyum ve yeteneklerim şunlardır" demenin önüne geçiyor, çoğu kez. Oysa yetişmiş bir insanın kendi meziyetlerinden, üretebileceklerinden daha çok, bir üniversitenin tabelası ardına sığınması özgüven eksikliğinin bir tezahürü de olabilir mi?


  Çok sık karşılaştığım bir bakış tarzı: Göze kestirilen bir üniversitede herhangi bir mühendislik okumak. Ya da üniversiteye giriş sınavında tercih formunu "ortaya bir karışık" anlayışıyla doldurup aynı kağıda mühendislik, tıp, hukuk, İngiliz dili ve edebiyatı gibi biri yerde biri gökte, biri doğudaysa diğeri batıda bölümleri bir üniversiteye girme uğruna yazıvermek... Ne de çok ilgi alanı olabiliyormuş kimilerinin, meğer. Marka hastalığımız üniversite tercihlerine de yansıyor. Ne okuduğumuz, hangi branşta derinleştiğimiz kimin umurunda? Gözünü üniversitelerin neonlarla yazılmış isimleri bürümüş insanlar, dernekler kurup mezunlar günleri düzenleyerek markaya aidiyeti perçinlemek gereksinimi duyuyorlar çünkü üniversitelerinin markası gurur duyacakları bir değer ifade ediyor ya da öyle olması umuluyor. Peki ya meslekten duyulan, seçilen bölümden duyulan gurur ve o mesleğe karşı hissedilen aidiyet duygusu? Genetik, elektrik, bilgisayar, orman, gıda, inşaat mühendisliklerinden temel hendese (hesap kitap) bilgileri dışında neleri ortak olabilir? Meslek seçmek üniversite seçmenin nasıl gerisinde kalabilir?

  Hocalarda ve üniversitelerin kurumsal bakışlarında bile görürsünüz bu hastalığı: "Bizden almadığın dersi tekrar almalısın, diğer üniversiteler bizim kadar iyi öğretemez". Tam anlamıyla megalomanca bir anlayış, kendini darı ambarında görmek, pompayla şişirilmiş öz ego patlaması. İş mülakatlarında üzülerek tanık olduğum, hazin değişmez tablodur, yeni mezunların şişirilmiş ego balonlarının sönmesi. Beyinleri öyle yıkanmıştır ki genellikle havada kapılmaları garantidir rüyasını yaşarlar, kapı gibi üniversite markaları var! Üzgünüm ama yok öyle bir şey. 

  İnsanları içi boş etiketlerle damgalayıp, hipnozla olmadığı gibi gösterenler ve kendini böyle görenlere sormak gerek, uluslararası bilimsel ve akademik endeksin neresindeler. Hemen söyleyeyim, esameleri okunmaz. Bilmem kaç yüzüncü sıraya zaman zaman kaynak yapanları görürseniz bilinki bilimsel yayın sayısına göre yapılan değerlendirmeler de rasyonel değildir. Akademik yayınların niceliğinden çok niteliğidir aslolan. Halen intihalin cirit attığı, hayata memuri gözlüklerle bakan, idealizm ve inovasyon ruhu nedir, bilmeyen insanlardan çıkan her makaleye dünyayı bir adım daha ileri götürecek bilimsel yayın gözüyle bakmanın ne kadar doğru olabileceğini, takdirinize bırakıyorum. 


  Size bir sır vermek istiyorum: Asıl gerçek eğitim aşk ve idealle yapılandır. Teknolojik oyuncaklarla dolu sınıflar değil, kandilin titrek ışığında, sadelik içinde, hoca ile öğrenci ilişkisinin kutsiyetinde gizlidir, eğitimin başarısı. Bu tanıma göre abartılı teferruatla doldurulmuş bir batı üniversitesinden çok daha vasıflı ve verimli olabilir, doğunun yeni kurulan üniversitesi. Buna İstanbul'da hayata gözünü açıp İstanbul okulları ve üniversitelerinde okumuş birisi olarak yürekten inanıyorum. Yeterki bilgiyle aşka düşmüş insanlar bir araya gelsin ve inansınlar. İşte bilim orada ürer. Çünkü ilim önce kendini, içindeki sesi dinleyebilmeyi gerektirir ve bunu sağlayacak ortamın dinginliğine, patırtı dolu koşturmaca fırsat tanımaz. Önce müstakbel mesleğinizi seçmelisiniz, bırakın sanal detayları. İlim Çin'de olsa gitmeli, değil mi? 

  Dürüst olun kendinize, neyin peşindesiniz: Gönlünüzde yatan aslan olan mesleğinizi size öğretecek bilimin mi yoksa üzerinde bilmem ne üniversitesi yazan bir kağıt parçasının mı? Meslek üzerinize giyip ömür boyu çıkarmamanız gereken bir elbisedir. Sebat etmeli, iyi ve kötü günde onu hep özenle giyeceğinize söz vermelisiniz yoksa mesleğiniz sizi hiçbir yere götürmez. 


  Mesleğiniz, yaparken ölmeyi dileyecek kadar çok sevmedikçe size ait değildir ve siz de ona. Sanal kalkanların ardına saklanmaya gerek yok, mesleğiniz ve siz yetersiniz. Teknik insan olmak, bambaşka bir şey, dünyanın bile yörüngesinden çıkmamak için kullandığı tekniği düşününce. Sözüm elbette tüm yüksek öğrenim camiasına ama en çok mühendislik ve diğer teknik alanlarda öğrenim görenlere. Çünkü onlar dünyanın zembereğini kurup boşaltmaya adaylar, dağları söküp yeniden takmaya... Özgür olmalılar ve özgün. Kendilerine inanmalılar, kuru imajlara değil. Değerleri içlerinde yaşattıkları olmalı, şişirilmiş balonlar değil.

  Bilimsel gelişim profesyonel imaj üreticiliğinden değil, amatör ruhla, inançla, aşkla "hadi, yapalım" demekten geçer. Nerede sinerji ürer, orada bilimin yüzü güler. Yüreklerde ideal olmadan, öne bir hedef koymadan amfileri, şatafatlı sınıfları doldurup boşaltmak, bencillikle ve diploma hatırına hafızlık yapmak yanında çorak bir Anadolu bozkırında, mütevazi imkanlarla fakat inanç, sevgi, paylaşım dolu kalplerle sınıflarını aşklarının, umutlarının, ideallerinin ateşiyle ısıtanlar ne de çok şanslılar, bir bilseler.

  Ve bir not: İdealist bir devlet okulu öğretmeninin ya da üniversite öğretim görevlisinin eline, nedense imaja fazlaca bulanmış on özel kolej veya üniversite mensubunun su dökemeyeceğine fazlaca inanıyorum. Belki gözlemlerimden, yaşadıklarımdan, araştırmalardan etkileniyorum ama belki de boş bir zan sadece. Ya sizce?

Cem TURAN

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder