15 Nisan 2015 Çarşamba

SALLANDIRILAN KİTAPLAR

Nisan ayının ilk haftasında 21. Yüzyılın 15. kütüphaneler haftasını hep birlikte kutladık. Gerçekten kutladık mı bilmem ama geldi geçti sonunda.

Kütüphanede kitap okumakla bir başka mekanda kitap okumak arasındaki fark; bir filmi bilmem kaç boyutlu sinemada seyretmekle evdeki idare lambası kılıklı, minik televizyonda seyretmek gibi bir şey olmalı. Yani fark çok büyük!

Bu nedenle kütüphaneler asla modası geçmeyen, derinliği olan, atmosferi "hadi yeni şeyler öğren" diye her an tılsımlı bir şekilde uslara üfleyiveren, sanki bu dünyaya ait olmayan mekanlar. Bundadır ki; özellikle 16. ve 17. Yüzyılın her yerinden bilim fışkıran toplumsal sinerjisini giyotinler gölgesinde üretmeyi başarmış Avrupa'nın o zamanların izini taşıyan ihtişamlı, heybetli, mistik, şatafatlı... kütüphanelerini görmek, dünya dışı evrene açılan bir koridora bakmakla eşdeğer hisler uyandırır bende. Dünyada hiçbir şeyin ilimden daha yüksek mertebede olamayacağını haykırır gibidir yüksek tavanlı, kemerli, her biri ayrı sanat ve tarih eseri, altın yaldızlı kaç asırlık binalar. Dolayısıyla o toplumun bilgiye ve bilginin taşıyıcısı olan kitaplara verdiği önemin çok önemli bir göstergesidir, kütüphaneler.

Gelelim biz ve yine "şu muhteşem Türkler!" dedirtecek gerçeklerimize:

Kütüphaneler haftası boyunca Kültür Bakanlığı desteği ile çok güzel bir uygulama yapıldı ve nöbetleşe, ikişer üçer her gece şehrin farklı kütüphaneleri saat 22:00'a kadar kapılarını açık tuttular. Keşke daha sık olsa da insanları AVM'lerden koparıp hiç olmazsa akşam ve hafta sonları ayakları buralara alıştırılsa. "Biz müsait olunca kapanıyooo" diyenlerin bahanesi hiç olmazsa ortadan kalkmış olur. Kim samimi kim riyakar ortaya çıkar biraz daha. Hani mikrofon tutulup sorulunca "en son hangi kitabı okudunuz?" diye, kapağının yüzünü bile görmediği halde atıp tutan, sosyetik entellektüel bir kitle var ya, onları kastediyorum.

Biz de öyle yaptık. Eşim, kızlarımız ve ben haftanın son günü son nöbetçi kütüphanelerinden birinde yaklaşık iki saatimizi geçirdik. Çocukların mutlulukları ve kendilerini özel hissetmelerini, ailecene kütüphanede olan yeganeler olarak hissedebiliyordum. Kitaplarımızı aldık, masaya oturduk, uzun bir süre içlerine dalıp gitmiştik ki bir kadının avaz avaz avaz bağrışıyla irkildik:

- Saat sekiz oldu haydiii, toplanın şu kenara dolu gözüksün! Elinize birer kitap alın... 

Meğerse bir belediye kültür merkezi içindeki ilçe kütüphanesinde "okur" gözükenlerin bir kısmı belediyenin gönüllülerinden gençler değil miymiş? Hepsi toplandılar ciddi ciddi, aceleyle birer kitap ellerine tutuşturulanlar, birbirine yakın masalara oturdular.

Aynı kadın azarlar üslupta bir kez daha, bir kütüphanenin alışık olmadığı ve olmaması gereken, saygı sınırlarını hiçe sayan yüksek sesle haykırdı:

- Haydi, bak bir saat yapacaktık, yarım saate çektik. Hiç olmazsa yarım saat şu masalarda okuyun! Bak size de diyorum, gelir misiniz buraya!

Uzunca bir süre ısrarla söylediğinden başımı kaldırdığımda gördüm ki aslında bize diyormuş hazretleri. Kendileri kütüphanenin muhtemel müdireleri. Bulunduğu ortamın kabzımal toplanma yeri mi kütüphane mi olduğunu ayırt edemeyen bu kişinin talebini geri çevirip, nasıl mümkün olacaksa okumaya devam etmeye çalıştık.

O anda içeri profesyonel bir fotoğrafçı girdi. Bizim müdire hanımdan vecizlere devam:

- Bizi böyle topluca çek, onları da (bizi kastediyor) orada çekiver. Arkadaşlar yaklaşın, kalabalık gözüksünki Kültür Bakanlığı'ndan daha fazla ödenek alalım. Resimleri oraya göndereceğiz!

...

Yine bu hafta uğradığım bir başka kütüphane daha oldu. Az sonra anlatacaklarımın hiç olmaması gereken önemli bir kuruma ait olmasından ötürü neresi olduğunu söyleyemem.

Kütüphaneler haftası münasebetiyle kütüphaneyi süslemeyi düşünmüşler, sağolsunlar ama içeri girdiğim anda beynimden vurulmuşa döndüm: Kütüphanenin hemen her yerinde tavandan aşağıya ipler sarkıtılmış ve ne yapsalar beğenirsiniz? Ellerine geçen kitaba tam orta böğürlerinden matkapla ikişer üçer delikler açıp bu ipleri bir güzel geçirmişler. Gördünüz mü siz inovasyonu: Uçan kitaplar!


Bir iki üç değil, onlarca kitap! Sıradan insan dahi yapsa bir canlıya zarar vermiş gibi muamele görmesi gerekirken bu kitapları katleden, failler kütüphaneci!

İdam edilmiş, sallandırılmış kitaplardan birisinin adı dikkatimi çekti: Öğretmen olmak!

Gerçekten okul okumakla ne öğretmen, ne kütüphaneci, ne doktor ne bilmem ne olunuyor. Bünye önce ona müsait olmalı, kaldırabilmeli. Bir meslek herşeyden önce kişilik olarak uygunluk ister. Meslek tercihlerinden önce bu uygunluğu test etmek cürretinde olacak bir "eğitimli öğretim" sistemini halen sadece hayal ediyorum.

...

Yüreğiniz kaldırır mı bilmiyorum, peşisıra geldi. Bir örnekle de final yapalım. Bir süredir başlamak üzere olduğumuz yeni bir proje için ön araştırma yapıyorum. Ziyaret ettiğim yerlerden birisi de bir üniversitenin matematik bölümünün tarihi kütüphanesi. Bilgisayar bilimlerinin bu kadar tarihi bir kütüphanede ne yeri var, demeyin çünkü işin başı matematik ve matematik dünyanın en eski bilimlerinden. Aradığım kitapların ise basım tarihi 1970'ler.

Kütüphane görevlisinden bilgiler de aldım çünkü gerçekten kitapların hepsi tarih kokuyor. Ben bu kitapların daha yenileri ile neden takviye etmiyorsunuz demeye kalmadan memur söze atıldı:

- Oda bir şey mi, bir 40 - 50 yıllık kitaplara eski demeyiz. Şuradaki kitaplar 16-17. yüzyıldan kalmadır, başkaları da vardı ama maalesef alan getirmiyor!

Aklım dumurda ben şokta, kalan bir gıdım akıl; o da gitti gidecek! Memurun gösterdiği yer kapının ucu, ayak altı, sıradan bir dolabın açık alt rafı. Hiçbir koruma, tedbir, kim kaybetmiş de onlar bulsun. Elini at, 16. yüzyıl matematik kitabı elinde!
...

Aklıma dünyanın ilk robotlarını yapan deha mühendis; Şırnak, Cizreli Eb'ul İz'in el yazmalarının başına gelenler geldi: Kimseciklerin adını, sanını bilmedikleri, sibernetiğin öncüsü bu bilim insanının kitapları örneklerini verdiğim türden anlayışla "mahkum edildiği" kütüphane köşesinden bir Alman profesör tarafından kaçırılır. Paha biçilmez şaheserdeki her bir projenin birebir çalışan prototipini yapan, bunlarla bir müze açan profesör kitabı Almanca'ya çevirtip uzun yıllar üniversitesinde mühendisliğin temel başvuru kitabı olarak okutur.

Kitabı metreyle, koyacağı kütüphanenin bulunduğu odanın rengiyle uyumlu olacak şekilde seçen insanların olduğu, okurmuş gibi yapılan ve okunmayan, bilgiye ve onun muhafazası kitaba hürmet etmeyenlerin olduğu bir coğrafyada bilim ürer mi, ilerleme olur mu?

Bu kütüphaneler haftasının ardından bir kez daha anladımki gerçekten "çok çılgınız" biz, Türkiye'dekiler. Eğer kütüphaneler haftası böyle gelecekse bence gelmemesi daha hayırlı. Hiç olmazsa kitapların canı yanmaz, okuyacak bir el bulur belki. Çöpe atılmayı hiçbir kitap hak etmez, ona muhtaç bunca köyü, kasabası hatta şehri olan bir ülkede.

Cem TURAN

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder