26 Nisan 2015 Pazar

BOŞVERMİŞLİKLE BÜYÜYEN TÜMÖR: ERMENİ DİASPORASI

İlkokul öğrenciliğimi daha dün gibi hatırlarım: Hafızama en fazla yer edenlerden birisi de değiştirilmiş haritalardı. Öğretmenim bir keresinde, Suriye'nin okul kitaplarında Hatay'ın Türkiye'ye değil Suriye'ye ait gösterildiğinden bahsetmişti. Çocuk aklımla, bu haber beni infiale sürüklemeye yetmişti. Nasıl olurdu da koskoca bir ülke bir başka ülkenin toprağını, gerçekle hiç ilgisi olmayacak halde karalayıp, nesillerinin beyinlerini yıkayacak kadar şuurdan ve akl-ı selimden uzak düşebilir. 

Çocuk aklımla ben, beyni yıkanan çocuklar büyüdüklerinde bu yalanı söyleyenlerin mahcup olacağını düşünürken; nasıl olur da kelli felli, koca ülkeleri yönetenler bunu düşünmekten aciz olabilirdi? Ben nereden bilirdimki; dünyanın kimi bölgelerinde değil akl-ı selimin, basiretin varlığı; insanım diye insanın yaşayasının gelmediği yerler; fanus içinde binbir gece masallarıyla halkını mışıl mışıl uyutmaya çalışan nice gaddar, geçmişte yaşamaktan geleceği göremeyen, tek derdi kendine taptırmak olan diktatörler varmış...


Öğretmenimin o haritayı göstermediğini anımsıyorum. Muhtemelen böyle bir haritayı göstermek, çarpılacak türden bir günah; daha da kötüsü, 80'lerin Evren'li Türkiye'sinde yasak sayılıyordu. Ermenilerin ve diğer; yaşanmış tarihten halen umduğunu bulamadığından, aldığı darbelerin acısına rağmen bir umut, kemirgenliği elden bırakmayan bilmem ne belaların uydurdukları tevatür, asparagas yayınların Türkiye'ye sokulmaması; sorunun bertarafı için yeterli sayılmaktaydı. Yurtdışında, içten içe ve organize bir halde kök salan, kulisler oluşturan, yer altında yuvalandıkları yerlerde gün be gün güç kazanan ve ellerinde yalandan başka malzeme olmayanlara karşı etkin bir karşı eylem geliştirmek bir yana, bunlara karşı koskoca bir ülkenin başını toprağa gömmesi ve kimsenin topraktan başını çıkarmamasının cebir yolu ile sağlanması, tercih edilmişti. Öyleki; bunlardan bahseden, Kars'ı, Ardahan'ı, Hatay'ı ayrık gösteren bir haritayla yakalanın hali doğrudan vatan hainliği olarak değerlendirilirdi, o haritayı basıp bütün dünyaya yayanlara karşı etkin bir koordinasyon kurulmadığı yıllarda. Boşverilmeliydi, yokmuş gibi davranılmalıydı ve öyle de yapıldı. Geceyarısı Ekspresi'nde olduğu gibi...

Merak etmeyin; tarihçi değilim, Ermenilerin bir kısmının iddiası olan ve her Nisan ayında ruhlara darlık verecek boyutlara gelip gündemimize giren bu meselenin doğruluğu yanlışlığı üzerine konuşacak değilim, yeterince sıfır bilgi ve fanatizmle konuşan var zaten ama tarihle ilgiliyim, her insanda biraz olması gerektiği gibi. Objektif olmalıyım, bu benim tarzım ve bilimin en genel eğitisi: Çapraz okuduklarım ve dinlediklerimin bana tek söylediği; bu ülkenin dedeleri de torunları da ne başkasının toprağına yukarıdaki örnekler gibi göz dikmiş, ne gördüğü halüsinasyonun etkisiyle entrikalara girmiş ne de değil soykırım, düşman askerine dahi canına kasdetmedikçe, tek kurşun atmamıştır. 

Bu değerlendirmem her türlü subjektif taraflılık ve duygusallıktan uzaktır. Delilim ise, Ermenistan tamtamlarının çalındığı Nisan ayının her 25. günü yaşanan diğer bir olay olan, Avustralya Anzaklar'ının binlercesinin onca yıldır ısrarla, onca kilometreyi üşenmeden katederek Çanakkale'de huşu içinde gerçekleştirdikleri şafak ayinidir. Anzaklar; düşman üniforması ile Çanakkale'ye çıkarma yapan dedelerine akşam olup silah sesleri kesildiğinde, bu ülkenin abide yüreklerinin gösterdiği insanlık dersinin, halen sırrına vakıf olamadıkları neden için gelip giderler.

Karşılığını görmediği pekçok insanlık dersi vardır buralarda yaşayanların. Onlarca yıl birbirine kırdırmak için uğraşı verilen Türk'ü, Kürt'ü ve diğerleri tek bir ruh ile tek bir kazanda pişti, asırlar boyu ve ortak bir insanlık kültürü doğurdular; dünyanın hemen hemen bütün dertlerine şifa. Onların anlamakta güçlük çektikleri bu değerleri ilk fırsatta da susitimal etmekten çekinmediler bir kısmı. Tıpkı; katliamdan kurtarılan Museviler'in ülkesinden bugün civarına yayılanlar ve keza Ermeniler gibi.
...

Görülmesi gereken gerçek; boş durmuyorlar ve her an çemberlerini genişletiyorlar. Her geçen yıl daha da yüksek çıkıyor sesleri. Boşvermişlikle, artık rutine binen olağan kınamalarla, onun bunun ağzından soykırım sözü çıktı mı çıkmadı mı diye kurdeşen dökmekten halen uslanmış gözükmüyoruz. Nisan'a girerken daralan ruhumuz mümkün olduğunca az ağzın ikrarıyla Nisan'ı atlattığımızda genişliyor ve unutup gidiyoruz, ta ki bir sonraki yıla kadar. Oysa öyle kin ile yoğrulmuş insanlar var ki; bugünün dünyasına ve medeniyetine zerre kadar bir üretim, katkı sağlamadıkları halde kafalarını hergün bu konuyla meşgul etmekteler. 

Bu yılki marifetlerini de izledim ibretle, taşıdığım his ise üzüntü. En büyük şiddet eylemi pasif şiddet: Fiziken bir etkiniz yoktur ama ruhen karşınızdakini daraltacak, sıkıntıya sokacak, stresle hata yapmaya azmettirecek nitelikte öyle cürümler işlersiniz ki; fiziki şiddetten ve hatta öldürmekten beter edersiniz karşı tarafı.

Her yıl karabasan gibi ülke siyasetinin gündemini işgal eden, her vatandaşının canını sıkan bu uru görmezden gelmek, her yıl dozu artan bir pasif şiddete maruz kalmayı peşinen kabul etmektir. İşte bu değildir, asırları savaşlarda tüketmiş olmasına rağmen, tarihinde boyun büktürecek insanlık suçu bulunmayan bu güzel ülkenin layığı.

Yapılabilecek o kadar çok şey varki: İnovasyon kazanını kaynatmalı birileri. Duygusallık yerine profesyonelce projeler üretilip en az işi bu boyuta getirenler kadar kararlılıkla uygulanmalı. Buyrun arşivleri açalım, demenin maalesef işe yaramayacağını düşünenlerdenim çünkü karşı taraf nicel gerçekler yerine bilişsel algı yönetimi üzerine stratejiyi ısrarla uyguluyor ve siyasetin etik dışı, çıkar-çıkar ilişkileri batağının da desteği ile bunda yol alıyor.


Uzunca bir mesajı birkaç saniyelik bir reklama dönüştüren dehşetcengiz zekaların, izleyeni sandalyesine oturtacak kurguları üretememesi düşünülemez, örneğin. Televizyonda izlediğiniz reklamları düşünün; on ila otuz saniyede bir kitleyi, belki de gereksinim duymayacakları bir konuya odaklayıp "almalıyım" noktasına getirmeye yoğunlaşmış, reklamcı beyinlerden söz ediyorum. 

İletişimin, enformatiğin, algı yönetiminin, bilişim dünyasının bu konuda üretebileceği muhteşemlikleri düşündükçe ve bunlardan uzak, karşıdakilerin insafına dayalı bir pasifliği hazmetmekte güçlük çekiyorum.

Tarihçiler arşivlere baksın; tamam ama onlar arasından çıkmamış mıdır zaten, bugüne kadar sahibinin sesi gibi hareket eden, gerçeklere zigzaglar çizdirenler. Kaldı ki, tarih bir bilim değildir yani kişiyi bağlayan katı disiplinlerden maalesef muaf görülebilmektedir. Bu durum ise herkesin kendi tarihini üretmesine neden olmaktadır. Gerçeklere ulaşmak için daha modern, daha analitik, daha sistematik yöntemlere gereksinim var; bilimi, bilişimi yoldaş edinmeli.

Üretip ekonomik refah için gayret içine girmek yerine lobilerle bir ülkeyi var kılmaya çalışan Ermenistan Ermenileri'ni içlerine düştükleri geçmiş kemirgenliğinden kurtarmak ve kindarlık ile ürettikleri cürümleri etkisiz kılmak mümkündür ve koca bir ülkeyi acziyet içinde, bin defa ölürcesine müteessir kılan kara Nisan propagandalarına devam edilmesine seyirci bırakacak kadar da zor değildir çözüm, inanın.

Bir konu nasıl algılanıyorsa, o konu hakkındaki doğru odur. Doğru ve hakikat eş anlamlı değildir. (Bkz. http://turancem.blogspot.com.tr/2014/09/gercek-olmayan-dogrular-ve-muhendisler.html ) Doğru gerçeğin algılanmış şeklidir ve kısmen veya tamamen gerçek olmayabilir:

Yıllar süren bu propagandaya konu olan bir tehcir; zorunlu göç. Her taşın altından işgalcinin çıktığı, ajanın hainin fink attığı, buna rağmen bir kurtuluş mücadelesinin verildiği, çoğunluk veya azınlık; hiç kimsenin mutlak bir can güvenliğinin olmadığı savaş koşullarında, doğru veya yanlış alınan bir kararla gerçekleşen, kitlesel bir taşıma olayı. Bir asır öncesinin teknik koşullarında yapılan ağır, emniyetsiz, riskli, uzun bir sürecin sonuçlarını (dez)enformasyonun usta elleri diledikleri gibi manipule edebilirler ki vakıa da budur.



Birilerinin o süreçte olanların, Naziler'in halen Yahudi kokan ölüm fırınlarından, gaz odalarından, Sırp kasabı Radovan Karadziç'in yaptıklarından, Amerika'nın üstün ırk sevdası öjenizim (eugenics) uğruna katledilenlerden, İsrail'in misket bombalarından, Beyaz adamın Afrika'daki marifetlerinden, Fransa'nın Cezayir soykırımından, Saddam'ın şiilere ettiklerinden, Esad'ın kendi halkına uyguladıklarından... bambaşka bir şey olduğunu söylemesi, göstermesi gerekir. 



Zorunlu bir yer değiştirme sırasında yaşananların ve asla istenmeyen, talihsiz yıkımların, kayıpların bir soykırım olarak gösterilmesi olsa olsa bir enformatik ilüzyon başarısıdır ve karşısında, aynı profesyonellikte bir karşı algı operasyonu olmamasından beslenmektedir. İşte bu, bizim büyük kusurumuzdur.

Birilerinin gerçekten birşeyler yapması gerek. Kapı kapı dolaşıp, hipnoz edercesine hakikati, bir kinin doyumu uğruna bir asırdır saptırılmış doğru algısına döndürenler karşısında, halen duygusal tepkiler vermek, birilerine "kabul etmek sana yakışmaz" veya "yok ya, o bizim kanka, söylemez o kelimeyi" türünden söylemler şimdi umarım size de garip geliyordur.

Sorunun çözümünün tarihçiler olmadığı aşikar olan konuda, ulusal bir meramı anlatabilmek yolunda ilgili uzmanlara başvurmalıdır artık devlet. Sosyoenformatik bir bilmece, herşeyden önce , bir kapı komşumuz olan ama geleceğin imarında esamesi okunmayan, geçmişin peşine takılıp oradan yıllar yılı tükenmeyen kinini tatmine kendisini adamış bir Ermenistan'ı rehabilite etmek, teknoloji ve enformasyonla yeniden şekillenen hayatın günceline adapte etmek için yapmalıdır bunu devlet. 

Duygusal tepkileri, kınamaları, orada burada yürüyüşleri aşmayan pasif savunma modundan çıkıp, proaktif bir 1915 terapisti olmalı ve kapı komşusu olan Ermenistan'ı bu takıntılı ahvalinden kurtarmalıdır, Türkiye. Ermenistan'ı başımıza bunca derdi açan bir düşman olarak değil, istenmeden de olsa tehcirin, eğer bu denli canlara mal olan olumsuz sonuçları olduysa, bunun sosyolojik travmasından bir türlü kurtulamayan ve zaman içinde müzmin, kronik bir geçmişi yaşayan olarak kalan bir ülkeyi, ivedilikle ve uzman yöntemlerle kazanılması gereken bir komşu olarak görmelidir. 

Tıpkı İstanbul'da tanıştığım, ortak ve gayet etik bir yaşam kültürüne paydaş olmuş Ermeni asıllı vatandaşlarımız gibi; geçmişi geride bırakıp bölgemizin refahının ve huzurunun artırılması, kalkınması için çabaya ortak kılınmalıdır Ermenistan.

Şu an tanıklarının, aktörlerinin hemen hiçbirinin hayatta olmadığı, her iki toplumda da bambaşka canların, nefeslerin olduğunu bile bile bir kan davasına döndürülmüş bu psişik bozukluk halinden arındırılmalıdır, Ermenistan. Bilimsel kongrelerde, çalışmalarda, ticari ortak projelerde de artık görünür olmalıdır Ermenistan. On yıllar içinde Türkiye'nin bilinçaltına, rahatsız edici nifak öbeği gibi kazınan profilinden de kurtarılmalıdır Ermenistan. 



Ancak barışa yatırım yapanlar, üzüntüsünü dilegetirip acısını paylaşan muhatabını anlayıp mazur görebilenler, geçmişi kemirmeyi bırakıp birlikte geleceği şekillendirmek için çaba harcayanlar yarının dünyasında var olacaklar, şüphesiz. Fiziken bir toprak parçasına sahip olsalar bile, diğerleri zombice yaşarmış gibi yapacaklar. Varlıkları ya da yoklukları dünya için bir anlam ifade etmeyecek. Gözünü toprak bürümüş ilkel, ihtiraslı devlet modellerinin halen egemen olduğu ve bu yüzden huzursuzluğun, savaşların, ölümlerin bir numaralı adresi olarak bilinen bulunduğumuz coğrafya alanındaki insanların cebine, Japonya gibi küçücük ada ülkeleri, ürettikleri teknolojilerle girmeye devam edecekler.

Cem TURAN

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder