20 Nisan 2015 Pazartesi

GEÇMİŞİN GELECEĞE TAKMALARI VE MİMAR SİNAN ÖRNEKLEMELERİ

İnovasyon, gelişme deyip bugünün insanının dehasına övgüler yağdırırken ve insanlık tarihi zincirinin en son ve en parlak halkası olarak takdim ederken, karşılaşılan bazı örnekler algılarımızın gerçekleri okumak yerine kimi zaman görmek istediği yönde kendini çalıştırdığını ispat eder niteliktedir.
...


“Takmak” fiili birçok farklı anlamda kullanılabilen zengin bir eşsesli kelime. Benim bu yazıda kullandığım anlamı, belki de bazılarınızın aşina olmamasından ötürü, tarife muhtaç olabilir: Çocukluğumdan bir anlamdır, takmak ile kastettiğim. Bundan onlarca yıl önce, belki de Anadolu’nun pekçok yerinde olduğu gibi; İstanbul sokaklarında çocukların en revaçta oyunları olan  misket, kenarları yuvarlatılmış mermer taşlarıyla oynanan “kaymak taş”, buna malzeme edilen ve çocuk dünyasında paha biçilmez değerdeki ezilmiş gazoz ve kibrit kutusu kapakları, TipiTip gibi şekerli sakızların içinden çıkan renkli resimli kağıtlar gibi bir sürü küçük nesne ile büyük mutluluklar yaşanırdı, hayal zengini o dönemin masumiyetinde. Her kim misketini veya taşını, diğer arkadaşlarının önünde bir yere atmayı başarırsa koca bir mutluluk çığılığı atar ve “Taktım!” derdi: Geçmek, birisinden daha iyi iş çıkarmak demekti çocukların özgürce oynadıkları geçmiş dünya sokaklarında, takmanın anlamı. 

Bu açıklamamı geçmişin küçük şeylerle mutlu olan, sosyal çevre oyunları ile tanışmış, özgür çocukluğundan bugünün dört duvar arasında saksılarda yetişen, sosyal ilişkiye giderek yabancılaşan, teknolojiye tutsak çocuklarına not düşmek istedim.

Ben de yazım süresince bu anlamıyla kullanacağım takmayı: Görünen o ki geçmiş geleceğe, bütün yenilik ve teknoloji söylenceleri içinde çok kötü “takmış” durumda. Diğer bir ifadeyle “az gittik uz gittik, dere tepe düz gittik ama bir arpa boyu yol gidemedik” durumunu andıran, limoni mayhoşlukta bir halin tarifidir, bu. Hani masallarda denir ya; geriye dönüp bir de baktık ki; bir iğne ucu yol değilmiş, aldığımız; hiç olmazsa bazı alanlarda. Gelişmişliğin zamana göre türevi her zaman artıda kapatmıyor, tuzsuz bir ifadeyle.


Sadede geleyim: Yakınından sık sık geçtiğim bir günümüz yapıtıdır, Atatürk Olimpiyat Stadı. Olimpiyat evsahipliği hayalimiz malum altyapı sıkıntılarımız nedeniyle bir süre için tehir olunca; arada bir hatır için maçlar yapılır ise de genellikle boynu bükük, tenha, koca bir tesis görünümündedir. Özel güvenlik görevlileri sürekli bekler civarında ama neyi niye beklediklerini belki onlar da bilmez. Şu sıralar Beşiktaş tarftarları arada bir şenlendirse de genel olarak bir hüzün hakim, kim bilir ne büyük paralara dikilen bu devasa yapıya. Ünlü mimarların,  Fransızlar’dan bilmem kimine kadar marka isimlerin ürünü olarak lanse edilen yapının sahiplenilmemesinin nedeni; sağlıklı oyun oynanmasını mümkün kılmayacak şekilde “yönetilmemiş” rüzgar olarak söylenegelir. Mimari tasarımda bölgede hakim olan kuvvetli rüzgarlar dikkate alınmamıştır.


Bir de şunu dinleyin: Üsküdar’da Kuşkonmaz Camii olarak bilinen, 1580’de Şemsi Ahmet Paşa tarafından Mimar Sinan’a yaptırılan bir cami var. İlk gördüğümde şaşırmıştım; gerçekten kuşlar konmuyor ve avluyu, çatıyı kirletmiyorlar. Sebebini anlamak için biraz derinleşmek gerekiyor, öyle yüzeyden anlamak ne mümkün? Bundan yüzlerce yıl önce, öyle ince hesaplarla yer tespiti yapılmışki; tam şehrin üzerinden geçen kuzey ve güney rüzgarlarının kesişme noktasında, yani kuvvetli bir tirbülans hareketinin tam ortasında inşa edilmiş. Dolayısıyla kuşlar konamıyor ve hayır sahibinin muradı doğal yolla yerine getirilmiş oluyor.

Tabiatı bir amaca uygun yönde kullanabilecek donanımı geliştirebilirliğe, biz deha diyoruz. Dolayısıyla, her biri ayrı bir hesabi mucize, yaşından daha fazla mimari şaheser ortaya koyan Koca Sinan için gözü kapalı söylenebilecek bir sıfattır; dahilik. Yazının devamında Sinan için yaptığım bu değerlendirmeme hak vereceğinize inanıyorum.
...

9 Eylül 2009’da İstanbul’da önemli bir sel felaketi yaşanmıştı. İkitelli ve Basın Ekspres Yolu olarak isimlendirilen yol kesiminde tırların küçük birer oyuncak gibi yitip gittikleri, çok sayıda trajik can kaybının yaşandığı oldukça büyük bir felaketti.

Sorumlu olarak gösterilen, yol boyunca uzayıp giden tarihi Ayamama Deresi’ydi. O kadar tarihi ve civarında yaşamın odaklandığı bir dere ki; yakınında dünyanın en eski yerleşimlerinin bulunduğu arkeolojik alanlar ve üzerinde Mimar Sinan’a ait 39 metre uzunluğunda 5,35 metre genişliğinde, üç göz kemerli bir köprüsü de bulunuyor. Bu köprünün biraz ilerisinde ise günümüz modern bilimsel eğitiminin “ürünleri” olan mühendisler tarafından tasarlanarak Karayolları Genel Müdürlüğü namına inşa edilmiş olan bir başka kemerli köprü.


Selde ne oluyor dersiniz? Bizim ulvi modernite ürünü Karayolları köprüsü tıkanıyor ve bu nedenle hemen yakınındaki tır garajında araçları içinde sürücüleri uyurken, oluşan selde tırlar alabora oluyor ve sürücüleri maalesef kurtarılamıyor. Oysa beş yüzyıl önce Sinan’ın kesme taştan yaptığı; tüm hürmetsizliğin tezahürü bakımsızlığına rağmen, yıllara meydan okuyan tarihi köprü ise suya geçit veriyor, sel oluşturmuyor. Geçmiş yine bugüne taktı!

İçine binler sığan Sinan yapılarında amfi, hoparlör, mikrofon gibi donanımlar kullanılmadan sağlanan müthiş akustikten veya Süleymaniye’deki gibi yazı yazmak için kullanılacak en kaliteli divitlik mürekkep isinin elde edilmesi için oluşturulan, akla durgunluk verici hava sirkülasyon sistemi ve sis odasından bahsetmiyorum bile. Siz hiç bugünlerde, amfiye gerek bırakmayacak kadar cürretkar bir maharetle yapılmış küçük konferans salonu bile gördünüz mü?..

Geçenlerde, İstanbul Beyazıt’ta  Avrasya Enstitüsü binası olarak kullanılan Sadr-ı Esbak Seyyid Hasan Paşa Medresesi’nin önünden, yetişme telaşıyla acele içinde geçerken duvara çarpmış etkisi yapan bir manzara karşısında, yol ortasında çakılıverdim. 1700’lerin zarif taş işçiliğinin izlerini taşıyan kiremit rengi ağırlıklı binanın, Ordu Caddesi’ne bakan duvarının üzerinde, en az bina kadar zarif ve detaylara indikçe binayı geride bırakacak seviyede, taş oymacılığının doruğunun eseri olduğu her halinden belli bir kuş sarayı ile karşılaştım. İçine halen kuşlar girip çıkan, gerçek bir saray olan detayın bir benzerini güncel donatıların hangisinde görebilirsiniz? Geçmiş, sanat ve teknik açısından üzerimizden silindir gibi geçer de esamemiz okunmaz bile.
...


Henüz ortaokul çağlarımda Erich Von Daniken’in “Tanrıların Arabaları“ isimli, geçmişten mi yoksa gelecekten mi yazıldığını anlayamadığım ama fazlaca sıradışı bulduğum kitabını okumuştum. İçinde bir sürü çılgınca iddiayla birlikte, geçmişin uzaylılar tarafından şekillendirilmiş olabileceğine dair müthiş ifadeler de yer almaktaydı. Hatta yazar, daha da ileri giderek Maya İnka medeniyetinin tümüyle uzaylılara ait olduğunu çarpıcı görsel delillere dayandırarak uzun uzun anlatıyordu. Henüz birkaç yıl önce Maya takvimi bitti diye kıyamet için panik halinde hazırlık yapanları hatırlarsanız, bu düşünceye sahip insan sayısının hiç de az olmadığını görebilirsiniz.

Ancak bugünkü düşüncemin temelinde, Sinan ve benzeri ellerde hayat bulan, bu şaşırtıcı “ileriliklerin” gerisinde bugünün insanının kalmış olmasının tek nedeni olabilir: Güncel aklın fonksiyona ve maddi getiriye odaklı, sıradancı, şabloncu, özgün olmayan, kendini aşmak güdüsü taşımayan basit düşünce ve üretim kültürü ile ilgili bir durum sözkonusu. Yani; işaret ettiğim zamanla tekniksel gelişmişlik arasındaki ters orantı geçmişin ileride olmasından daha çok, bugünün geride kalmasıyla açıklanabilir.

Etrafınıza bakın ve bugünün ürünü olup bundan yüzlerce yıl sonraki nesillerin özenle muhafaza etmek isteyeceği özgünlük ve şaheserlikte hangi yapıtları sayabileceksiniz? Yoksa kutu gibi, dikdörtgenler prizması şeklinde, arı kovanı gibi küçük küçük pencerelere sahip, fabrikasyon beton kümeleri mi?

Taktılar; geçmiştekiler bize çok fena taktılar. Takıldık; sıradanlığa ve minimum beklentilere yanıt vermek üzere hayatlarımızı kurgulamaya biraz fazlaca takıldık. İnovasyon kelimesini, yeni moda bir sakız gibi çiğneyip durmayacaksak, işe önce ufkumuzun çıtalarını yükseltmekle başlamalı.


Cem TURAN

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder