İnovasyon, gelişme deyip bugünün insanının dehasına övgüler
yağdırırken ve insanlık tarihi zincirinin en son ve en parlak halkası olarak
takdim ederken, karşılaşılan bazı örnekler algılarımızın gerçekleri okumak
yerine kimi zaman görmek istediği yönde kendini çalıştırdığını ispat eder
niteliktedir.
...
“Takmak” fiili birçok farklı anlamda kullanılabilen zengin
bir eşsesli kelime. Benim bu yazıda kullandığım anlamı, belki de bazılarınızın
aşina olmamasından ötürü, tarife muhtaç olabilir: Çocukluğumdan bir anlamdır,
takmak ile kastettiğim. Bundan onlarca yıl önce, belki de Anadolu’nun pekçok
yerinde olduğu gibi; İstanbul sokaklarında çocukların en revaçta oyunları olan misket, kenarları yuvarlatılmış mermer
taşlarıyla oynanan “kaymak taş”, buna malzeme edilen ve çocuk dünyasında paha
biçilmez değerdeki ezilmiş gazoz ve kibrit kutusu kapakları, TipiTip gibi şekerli
sakızların içinden çıkan renkli resimli kağıtlar gibi bir sürü küçük nesne ile
büyük mutluluklar yaşanırdı, hayal zengini o dönemin masumiyetinde. Her kim
misketini veya taşını, diğer arkadaşlarının önünde bir yere atmayı başarırsa
koca bir mutluluk çığılığı atar ve “Taktım!” derdi: Geçmek, birisinden daha iyi
iş çıkarmak demekti çocukların özgürce oynadıkları geçmiş dünya sokaklarında,
takmanın anlamı.
Bu açıklamamı geçmişin küçük şeylerle mutlu olan, sosyal çevre oyunları ile tanışmış, özgür çocukluğundan bugünün dört duvar arasında saksılarda yetişen, sosyal ilişkiye giderek yabancılaşan, teknolojiye tutsak çocuklarına not düşmek istedim.
Ben de yazım süresince bu anlamıyla kullanacağım takmayı:
Görünen o ki geçmiş geleceğe, bütün yenilik ve teknoloji söylenceleri içinde
çok kötü “takmış” durumda. Diğer bir ifadeyle “az gittik uz gittik, dere tepe
düz gittik ama bir arpa boyu yol gidemedik” durumunu andıran, limoni
mayhoşlukta bir halin tarifidir, bu. Hani masallarda denir ya; geriye dönüp bir
de baktık ki; bir iğne ucu yol değilmiş, aldığımız; hiç olmazsa bazı alanlarda.
Gelişmişliğin zamana göre türevi her zaman artıda kapatmıyor, tuzsuz bir
ifadeyle.
Sadede geleyim: Yakınından sık sık geçtiğim bir günümüz
yapıtıdır, Atatürk Olimpiyat Stadı. Olimpiyat evsahipliği hayalimiz malum
altyapı sıkıntılarımız nedeniyle bir süre için tehir olunca; arada bir hatır
için maçlar yapılır ise de genellikle boynu bükük, tenha, koca bir tesis
görünümündedir. Özel güvenlik görevlileri sürekli bekler civarında ama neyi
niye beklediklerini belki onlar da bilmez. Şu sıralar Beşiktaş tarftarları
arada bir şenlendirse de genel olarak bir hüzün hakim, kim bilir ne büyük
paralara dikilen bu devasa yapıya. Ünlü mimarların, Fransızlar’dan bilmem kimine kadar marka
isimlerin ürünü olarak lanse edilen yapının sahiplenilmemesinin nedeni;
sağlıklı oyun oynanmasını mümkün kılmayacak şekilde “yönetilmemiş” rüzgar
olarak söylenegelir. Mimari tasarımda bölgede hakim olan kuvvetli rüzgarlar
dikkate alınmamıştır.
Bir de şunu dinleyin: Üsküdar’da Kuşkonmaz Camii olarak
bilinen, 1580’de Şemsi Ahmet Paşa tarafından Mimar Sinan’a yaptırılan bir cami
var. İlk gördüğümde şaşırmıştım; gerçekten kuşlar konmuyor ve avluyu, çatıyı
kirletmiyorlar. Sebebini anlamak için biraz derinleşmek gerekiyor, öyle
yüzeyden anlamak ne mümkün? Bundan yüzlerce yıl önce, öyle ince hesaplarla yer
tespiti yapılmışki; tam şehrin üzerinden geçen kuzey ve güney rüzgarlarının kesişme
noktasında, yani kuvvetli bir tirbülans hareketinin tam ortasında inşa edilmiş.
Dolayısıyla kuşlar konamıyor ve hayır sahibinin muradı doğal yolla yerine
getirilmiş oluyor.
Tabiatı bir amaca uygun yönde kullanabilecek donanımı
geliştirebilirliğe, biz deha diyoruz. Dolayısıyla, her biri ayrı bir hesabi
mucize, yaşından daha fazla mimari şaheser ortaya koyan Koca Sinan için gözü
kapalı söylenebilecek bir sıfattır; dahilik. Yazının devamında Sinan için yaptığım
bu değerlendirmeme hak vereceğinize inanıyorum.
...
9 Eylül 2009’da İstanbul’da önemli bir sel felaketi
yaşanmıştı. İkitelli ve Basın Ekspres Yolu olarak isimlendirilen yol kesiminde
tırların küçük birer oyuncak gibi yitip gittikleri, çok sayıda trajik can
kaybının yaşandığı oldukça büyük bir felaketti.
Sorumlu olarak gösterilen, yol boyunca uzayıp giden tarihi
Ayamama Deresi’ydi. O kadar tarihi ve civarında yaşamın odaklandığı bir dere
ki; yakınında dünyanın en eski yerleşimlerinin bulunduğu arkeolojik alanlar ve üzerinde
Mimar Sinan’a ait 39 metre uzunluğunda 5,35 metre genişliğinde, üç göz kemerli
bir köprüsü de bulunuyor. Bu köprünün biraz ilerisinde ise günümüz modern
bilimsel eğitiminin “ürünleri” olan mühendisler tarafından tasarlanarak
Karayolları Genel Müdürlüğü namına inşa edilmiş olan bir başka kemerli köprü.
Selde ne oluyor dersiniz? Bizim ulvi modernite ürünü
Karayolları köprüsü tıkanıyor ve bu nedenle hemen yakınındaki tır garajında
araçları içinde sürücüleri uyurken, oluşan selde tırlar alabora oluyor ve
sürücüleri maalesef kurtarılamıyor. Oysa beş yüzyıl önce Sinan’ın kesme taştan
yaptığı; tüm hürmetsizliğin tezahürü bakımsızlığına rağmen, yıllara meydan
okuyan tarihi köprü ise suya geçit veriyor, sel oluşturmuyor. Geçmiş yine
bugüne taktı!
İçine binler sığan Sinan yapılarında amfi, hoparlör,
mikrofon gibi donanımlar kullanılmadan sağlanan müthiş akustikten veya Süleymaniye’deki
gibi yazı yazmak için kullanılacak en kaliteli divitlik mürekkep isinin elde
edilmesi için oluşturulan, akla durgunluk verici hava sirkülasyon sistemi ve sis
odasından bahsetmiyorum bile. Siz hiç bugünlerde, amfiye gerek bırakmayacak
kadar cürretkar bir maharetle yapılmış küçük konferans salonu bile gördünüz
mü?..
Geçenlerde, İstanbul Beyazıt’ta Avrasya Enstitüsü binası olarak kullanılan
Sadr-ı Esbak Seyyid Hasan Paşa Medresesi’nin önünden, yetişme telaşıyla acele
içinde geçerken duvara çarpmış etkisi yapan bir manzara karşısında, yol ortasında
çakılıverdim. 1700’lerin zarif taş işçiliğinin izlerini
taşıyan kiremit rengi ağırlıklı binanın, Ordu Caddesi’ne bakan duvarının
üzerinde, en az bina kadar zarif ve detaylara indikçe binayı geride bırakacak
seviyede, taş oymacılığının doruğunun eseri olduğu her halinden belli bir kuş
sarayı ile karşılaştım. İçine halen kuşlar girip çıkan, gerçek bir saray olan
detayın bir benzerini güncel donatıların hangisinde görebilirsiniz? Geçmiş, sanat ve teknik açısından üzerimizden silindir gibi geçer de esamemiz okunmaz
bile.
...
Henüz ortaokul çağlarımda Erich Von Daniken’in “Tanrıların
Arabaları“ isimli, geçmişten mi yoksa gelecekten mi yazıldığını anlayamadığım
ama fazlaca sıradışı bulduğum kitabını okumuştum. İçinde bir sürü çılgınca
iddiayla birlikte, geçmişin uzaylılar tarafından şekillendirilmiş olabileceğine
dair müthiş ifadeler de yer almaktaydı. Hatta yazar, daha da ileri giderek Maya
İnka medeniyetinin tümüyle uzaylılara ait olduğunu çarpıcı görsel delillere dayandırarak
uzun uzun anlatıyordu. Henüz birkaç yıl önce Maya takvimi bitti diye kıyamet
için panik halinde hazırlık yapanları hatırlarsanız, bu düşünceye sahip insan
sayısının hiç de az olmadığını görebilirsiniz.
Ancak bugünkü düşüncemin temelinde, Sinan ve benzeri ellerde hayat bulan, bu
şaşırtıcı “ileriliklerin” gerisinde bugünün insanının kalmış olmasının tek
nedeni olabilir: Güncel aklın fonksiyona ve maddi getiriye odaklı,
sıradancı, şabloncu, özgün olmayan, kendini aşmak güdüsü taşımayan basit
düşünce ve üretim kültürü ile ilgili bir durum sözkonusu. Yani; işaret ettiğim zamanla
tekniksel gelişmişlik arasındaki ters orantı geçmişin ileride olmasından daha
çok, bugünün geride kalmasıyla açıklanabilir.
Etrafınıza bakın ve bugünün ürünü olup bundan yüzlerce yıl
sonraki nesillerin özenle muhafaza etmek isteyeceği özgünlük ve şaheserlikte
hangi yapıtları sayabileceksiniz? Yoksa kutu gibi, dikdörtgenler prizması
şeklinde, arı kovanı gibi küçük küçük pencerelere sahip, fabrikasyon beton
kümeleri mi?
Taktılar; geçmiştekiler bize çok fena taktılar. Takıldık; sıradanlığa
ve minimum beklentilere yanıt vermek üzere hayatlarımızı kurgulamaya biraz
fazlaca takıldık. İnovasyon kelimesini, yeni moda bir sakız gibi çiğneyip durmayacaksak, işe önce ufkumuzun
çıtalarını yükseltmekle başlamalı.
Cem TURAN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder