12 Ağustos 2014 Salı

ÖYKÜ: AYNA

  Üniversite sınavı için tercih formunu dolduruyordu Sinan. O kadar zorlu süreçlerden geçtikten sonra geriye dönüp baktığında ne kadar da çabuk geçmişti zaman. Oysa yetişkinliğin ilk evrelerini yaşıyordu. Bu dönemde insan her şeyi sonsuz sanır, ömrün limitli bir kavram olduğunu, bir gün biteceğini hiç aklına getirmez. Büyümüş de küçülmüş edasıyla hep farklı olmuştu arkadaşlarından. Bu yüzden az ama öz arkadaşı vardı. Okuldaki arkadaşlarının pek çoğu havai rüzgarların etkisinde, onu dinlemekten sıkıldıklarından eğlencelerine pek çağırmazlardı. O da doğrusu haz etmezdi, manen bir şey kazanamadığı içi boş diyaloglardan.

  Sinan’ın babası bir esnaf emeklisiydi. Aza kanaat ederek ömrünü geçirmiş, İstanbul’un eski mahallelerinden birinde küçük bir bakkal dükkanı işletmişti ve üstelik çolaktı. Kolunu öncelerde çalıştığı çelik fabrikasındaki bir kazada kaybetmişti. Durumu artık orada çalışmaya elvermediğinden, aldığı küçük tazminatla bu bakkal dükkanını açarak ailesinin nafakasını çıkarmayı akıl etmişti.


  Sinan’ın çocukluğu o bakkal dükkanında geçmişti. Okuldan çıkışta soluğu burada alır, önlüğünü büyük bir ciddiyetle giyerek babasına gönüllü olarak yardım ederdi. Babası Sinan’ın okumasını çok arzu ettiğinden hiçbir zaman yardım talebinde bulunmasa da Sinan’ın bu gayretinden dolayı içten içe gururlanırdı. Oğlu için tezgah arkasına küçük bir tabla yapmıştı. Sinan müşteri olmadığı zamanlarda oturarak ödevlerini yapardı burada.

  Bakkal dükkanlarının kendine has, raflardaki muhtelif ürünlerin kokularının karışımıyla oluşan aromatik rahiyası genzine yıllar içinde işlemişti Sinan’ın. Babası dükkanı devrederek emekli olmasına rağmen, tuhaftır ki, kritik zamanlarda bu kokuyu hissederdi. Bakkal dükkanının kokusu tereddüte düştüğü anlarda sanki ona yol gösteren bir rehber gibi hatırında belirirdi. Zorluklar, maddi olanaksızlıklar içinde bir yaşamdı geride gördükleri. Öğretmeninin özel gayretiyle alabildiği bursu olmasa belki de bugünlere gelip üniversitenin eşiğine varamayacaktı, kim bilir.

  Anne babasının yüreğinin defalarca ezildiği anlar hatırlıyordu Sinan. Mahalle arkadaşlarından bazıları özel okullara kayıt olduklarını “Oğlum var ya...” diye heyecanla gelip Sinan’a anlattıklarında kulak misafiri oldukları anlar, Sinan’ın içten gelen okuma aşkıyla kitapçıları dolaşıp geldiğinde “Anne, sadece dolaştım, yeni çıkan kitapları görmek için” diye ağlamaklı gözlerle buluştukları zamanlar anne ve babasının boğazlarına düğüm düğüm bir şeyleri getirip tıkarcasına bırakırdı. Sinan’ın iki kardeşi daha vardı ve böyle bir aileyi, süpermarket canavarlarının çevirdiği bir şehirde, kuytulukta bir karışlık bakkal dükkanıyla ayakta tutmaya çalışmaktaydılar. Üretebildikleri maddi kaynaklar ancak yaşamsal standartlara olanak veriyor ama çocuklarının fıtraten sosyal ve zihni gelişimleri adına beklentileri karşısında kifayetsiz kalabiliyordu.

  Evet, tercih kağıdı önündeydi ve ne yapacağını bilmiyordu Sinan. Ancak bu kağıda yapacağı işaretlemelerin, kalemi oynatmak kadar basit anlamlar ifade etmediğini hissediyordu. Meslek seçimine dair her fırsatta gittiği belediye kütüphanesinde çokça yazı okumuştu. Aklında yer eden ana düşünce, mesleğin ömür boyunca taşınacak bir elbise olduğu gerçeği idi. İnsanın tüm hayatı seçtiği mesleğe göre şekilleniyor, arkadaşlık çevresi hatta aile düzenini dahi etkiliyordu bu karar. Bunun farkındaydı ama bir hayatı vardı, yapmak istediği yığınla meslek arasında bir seçim yapmalıydı. İsteklerinin hangisi heves hangisi gerçekten uğrunda her sıkıntıyı göze alarak ömür boyu gururla yapacağı türdendi, belirgin bir fikri yoktu. Sadece, yaşadığı tüm yoksunluklara rağmen ona sıralarında yer açan, okullarında okuma imkanı veren ülkesine, insanlara olabildiğince çok fayda vermek istiyordu.

  Babasına açmıştı bu konuyu ne diyeceğini önceden bilmesine rağmen ki aldığı yanıt beklediği türdendi: “Oğlum, hayatta tükettiğin her gün bir derstir sana. Bunca dersten sana kalan ne varsa onlarla doğru kararı vereceğine inanıyorum.” demişti, babası. Doğru da söylüyordu. En iyi öğreti, hal diliyle olandı ve onca yıl boyunca fazlasıyla öğretici olan hallere tanık olmuştu. Binlerce kelimelik sözün taşıyamayacağı manayı veren, karşılaştığı birkaç dakikalık olayların damla damla içinde bir göl oluşturduğuna inanıyordu. Babasını bu konuda daha fazla zorlayamazdı.

  Bir de kelama dökülmeyen sözleri vardı babasının. Onları da biliyordu ve yeniden sormayı babasına hürmetsizlik olarak algıladığından sormaması gerektiğini düşündü. Haldi esas olan, bin nasihattan daha tesirli, şekillendiren, işleyip bir şuur oluşturan manzumeydi elindeki malzeme ama yine de birilerinin somut telkinlerine ihtiyaç duyuyordu ki aklına hep elini üzerinde hissettiği Türkçe öğretmeni Kerim bey geldi.

  Kerim bey, öğretmenliği her hücresiyle içine sindirmiş, idealist ve malzemesinin şekillendirilmeye muhtaç insan yavrusu olduğunun bilincinde, kalender bir kişiydi. Öylesine umut doluydu ve aşkını etrafına hissettirirdi ki, karşısında “bilmiyorum, yapamam” demek, yürek isterdi. “Allah’ın özene bezene yarattığı sen, nasıl olur da böyle çabucak pes edersin” diye haşlayıcı tatlı bir girizgah ile söze başlar “Küçük görme, hor görme delikanlım kendini. Şu kırık abideyi yükseltecek taştasın, Fatih’in istanbul’u fethettiği yaştasın!” dizeleriyle noktayı koyardı. Bu neviden konuşmaları öyle çok olmuştu ki, Kerim Hoca’yı lise hayatında en belirleyici ve kalıcı tortular bırakan bir mihmandar olarak anımsıyordu Sinan.

  Kerim Öğretmen de onların mahallesinde oturuyordu. Hafta sonu olmasından dolayı, evde olacağı ümidiyle toplandı, evraklarıyla dolu dosyasını koltuğunun altına aldı ve yola koyuldu. İstanbul’da giderek azalan Arnavut kaldırımlarının boylu boyunca uzandığı, asfalt girmemiş parke döşemeli dar yol boyunca hızlı adımlarla ilerliyordu.

  Sokak ne de tenhaydı. Oysa güzel bir bahar günü ve hafta sonu sokakların doğal sakinleri; mahallenin yorulmak nedir, bilmeyen çocukları olmalıydı ama çocukların sokakları terketmesi son birkaç yıllık maziye dayanıyordu. Hüzünlüydü sokaklar çünkü şenlik kaynağı çocukları bilgisayarlara, telefonlara, televizyonda ardı arkası kesilmeyen maçlara ve filmlere kaptırmışlardı.

  Oysa çocuk oyunları vardı, çocuklarla sokakların kucaklaştığı, birbirine çok yakışan sevgili gibi vazgeçilmezlerdi, Sinan’ın çocukluk zamanında. Köşe kapmacadan uzun eşeğe, saklambaçtan yakar topa kadar nicelerini doya doya oynamıştı arkadaşlarıyla. Kızlar bir köşede lastik atlarken erkekler tek kale maç yaparlardı. Akşam ezanına yakın vakitlerde anneler birer birer camdan çocuklara gelmesi için işaret eder, söz dinlemeyen kardeşlere abiler ablalar aracı kılınır, “Annem gelmezsen kemiklerini kıracak” kabilinden kara mizah yüklü klasikleşmiş cümleler sıkça duyulurdu ağızlarından. Akşam ezanı vakti önemliydi, herkesin evine çekildiği, pencerelerden taşan buram buram yemek kokularının sokağı doldurduğu, hazırlanan yemek masalarının üzerine konan tabak ve kaşıkların çıkardığı şıngırtıların duyulduğu, babaların teke teker işten elinde filelerle döndükleri, çocukların kah heyecanla kah yapmış olduklarından ötürü “ceza alır mıyım” endişesi ile baba yolu bekledikleri özel bir zamandı.

  Çocukların sosyallikle tanıştıkları, toplum içindeki rollerini, yapabileceklerini, başkaları tarafından kabul edilmeyi test ettikleri ilk tecrübeleri sokak oyunlarına borçluyduk. Her sosyal paylaşım sokaklar üzerinden olur, ellerinde içi dolu bir tabakla annelerin karşılıklı ikramlarını taşıyan çocuklar vızır vızır mekik dokurdu kapılar arasında. Kimilerinin kapısı yol geçen hanı gibi kilit tutmaz, her an gelip gidenle aşınırdı. Çocuklar, tanınsın ya da tanınmasın, hemen her gün sokağın birer sakini olan farklı teyzelerin sponsorluğunda ikindi ikramlarıyla ihya olur, şenlikleri bir kat daha artardı. Her mahallede olduğu gibi aksi, topu balkonuna kaçınca elinde bıçak, “keserim haa!” diyen tatlı ihtiyarları da vardı muhitin ama kimse onlara gücenemez, iş sonunda bir şekilde tatlıya bağlanırdı. “Her koyun kendi bacağından asılır” uydurmacasının hiç girip kirletmediği çok nezih bir taşra mahallesiydi ve Sinan böyle bir mahallede büyümüş olmaktan dolayı kendini şanslı hissediyordu.

  Hatırlıyordu Sinan; annesinin küçükken ona ve kardeşlerine öğlen uykusu konusundaki ısrarını. Genellikle uyurdu ama bazen uykunun uğramadığı zamanlar da olurdu Sinan için. O anlardan hatırladığı, ahşap pencereden sızan sokaktaki çocuk haykırışlarıydı. Sinan, annesi kızmasın diye uyurmuş gibi gözlerini kapar ama duyduğu seslere göre de dışarıda olup biteni hayal ederdi. Çok değişik hisler duyardı o zaman ve şimdi anımsadığında, kodu çözülmeye muhtaç, hayal üretme zamanları diye anıyor “yalancıktan uyku” saatlerini.

  Hayal edebilme... Allah’ın insana verdiği ne de güzel bir meziyetti. Annesiyle eskiden, salon radyolarının başında her sabah yayınlanan radyo tiyatrolarını dinlerdi. Babasının işe gittiği, annesiyle uzatılmış kahvaltısını henüz bitirmediği zamanlarda radyonun orta dalgasında yayınlanan tiyatronun başlamasını annesiyle dört gözle beklerdi. Radyoda duyduğu ayak sesi, kapı gıcırtısı gibi envai çeşit sesi boya malzemesi gibi kullanır, zihninde o tiyatro sahnesinin resmini çizerdi. Bu alıştırmalarının ona ömür boyu yararlanacağı farklı bir yol açacağını nereden bilirdi?

  Bu düşüncelerle yolun nasıl geçtiğini bile anlamadan Kerim Öğretmen’in evine varmıştı bile. Kerim Bey, evin bahçesine çıkardığı eski bir resim çerçevesini boyuyordu. Kendini işine kaptırmış olduğu, dilini dudaklarının arasından sarkıtmasından anlaşılabiliyordu. Zarif bir ressam edasıyla, çatlak dolu, eski çerçeveye canlı gibi ihtimam göstererek narin, küçük fırça darbeleriyle adeta okşuyordu.


  Sinan’ın selamıyla dilini içeri toplayıp, mütebessim bir çehreye kavuşuverdi hemen. Kerim Bey Sinan’ı çok severdi. Sinan başarılı bir öğrenciydi ama bu sevgisinin derslerindeki başarısı ile ilgilisi yoktu aslında. Sinan’ı yaşıtlarından çok öte olgunlukta, karşılaştığı olaylarda sebep sonuç ilişkisi kuran, dünyada bulunma nedenini ve sosyal yaşamın kurallarını öğrenip içinde etkin olarak fayda veren olarak bulunmaya can atan bir genç olarak görmekteydi. Bu ise Kerim Bey’in gözünde Sinan’ı başkalaştırıyor, bir öğrencisi olmaktan ziyade, bir tefekkür arkadaşı olarak görüyordu. Onun gelecekte çok önemli hizmetler yapmaya aday olduğuna inanıyordu. Bu yüzden Sinan’ı ne zaman görse gözleri parlar, onu sabırla dinler, düşüncelerinin değerli olduğunu hissettirecek özeni sergilerdi.

  Kısa bir ayaküstü hasbihalden sonra, Kerim bey Sinan’ı eve buyur etti. Oturduklarında Sinan, öğretmeniyle konuşmanın verdiği ve üzerinden hiç atamadığı heyecana aldırmadan bir çırpıda anlattı derdini ve o büyük soruyu sordu: “Ne yapayım?”

  O yıllarda, 50’lerinde olduğunu düşündüğü Kerim Bey, sabırla geçirdiği dinleme sürecinin ardından başını önüne eğdi. Dudaklarından dua eder gibi mırıltılar çıkardıktan bir vakit sonra kafasını kaldırarak gözleriyle Sinan’ı hedef aldı ve söze başladı:

- Biliyor musun Sinan, insanların büyük çoğunluğu yaptıkları işi sevmiyorlarmış. Bununla ilgili bir makale okumuştum geçenlerde. Nedenini söylememi ister misin?

- Buna çok şaşırdım, lütfen hocam, söyleyin.

- Çünkü insanlar mesleklerini hayata neler katabileceklerini sorgulayarak değil, maddi getirisi, anne baba ihtirası ve sağlayacağı makamına göre seçiyorlar genellikle. İnsan yaptığı işle kendini hemen ele veriyor zaten. İnsanları sevmeden doktor olduğunda uzaktan hastasına dil çıkarttırıp reçete katipliği yapıyor. Öğretmen olsa karşısındakinin kendisini örnek alan bir insan yavrusu olduğunu unutup egosuyla ezebiliyor. Bu liste uzun sürer, bu iki örnek derdimi arz etmeye kafidir, sanırım.

- ...

- Hayat bir tiyatro sahnesidir. Ve o sahnedeki her oyuncudan, oyunda kaldığı sürece anlamlı bir tuğla üretip medeniyet duvarının inşasına katkıda bulunması beklenir. Oysa niceleri vardırki, sahnedeki ışıklara kanıp tuğla yapacağını, mensubu olduğu insanlığa görevini unutur. Bana dünya tarihinde çok zengin olmuş ve senin döneminde yaşamamış beş kişiyi sayabilir misin?
- Karun gibi zengin derler, başkasını da hatırlamıyorum. Doğrusu hiç ilgimi çekmemişti.

- Haklısın, çekecek bir konu da değil. Ayırca Karun dediğinin başına gelenleri de sanırım bilirsin. Şimdi de insanlık duvarına koydukları tuğlalarla, bir eser meydana getiren birkaçını söylemeye ne ne dersin?

- İşte bu çok kolay! Edison, ampulü buldu.

Kerim Bey, tebessüm eder:

- Haklısın, Edison. Fukaralık içinde bir ömür, öğretmeninin “bu çocuk okumaz” dediği insan. Sabrın timsali.

- Sabrın timsali mi?
- Evet, sabrın timsali. Edison’un insanlığa kattığı, sabırdır aslında. Bilmenin sabır olmadan sonuç vermeyeceğini anlatan bir hikayesi var. Lamba için kullandığı tel binlerce kez koptu, usanmadan değiştirdi.

- Hiç böyle düşünmemiştim. Madam Cruie var mesela. Onun da hayatı çok dramatik.

- Evet, duvara bir taş koymak için kendini feda etmeye güzel bir örnek. Bütün organları radyoaktiviteden iflas edip ölene kadar yaptığı çalışmalara çok şey borçlu bugün ultrason, tomografi kullanan tıp dünyası ve insanlık.

- Newton, Einstein, Graham Bell... Bizden de çok var. İbn-i Sina, Ali Kuşçu, Farabi...

- Konuyu buraya getirmeni sabırsızlıkla bekliyordum. Ah, bu topraklar neresidir, bir bilsen. Dünya medeniyetinin beşiği, doğduğu yerdir. Herkes bunu söyler ama ne olduğunu çoğu bilmez. Bu topraklar dünyanın şu an kavuştuğu pek çok imkanın fikrini ve bilimini üreten bir medrese, üniversiteydi. Sana her alanda örneklerini verebilirim. Pek çoğunu bildiğin için daha uçlardan bir örnek vereyim. Sence bilgisayar ve robotları kim bulmuştur?

- Bilmem, ya Amerikalılar ya Japonlar olmalı. Değil mi?

- Değil. 1200’lerin başında Şırnak, Cizre’de yaşamış Eb-ul İz’dir, bilgisayarın atası olan robotların mucidi. Bilemediğin için üzülme, senden önce bilmesi gerekenler dahi bilmez. Bilgisayarın düşünme modeli denilen algoritmayı da ilk geliştirerek kullanan, dokuzuncu yüzyılda yaşamış bir Türk bilim adamı olan Harezmi’dir. Yüzlerce yıl öncesinden bahsettiğimden, o zamanki şartları canlandır gözünde. Şikayetçi olduğunuz, bugünün en kötü koşullarından bile yoksunken elde edilen destansı başarılardır bunlar. Başarıyı okullarının adında, statüde, markada arayanlar için ne de güzel cevap.

- Ve bugünün insanı ise bencilce kariyer, kazanç derdinde...
- Dünya dünya olalı hiç kimse sahip olduğu servet ve makamlarla anılır olmadı, unutulup gitti nicesi. Hatırla, zengin atalardan kimse aklına gelmedi ama bilim insanlarını ne de güzel saydın. Bu, üzerinde düşünmen gereken önemli bir hakikat. Uzun lafın kısası; mesleğini amaç değil, araç kıl insanlığa fayda için. Güzide bir tuğla üretip medeniyet duvarının gediğini kapatanlardan ol, bunu dert edin, Sinan.

- Hocam, bunun için çok iyi bir üniversitede okumam lazım. Durumumuzu biliyorsunuz, doğru dürüst kursa bile gidemedim.

- Eskilerin bir sözü var: Geline düğünde oyna demişler. “Yerim dar, oynayamam” diye yapıştırıvermiş cevabı. Meydanda yer açmışlar bu kez de “Yenim dar, olmaz” diye sızlanmış. Kendini böyle başarısız olmaya baştan şartlandırıp ve her olumsuzluğu buna bahane kılmamalısın. O anlarda aklına İbn-i Sinalar, Mimar Sinanlar’ın elektrikten yoksun kandilin titrek ışığındaki, geceleri yırtan gayretleri gelsin. Sen yeterki aşkıyla yan ilmin, insanlığa fayda verebilme arayışının. İnsanın okulu önce gönlündedir. Okulun kötüsü olmaz, en kötü şartlar bile eğer sen azmedersen, seni yetiştirir. Nice köy okulları vardır, bugüne yön veren mütefekkirleri, ilim adamlarını, yöneticileri kuluçkadan çıkaran. Yeterki senin niyetin halis, inancın pek olsun. Allah, aşılmaz görünen yokuşları nasıl düz edip önüne serer, görürsün.

- Söyledikleriniz içimde bir teli titretiyor sanki hocam.

- İşte o teli titreten güce inan. Bilki Allah rızkı dilediğine, bizim bilmediğimiz sırrına göre dağıtır. Bugünün fakirinin yarın zengin olduğunu, bugünün servet içinde yüzeninin yarın el açtığını görürsen şaşma ve asla rızık konusunda tanık olacaklarından Allah’ın adaletinden şüpheye düşme. Bundaki hikmet bambaşkadır. Allah bir şey daha lütfeder: İlim. Onu peşin peşin değil, kulunun talebine göre dağıtır. Bilgiyi, ilmi taleple dua edene nasip eder. Dua ise iki türlüdür. Bunlardan biri fiili olandır ki, ilim yolcusunun gayreti, ilmi edinerek insanlığa sunmak için döktüğü ter ile yapılır.
- Kafam allak bullak oldu ama içimde bir coşku var. Ben size bir cümlelik yanıt için gelmiştim, siz bana deryaya bir kapı araladınız. Sorumu sorduran niyetimden şimdi utanır oldum.

- Utanma. Fikrimi sordun, söylüyorum. İstersen bitirebiliriz.

- Hayır, hayır! Bin cilt kitap okusam, bu denli tesirini hissetmezdim. Lütfen devam edin.

- İşte bundan ötürü bu sözleri sana sarf ediyorum. Bunları alabilecek yapıdasın. Bir söz, karşısındakinin anladığı kadar muteberdir. Sözlerim içindeki bam telini titretiyorsa, bu benden değil senin hissetmendendir.
- ...

- Bir sözüm daha var: İhtiyaç duyma, insanı pişiren en önemli hislerden biridir. Bilim de bu güdüyü tatmin etmek, bir ihtiyacı gidermek amacıyla ürer, eğer doğal yolla gelişiyorsa. Yoksunluk çoğu zaman insanı geliştirir. Eğer bir elin yağda bir elin balda olsaydı acaba hayatı ve içindeki rolünü bu kadar geniş açıdan bu yaşta görebilir miydin yoksa tiyatro oyununda olduğunu unutup, sahne ışıkları altında dilediğin herşeye zaten sahip olmanın keyfini mi sürerdin, bir düşün...

- Yine bir dehlize düşürdünüz beni...

- Düş ki unutma. Hangi mesleği seçersen seç, kararında insana faydayı, kendince bulduğun yaratılış maksadını ve bu toprakların ilme muhabbetini hatırla. Şimdilerde dökük harabeler gibi turistlere açılan medrese duvarlarının içindeki yaşanmışlıkları hayal et. Onlar sana yol gösterici olacaktır. Biz Türkler, diyeceğim ama boş bir laf sanma. Bakma, şimdi gördüğün uyuşukluğumuza. Kaptırdıklarımızla üretenlerin mallarını tüketen bir pazar yeri olabilmemiz için manen uyuşturulduk. Neredeyse, hayal edemez, düşünemez olduk. Filmler, diziler, maçlar, bilgisayar ve telefon gibi elektronik oyuncaklar derken adeta bunlarsız yapamayan müptelalar olduk...

- ...Ve internet.

- Evet, internet. Tıpkı televizyonu, okullaşmanın tamamlanmadığı coğrafyalara eğitimi götürmek, sosyal gelişimi destelemek, bilgilendirmek gibi çok hayırlı hizmetlerde kullanabilecekken bir hipnoz aletine döndüren el, internet gibi bir iletişim nimetini de başka bir tehlikeli bağımlılık haline getirmeyi başarıyor ve bu cürümünü gizlemek için adına da “sosyal medya” dedirtiyor. Sanal, zahiri olan şey nasıl sosyal olur, o aletin başında sabahtan akşama apışıp kalan, komşusunun adını bilmeyen, selam alıp vermeyen, sokakta hiç görünmeyen, bir arkadaşının derdini alıp mutluluk vermeyen, bayramlarda alıp valizi şatafatlı otellerde bireysel yalnızlığına çekilen, anne babasını, büyüklerini bir kısa mesajla geçiştiren, nasıl kendisine “ben yaşıyorum ve sosyalim” diyebilir?
- Yüreğim daraldı...

- Hem yürek daralıyor, hem gurur inciniyor. Ecdadın yaptığıyla şu şuursuz yaşamımız hiç örtüşmüyor. Binbir emekle bir hizaya getirilen medeniyet duvarı uzun zamandır değerleri olmayan çerçöple dolduruluyor, ne gam. Pek çoğu insanı öncelemiyor, birilerinin birilerini sömürmesine vesile oluyor. Artık bizim tuğlalarımızla yeniden yükselme vakti gelmedi mi?

- Geldi hocam, mıh gibi göğsüme sözleriniz saplandı.

- Şimdi var git yoluna, bir daha düşün. Doğru kararı vereceğine inanıyorum. İnsanlara en faydalı olacağını hissettiğin alanda elinden geleni ardına koyma. Dünyaya nam salan imparatorluklar olduysak vaktinde, nedenini Hz. Alim’in ilmine aynalık yapmış insanların vaktiyle, bu topraklarda çok olduğunda aramalısın. Ne zamanki o ayna kullanılmamaktan toz bağladı, aldılar elimizden aynayı ve liyakatsizce, inançsızca, zalimce kullandılar onu, biz ise tâbi olduk. Çocukluğumda kendi kendine yeter ülkelerden biri olduğumuzu söylerdi rahmetli öğretmenim, şimdi öyle değiliz. Aile ve toplumsal bağlarımızın kuvvetinden övgüyle bahsederdi, şimdi huzur evi doldu ortalık. Geçmişine hürmet etmeyen mamur olamaz. Allah için irfan aynasını al eline ve onu parlatıp insanlığa ışık tutanlardan ol. Allah yardımcın olsun.

- Hocam...

- Sus, biliyorum. Klasiği bozmamam gerek: “Küçük görme, hor görme delikanlım kendini. Şu kırık abideyi yükseltecek taştasın, Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın!”

- Şimdi oldu!

  Sinan belki de ömür boyu unutamayacağı bu konuşmanın ardından tercih formuna yazacaklarını, teslim gününe kadar, geceler boyu düşündü ve formunu doldurarak teslim etti. Allah’ın yardımıyla, kursa gitmemesine rağmen, yıl boyu düzenli çalıştığından, istediği bölümü hem de İstanbul’da bir üniversitede kazandı ve aşk ile okudu. Okurken yine babasını yalnız bırakmadı, sık sık yardımına gitti, mezun oldu ve daha yüksek tahsilini de yapmasını Allah nasip etti.

  Peki, Sinan şimdi ne mi yapıyor? Etrafınıza bakın, oralarda bir yerlerde bulacaksınız. Yaptıklarından zaten onun Sinan olduğunu anlarsınız. Eğer etrafınıza bakınıp “Bu Sinan olmalı” diyebileceğiniz kimse göremediyseniz, bir de dönüp kendinize, içinizdekilere bakın. Kim bilir, belki de Sinan sizsiniz.

Cem TURAN

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder