22 Ağustos 2014 Cuma

BİR AKADEMİSYENİN ANATOMİSİ: FOTOJENİK OLMAK

Bugün, koca bir öğleden öncesi, gıda güvenliği ve sağlık konularında uzman bir profesör ile sohbet etme imkanı buldum. Konu döndü dolaştı, kameraları seven profesörlere geldi. Hani, şu diyetler öneren, "onu yemeyin kanser yapar, bunu içmeyin kısmetiniz kapanır" diye insanın içine darlık veren, bir o yandan bir bu yandan vurup duran sevgili, sayın hocalarımız. Dolayısıyla, benim hassas olduğum sulara girilmiş olarak, bu yazının hazırlanması konusunda tetikleyici oldu.


Biliyorum, benim hocalarım meşhur olmaz, olmak da isteyeni şükürki, ben tanımadım henüz. Çünkü umuma göre, tatsız tuzsuz bir konudur bilgisayarlar, bilişim ve enformasyon. Kimilerine göre öcü gibi bir şeydir, kargacık burgacık devrelerden oluşan elimizden, masamızdan, cebimizden eksik etmediklerimiz hakkında gerçekleri öğrenmek. Nasıl çalıştığı ile değil, ne yaptığı ve ne kadar sahibine imaj kattığı ile daha yakından ilgiliyizdir, hepsi bu.

Oysa bazı branşlar varki, eğer şirazesi kaçarsa bilimden çok şov sanatına döner birden ve eğer insan buna da yatkınsa bir sonraki spotları ve kamerayı üzerinde göreceği anı beklemede sabırsız davranabilir. Doğrusu kolay bir iş de değildir, insanların teveccüh göstermeye aşırı istekli oldukları alanlarda tribünlere oynamadan, eğip bükmeden, dosdoğru, sadece bilimin gösterdiğini işaret etmek.

Çünkü insanlar sansasyonları, spekülasyonları sever. Gazetecilerin dediği gibi; köpek insanı ısırırsa haber olmaz belki ama tam tersini yapabilen fenomen olur, kamera yıldızı olur.

Peki hangi alanlardır, yoldan çıkaran, kışkırtıcı bir şekilde sahne ışıklarının sarhoşluğuna iten bilim matadorlarını?

Başında sağlık gelir elbet. Bir onkolog çıkıp "şunu yemeyin" dedi mi vay o yiyeceğin haline. Operatör doktor olmak bile yeter, "şunu yersen sırım gibi olursun, incecik belin olur" deyip kitleleri saran bir dalgalanma üretmek için. Kendinize güveniyorsanız, adınızı koyduğunuz diyetler yayınlarsınız. İnanın, insanlar indirilmiş bir vahiy gibi mukaddes kabul eder. İki satır kitap okutamadığım teyzeler, ablalar hatim üstüne hatim eder kür listelerini, kutsal emanet gibi saklar ve çok muteber gördüğü, bu büyük kıymeti hak ettiğini düşündüğü eşine dostuna ikram eder.


Son yıllarda bunun örneklerini çokça gördük. İsminin başında Dr. olan niceleri sırayla şifalı ot cumhuriyetleri kurup holdingleşmediler mi? Adım başı franchise dağıtarak mağazalar zincirleri kurduklarını görmediniz mi? Hatta içlerinden biri geçtiğimiz seçimlerde, bildiğim kadarıyla milletvekili adayı da oldu da halk "yok artık, o kadar da değil" demiş olacak, seçilemedi maalesef.

Sağlık kadar revaçta olan, bir başka bölüm gıda ve beslenme ile ilgili branşlar. Tıpkı sağlık gibi, bu konuları da yakından takip eden ve sağlıkla özdeşleştirip bir anayasa gibi uygulayan çok büyük sayıda bayanlar ve giderek artan sayıda beyler kitlesi var.

Sabah kuşaklarında son yıllarda sağlık programlarının adından çokça söz ettirmesine şaşmamak gerek. Öyle arada bir televizyonda gözükmekle olmayacak, kurumsallaşmak gerek: Daha çok gözüküp daha çok insanları şaşırtan söylemde bulunmak, olmazsa olmazı. Doğru bildiğimiz yanlışlarımız ne de çokmuş meğer, adeta yaşamamız bir mucizeymiş, bu dehşetcengiz bilgileri hocalarımız bahşetmeden önce.

Bu, basın işletmecileri için de bulunmaz bir nimet, daha çok ilgi ve daha çok reklam geliri demek olduğundan, ölümsüzlüğün reçetesi açıklanacak gibi, aralara bolca da "bekleyin, az sonra!" eklerler. İşte size şov dünyası!

Geri dönüşü müthiş olur: Sağlıkçıların muayenehaneleri dolup taşar, ücretleri birden beşe katlanır. Kitapları yok satar. Kim demiş marka üretmeyi bilmiyoruz, diye!



Kamera ve spot sevgisi bizde biraz genetik galiba. Yurtdışında daimi olarak çalışan bazı isim yapmış Türk doktorlardan da değme şovmene taş çıkartacak performanslar izler tüm dünya.

Özellikle 1999 Marmara depreminden sonra kalıcı surette popülerleşen ve adeta tıp profesörleriyle kıran kırana bir rantsal rekabete tutuşan "deprem uzmanı" jeofizikçilerimizi de unutmamak gerek.

Toplumların yaşadığı bazı olaylar veya yatkınlıkları kimi konulara aşırı hassas ve ilgili olmalarını sağlıyor sanırım. Sanki ülkenin geriye kalanının bir hükmü yokmuş gibi, Marmara civarında küçük bir sallantı gerçekleşse bile, neredeyse "kadrolu" diyebileceğim deprem profesörleri kanallara dağılıp masanın arkasındaki sandalyede yerlerini alıverirler hemen. Ellerinde çubuklar, haritalar açılır, "aha da şurası, kırıldı kırılacak.." kabili iddiaları bir anda gündemi yerinden hoplatırlar. Yaşasın tribünler!


O da yetmez, rakip kanalın kadrolu jeofizik profesörüne çubuk ekrandan sallanır, "utanmıyor musun sen, oradan fay may geçmiyor, aha da fay na, burada; ayağımı bastığım yerde!" diyerek ters kroşe veya üçlü salto ile puan almaya çalışılır.

Lakin hiçbir jeofizik hocası "Tarihi hesapladım, üç vakte kadar Marmara yıkılacak!" diyenler kadar bu aziz milletin gönlünde taht kurmamıştır. Oturup o gün beklenir sabırla.

Hatırlarsanız, yakın bir geçmişte, Maya takvimin rakamları tükenince, "kıyamet kopacak" diye bekleşmişti bütün dünya hatta kimileri "kıyamete cennet gibi yerlerde girmek için" tropik adalara hücum etmişti.

Yine hatırlayanlarınız vardır, bir dönem fenomen olan Ayşe Özgün programlarını. Toplumu söyledikleriyle epey çalkalayan ve halen zaman zaman artçı tartışmalarının hortladığı eski dekan bir ilahiyat profesörü ile din bilimlerinin temsilcileri de aldı sihirli kutudaki yerini, fazlasıyla.

Ne günlerdi onlar, her programda değişmeyen, kadrolu stüdyo seyircileri sırasıyla sayın profesöre sorular sorar, sordukları sorudan dolayı önce bir güzel afiyetle, haşlanırlardı. Bundan da tuhaf şekilde haz alırdı seyirci: "Hoca beni azarladı, tamam artık cennetliğim!" Yahu, bilse size neden sorsun ki bilmediği için azarlıyorsunuz? Soru soranı azarlayacaksanız neden yanıtlamak üzere ekrandasınız? Tuhaf bir tezatlar yumağı...

Sonra, sayın ilahiyat profesörünün yine insanı dumura uğratacak bir bomba çıkışı tüm bildiklerimizi alt üst ederdi. Meğer ne de çok şeyi yanlış (!) biliyormuşuz biz... Yıllar süren bu olağanüstü ekran birlikteliğinin ardından, kıyamet tarihini tahmin edenler, Kuran'daki harfler üzerinden aritmetik geliştirenler, yıldızlardan önümüzdeki yılın şampiyonunu çıkaranlar... Ne ararsanız gördü, televizyon denen ışıklı kutu.

İlahiyat dünyası televizyonu ve sahneleri sevdi: Rivayete göre, akademisyen bir hoca efendinin Ramazan ayı mesaisi karşılığı trilyona yaklaşan bir gelir elde ettiği söylencelerinden, akademik olmasa da biraz ucundan siyer kitapları ezberleyen eski belediye memurlarına kadar, kameralara poz vermek isteyen ne de çok kimse varmış, meğer.

Bir de psikologlar zümresi vardır, başımızda taşıdığımız 2.2 kilogramlık lop eti nasıl yönetmemiz gerektiği konusunda yine sansasyonel ve dinleyene "aa, öyle miymişim?" dedirtecek sözlerden sakınmayan hocalardır, genellikle. Biraz tehlikelidirler çünkü insan neye inanırsa kendine öyle muamele eder. Dolayısı ile agnostik (bilinmezci) bir yaklaşımla ele alınması gereken bir alanı öjenizm kokan, mekanik, "aha da beynimizin şurasını kesip buraya yapıştırıyoruz" gibi akılları dumura uğratan ama seyirciyi şaşırtıp alkış toplayan örnekleri de sık ağırlar, televizyon ekranı ve kültür merkezlerinin sahneleri.Sormak gerek, davranışsal genetik ya da en azından şizofreninin net sebep-sonuç ilişkilerini.

Bulanık olan konular hep iyi zeminler olmuştur, şaşırtan ve ün sahibi eden iddia yağmurları için: Sosyal bilimler ise bunun membağıdır. Sözgelimi; siyasi bilimleri ele alalım: Her an spotları üzerinize çekebilmenin envai çeşit yolu, emrinize amadedir. Mesela seçim veya benzeri bir olay olmadan önce yuvarlak, genel, hatları belli olamayan sözler edersiniz ama aslında her ihtimale dokunursunuz. Olay gerçekleştikten sonra da yine huzurlara çıkar "ben zaten söylemiştim" diye gururla salınırsınız.

Vaktiyle, bir ekonomi profesörünün Türk ve dünya ekonomisi hakkında bir konferansına katılmıştım. İçimden "ekonomik literatürü anlamam, analiz parametrelerini yorumlamayı geliştirmem için büyük bir fırsat" olduğunu düşünerek oturduğum koltuktan, boşa zaman harcamışlığın pişmanlığı ve hayal kırıklığı duyguları ile ayrıldım. Çünkü saatler, perdeye yansıtılmış, radikal şekilde aşağıya giden ve Avrupa ekonomisini gösteren bir ok ile adeta bir füze rampası gibi dikilen ve perdeyi delip tavana saplanırcasına karşımda duran, Türkiye ekonomisini gösterdiğini sayın profesörün ağzından hatim ettiğim bir grafikle geçti, başka da hiçbir şey yok! Bütün konferans "bu grafik hiç değişmez, bundan sonra hep böyle gider" diyen "profesör" ünvanlı bir bilim insanı!

Ben gibi, dinleyicilerden bir bayanın aklına da gelmiş olacak, söz alarak "hocam, bilim mevcut kriterlere göre yorum yapmak, şüpheci pozisyonda kalmak değil midir? Gelecek hakkında bu kadar iddialı olmak yerine değişebileceğini de hesaba katmak ve ona göre tedbirler almak, önermek değil midir ekonomistlerin görevi?.." diye sormasıyla birlikte hiddete gark olan hoca ne dese beğenirsiniz: "Sen (!) satanist misin, görmüyor musun, asla değişmeyecek bu!". Aynı dilek, inançları paylaşmama rağmen buz gibi soğudum, desem yeridir.

Fanatizmin bilimselliğin fersah fersah önünde olduğu, yağdanlık olmanın şuursuzca dibine inmiş, uç bir örnek olduğunu kabul ediyorum ama yaşandı, tanık olanlara ve en azından bana çok acı verdi. Çünkü ünvanları taşımakla o ünvanlara haiz kişiliklere sahip olmak ne de farklı şeymiş, gösterdi.

Oysa seçkin bir bilim insanı yaranma, dalkavukluk güdüleriyle değil şüphecilik ve olumsuzluk ihtimalleri üzerinden senaryolanıp, onlar üzerinde çalışıp üreterek ülkesine hizmet eder. Geleceğe dair fal bakıp dalkavukluk yapmak ise özellikle bilimsel sıfatı olan bir kişinin ülkesine yapabileceği en kötü cürüm olmalı; yöneticileri rehavete, yanılgılara sürükleyen.

Belki yanlış düşünüyorum ama bir bilim insanının yerinin gerçeğin peşinde koşan insanlarla birlikte olması beklenir. Ufuk, idealler ve bilim aşkı açısından tam bir rehber olması umulur. Bireysel olarak hem bu zümreler içinde geleceği aydınlatmaya çalışan bir araştırmacı kişilik olmasını hem de daha da gür ve inançlı yeni aydınlanmacıların yetişmesini dert edinmesini dilemeyi, kendimde hak görüyorum.

Eskiden sayısı çok az olan bilimsel yayınların artması için kamu iradesi büyük tazyikte bulunuyor, haklı olarak. Teşvik edici kaynaklar, ödüllendirme sistemleri üretmeye çalışıyor. Görünüşe göre sayı artıyor ama nitelik olarak bakıldığında aynı şeyleri söyleyebilir miyiz, endişelerim var. Bundan ötürü hala patent ve icatlar konusunda çok gerideyiz, bilimsel tespit ve yayın ihraç etmekte, referans olmakta çok gerilerdeyiz.

Çünkü eforumuzu bilimden çok bilimin atfettiği ünvanlarla şov yapıp kişisel beka üretmekle harcıyoruz. Oysa madam Curie olabilecek, bilim için o fedakarlıkları gösterebilecek yüreklilikte bilim insanlarına muhtacız. Rosalind Franklin gibi, 1950'lerin Amerikası'nda kadın olmasından dolayı itilip kakılıp, DNA görsel keşfinin üzerine başkaları konarak bir güzel Nobel ödülü alsalar bile, ısrarla bilim yapmaya devam eden dirayette bilim aşıklarına ihtiyacı var bu ülkenin.

Franklin'in adını yazdırdığı altın harflerin yanında bir televizyon şovmeni olmak, kadın programlarının kadrolu kimyager profesörü veya bilmem ne kürü öneren kozmik arınmacı profesörü olmanın, yarının anılmayanlarının, hatırlanmayanlarının namzetliği anlamına geleceğini görmek, hiç de zor değil.

Gözünü sevdiğim insanoğlu kendine sürekli yeni kurtarıcılar, sözlerine inanmak istediği insanlar uydurup durur. Tıpkı elinde oyuncağıyla mutlu çocuk gibi. Belki de hiç büyüyemediğimizden, oyuncak satanlar, elinde şeker bizi kandırmak isteyenler de eksik olmaz.

Tıpkı sanatçılar gibi bilim insanlarının da mayasında vardır, çalışmalarıyla takdir edilmek, ödüllendirilmek ve alkışlanmak. Lakin bunu bilim çevrelerinde, ait ve ilgili olduğu kamusal bilim organizasyonları içinde gerçekleştirmeli, rol çalarak avama belki de kesinliği şaibeli bilgiler paylaşmamalıdır. "Şu tarihte deprem olacak" diyen hoca, sonrasında nasıl insanların yüzüne bakabilir, anlamakta güçlük çekiyorum.

Çünkü bilim onurlu, doğruların peşinde koşma işidir. Kanıtlanmış bir çalışma sonucudurki; bir bireyi bilim insanı olmaya iten hem genetik faktörler hem de çevresel etkenler vardır. Gençleri bilimle uğraşmaya özendirmeliyiz ama bu daveti ün sahibi olmak için değil, hayat bulmacasında bir taşı yerine oturtmanın onuruna ortak olmak için yapmalıyız. "Oku!" diyene "bulduk" demek için.

Bugün görüştüğüm profesör ile bunların ilgisi ne derseniz; uzun uzun "fotojenik" meslektaşlarının beyanlarını dinledim ondan. Hijyen için, kutu sütler için, kanser için söylenenler hakkındaki düşüncelerini. Bir ifade ile bitirdi sözünü:

"Hepsi yalan! Yalan söylüyorlar..."

Sahi, bunca kavga duman arasında, hangi sütün faydalı ve zararsız olduğunu, adı gibi net bilen var mı: Kutu süt mü, açık süt mü? Eğer şimdilerdeki ekran profesörlerinin dediği gibi açık sütse asıl süt, vaktiyle kamu eliyle yürütülen, Hülya Koçyiğit'in de oynatıldığı "Kutu süt için" kampanyaları da neydi? Yok, eğer kutu sütse ab-ı hayat gibi şifanın membağı, kamu bilincini yerle yeksan eden bunca demeci verdirecek kadar meydanı boş bırakan devletin denetim kurumları nerede?

Anlamlı ve modern bir toplumda,  sıfatı ne olursa olsun, hiçkimsenin kamu belleğini bulandırmaya, koyun gibi bir yerlere doğru "kışkışlamaya" hakkı olmamalıdır. Bilim çevreleri, söyleyecekleri sözü kendi aralarında olgunlaştırmalı ve kamu konusunda idari sorumluluk taşıyan kurumlara iletmeli, tek bir ses ile kamu bilgilendirmesi sağlanmalıdır.

Yumurta yemek faydalı mıdır yoksa zararlı mı: Bunda bile konsensüse varamamış bir bilim zümresi, pişmemiş bir yemeği servise kalkan lokantacıdan başka birşey değildirki aslında.

Didaktik, kirlenmemiş ve içi boş olmayan edebiyatı ben de sevenlerdenim. Sık sık söyleme ihtiyacı duyulan bir atasözü ile perde kapansın:

"Eşek ölür kalır semeri, insan ölür kalır eseri".

Cem Turan

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder