14 Ocak 2015 Çarşamba

SEVGİ VE MAHLEP

Kim bilir, bugüne kadar kaç tane simit yemişsinizdir. Ben de öyle, sayısı meçhul. Dolayısıyla hepimiz profesyonel birer simit tadıcısı diyebiliriz kendimize; iyi ve kötü yapım ürünü olduklarını şıp diye anlayabiliriz, öyle değil mi?

Siz öyle sanın... Ben de öyle sanıyordum. Ta ki, bir vakit önce bir müşteri ziyaretimde sunulan ikram tabağındaki simitten bir parça alana kadar. Önce konuşmanın devamını getiremedim, sustum, tüm nöronlarımla başıma gelen bu halin ne olduğunu anlamaya çalıştım. Kelimenin tam anlamıyla vurulmuştum simide. Bir başkaydı. Şekli şimali bir simitti ama kendileri tam bir afetti, letafetti, zarafetti. Başka yerlerde daha önce hiç tatmadığım, çok özgün, biricik bir lezzetti. Aşk gibi tarif ettiğim bu şey sadece bir simidin başımı döndüren rahiyasıydı. İçine ne koydularsa müthişti!

Nezaketten kaynağını, orada bulunanlara soramamış olsam da ofise dönmek için dışarı çıktığımda ilk yaptığım şey, yakındaki pastaneleri taramak oldu. Nihayet, üzerinde susam yerine bana ikram edildiği gibi; çekirdek içi taneleri olan bir simidi vitrinde gördüğüm birisine hışımla girerek "Evet o! Onu istiyorum..." dediğimi hatırlıyorum. Adamcağız kesekağıdına koyar koymaz bana daha para üstünü bile vermemişken ben bir çocuk edasıyla "hımmm" içten geçirmeleriyle kendinden geçmiş bir halde simidimi ısırmaya başlamıştım.


Evet, kesinlikle oydu bu. Aradığım simit!

- Lütfen söyleyin bunun içinde ne var? Neden bu böyle?
- Yıllardır yaptığımız sıradan simit.
-Hayır hayır, bir şeyler farklı bunda. İzah edemediğim farklı bir aroma var ve bu harikulade bir tat bırakıyor ağzımda. Sanki bu dünyaya ait değil gibi. Bambaşka bir şey bu!
- Hamur, su, biraz şeker...

Adamcağız biraz düşündükten sonra mütebessim bir halde:
- Ve mahlep!
- Mahlep mi? Evet işte o! Bu isim beni çarpan ve tattan öte sihirli bir özüt olan neyse ona tam da uydu.

Öyle mutlu oldumki o tadı bulduğuma. Kendimi onu keşfetmekle çok ayrıcalıklı hissettiğimi hatırlıyorum. O bölgede ziyaretim oldukça, karnım tok olsa da mutlaka gider alırım bir tane ve beklemeden yerim.

Geçenlerde gittiğimde vitrinde göremedim ay çekirdekli simidi. İçeri girip mahzun bir çocuk edasıyla sordum. Bittiğini söylediler. Kaşlarım öne düştü, çok üzüldüm. "Ama o çok güzeldi" dedim, "neden?" dedi tezgahtar. "Onda mahlep vardı ve ben ona vurgundum" dedim. Tezgahtar bir başka simit türü çıkardı, tebessüm ederek. "Üzülmeyin, bu da aynı hamurdan yapılıyor" dedi. 

Bir anda heyecanlandım, alıp ısırdım. Haklıydı; işte benim emsalsiz lezzetim!
Demekki nicelik değil nitelikti peşinde olduğum. Simit değil, içindeki benim için emsalsiz o müthiş lezzet kaynağıydı ve tüm istediğim.
...

Günümüzün anne babalığa soyunan hazırlıksız insanlarının anlayamadığı şey işte bu: Emsalsiz bir lezzet sunmak! Ki onun adı da sevgi...

En lüks lokantalara, restoranlara götürüp yedirebilirsiniz çocuğunuzu ya da bir telefonla eve sipariş edebilir. Kurabiyeleri, kekleri hazır alırsınız ya da ihale edersiniz başkalarına. Belki yardımcı hanımlarınız, bakıcılarınız vardır: Onlar yaparlar envai çeşidini. Fazlaca çalışansınız ya...


Evde bir şeyimiz arızalanır; ya hemen atılıp başkası alınır ya da tamirci çağrılır. Küçük bir boya işi vardır belki, tiz boyacı tutulur. Nasıl olsa tüm bunlar da başkaları tarafından hem de daha kalifiye şekilde yapılan şeylerdir. Ha onlar yapmış ha anne baba işin içindeymiş, ne fark eder.  

Zamana ayak uydurmak gerek, tam gaz ileri, şuur ve erdem limanından demir alıp uzaklara açılma zamanı şimdi!

Velhasıl çocuk anne babayı emek verilir hiçbir işin içinde görmez. O işin üniversitesini de okumuş olsa piri de olsa başkasının katamayacağı, ruhsatı sadece gerçek anne babalarda olan bir iksir daha vardır yapılan işlerin içine katılacak. Mahlep gibi damakta benzersiz bir tad bırakacak, yuvanın huzuru ve çocukların ruhen doygunluğunu sağlayacak... O da şüphesiz sevgidir.

Beş yıldızlı bir otelin şefinin yaptığı bir yemek karın doyurabilir ama ruhu asla! Çünkü içinde sevgi yok ve annenin  içine sevgisini kattığı, yavan bir çorbanın yanında adı bile anılamaz.
Belki tutulan bir badanacı evinizi Picasso'yu aratmayacak teknikte boyayabilir ama o fırça darbeleri duvarlara asla sevginin resmini çizemez, babalar gibi.

Hani bir bisküvi reklamının sloganı var ya; "Anne eli değmiş gibi"...

Hah, işte tam da öyle: Anne de baba da elini değdirmeli çocuklarının hayatına. Zaman hızla akıp gidecek ve bizler yavaş yavaş tarih olurken çocukların damaklarında sadece mahlebin, yani içine sevgimizi katarak bizzat onlara sunduklarımızın kuvvetli aroması kalacak ve bizi onlarla yad edecekler.


Düşüncesi farklı olan da şaşırmasın sonraki muhtemel yaşayacaklarına. Öyle ya; mademki kimin yaptığının hiç önemi yok, önemli olan iş görmek ve hatta profesyonellerin yaptığı daha "muteber": Sayıları mantar gibi çoğalan yeni ve modern huzurevlerinin, kalabalıklar içinde yalnızlık yaşayarak ölümü bekleyen sakinlerinden birisi olmak, sizi rahatsız etmesin. Çünkü amaç sizin bakımınızsa, kimin baktığının ne önemi var? Hatta oralarda size daha iyi bakarlar teknik olarak ve profesyonellerin yaptığı tabiki daha "muteber" olacak.

Hadi şimdi yine, çocuğunuzu "anne eli değmiş bir kurabiyeyi" okuluna götürüp arkadaşlarıyla paylaşmaktan ve sizin varlığınızla gururlanmaktan mahrum edin ve en yakın pastaneye sipariş edin zamane anneleri...

Bozulan, kırılan ne varsa atın ve hiçbir gayret öğretisinde bulunmadan gidip yenilerini alıp getirin, olur mu zamane babaları. Atan bir sigortayı bile düzeltirken, patlayan bir lambayı değiştirirken görmesinler sizi. Bilye ve tahtalardan hiç kaykay yapmayın onlara, birlikte üretmenin hazzını yaşatmayın; nasıl olsa hazırı var, değil mi? 

Böylece çocuğunuzun bilinçaltına telafi ve onarım mekanizmalarının değil, para ve metanın gücünü bir kez daha kazıyın, çıkmamacasına.

Parasıyla değil mi herşey: Onlar da çok uzaklardan e-belediyeye bağlanır, yatırır mezar paranızı, eğer şansınız var ise, can emanetinizi teslim ettiğini gün. Birileri sanal medyada ölüm haberinizi paylaşır, diğerleri "Beğen" seçeneğini tıklar. Madem nasılını sorgulamadan elde edilen sonuç yeterli geliyor, bundan daha pratik ne olabilir.

İster beni duyun ister duymayın, servise bıraktığınız bir araba değildir insan.

Ve insan tercihlerinin sonucunu yaşar her zaman ve sevgi saf emektir.

Kendi ürettiği değersizliklerine rağmen sonrasında değer ummak ise insanın en büyük tezat noktası.

Cem Turan

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder