16 Mayıs 2014 Cuma

VURDUMDUYMAZLIK BÜYÜK HASTALIĞIMIZ


İlginçliklerim çoktur benim. Bazen bir yol dönemecinde durur, göz ucuyla önümden geçen arabaları ve sürücülerden kaçının kemer taktığını sayarım, on dakika. Bugün de bir ara böyle yaptım. Sonuç ise yine canımı sıktı, çok azını emniyet kemeri takılıyken gördüm.

Neden? Çünkü durduğum yer polis denetiminden uzak. Çünkü duran benim, bir polis değil. Benim köşe başında durmamın kim için ne anlamı var, kaldırımı işgalden başka?

Çünkü kemer, takılırsa polis için takılır.

Motosikletliler gördüm çokça yolda. Kask takana aşk olsun. O da ne, ne fuzuli bir şey. İçleri rahat cengaver gibi motosikletlilerin. Arabalar arasından S harfleri çize çize geliyorlar.

Öyle ya, kask da takılırsa polis için takılır. Bu yüzden, acil servislerin müdavimlerindendir, motosiklet sürücüleri.

Polis kayıtlarına göre pek çoğumuz kapımızı kilitlemeden çıkıyormuşuz makul zamanda döneceksek. Oysa hırsız efendi için kilitsiz bir kapıya "açıl susam" demek sayılı saniye. Hırsızın hiç bize uğrayacağını sanmayız ve öyle rahatızdır, kapıyı vurup çıkarız hergün okuduğumuz, dinlediğimiz onca hırsızlık olayına rağmen.

Tabi ya, onca insan varken hırsız kapınızı neden çalsın?

1999 Depremi sonrasında gördüğüm manzaralar belki hatırımdan hiç çıkmayacak. İstanbul, Avcılar'dayım bir ara. Otoyolun iki yamacında sayısını kestiremediğim enkazlar ve üzerinde dolaşan, ne yapacağını bilmez insanlar. Bugün gibi yetişmiş kurtarma ekipleri pek olmadığından iyi niyetle, yıkıntı içindekileri kurtarmak istiyorlar. Bundan enkaz üzerinde biçare dolaşımları. Oysa onlar her adım attıklarında daha da derinlere indirdikleri moloz tozlarıyla aşağıda bir umut kurtulmayı bekleyen nicesini boğuyorlar. Ucu ucuna dengede durarak yaşam boşlukları oluşturmuş beton parçaları yanlış bir hamleyle, üzerinde hesapsız kitapsız patlayan balyoz darbeleri ve dünya dolusu insanın ağırlığıyla kayabiliyorlar, nicesi için son yaşam koridorunu da imha ediyorlar. Bilmeden ve fakat uyarıları da dikkate almadan.

Öyle ya, ağır trafik kazasından karga tulumba çıkarılan yaralıyı, kırığını, çıkığını, omuriliğini, iç kanamasını önemsemeden alıp götüren yardımsever halkım yine işbaşında ve yardım için herşey mübah, öldürmek bile.

Ve bir vakit sonra yine Avcılar'dayım. Yıkıntılar kaldırılıyor artık. Ama asıl sorun yıkılmamış gibi gözüken ağır yaralı, derin çatlaklı binalar. Bir tanesinin altında büyük bir hipermarket var. Ne mi yapıyorlar? Binanın çatlaklarını sıvayıp, kamufle etmeye çalışıyorlar. Muhtemelen denetimden binayı kurtarmak için.

Öyle ya, fizik kurallarına uymak için ensemizde devletin, polisin nefesini; cezasını hissetmek isteriz.

....

Hergün gazetelerin iç sayfalarını kaplayan kaza, bela, musibet haberlerinin kahramanlarının hepsi istisnasız, "bana birşey olmaz" diyorlardı o gün ama oldu işte.

Olunca bir kez olur, ikinci bir şans çoğu kez yoktur.

Ve Soma... Söylemek istemiyorum, yorum yapmak, sebep-sonuç analizlerinde bulunmak istemiyorum.

Tek bildiğim, vurdumduymazlık hastalığının ileri evrelerini yaşadığımız. Uzun yıllar önce AIDS hakkında yapılan bir televizyon röportajında mikrofonu karşısında bulanların çoğunun "Türk'e birşey olmaz!" ibretlik yorumlarını dün gibi hatırlarken, bir çırpıda onlarcasını sayabileceğim bu hastalığımızın başımıza açtığı dertleri görmekten devletçe ve milletçe bu kadar mı uzağız?

Her felaketten, kayıptan sonra olduğu gibi acısıyla yanan, dövünen, ağıtlar yakan insanlar... Umursamazlığımız acıyı çok mu sevmemizden yoksa can denen emaneti çok mu hakir görmemizden?

Yine elitler, aklı fikri bollar, konu kameralar önünde güzel sözler olunca mangalda kül bırakmayanlar resmi geçit yapacak ekranlarımızdan. Yine şatafatlı sözler edilecek. Yine devleti tek başına günah keçisi ilan edecek fanatik muhalifler. Devlet de bir vakit sonra başka gündem maddeleri ile unutturmaya çalışacak belki de bu olanları.

Oysa umursamazlık hastalığına, vurdumduymazlık illetine tutulmuşluğumuzla, "suçu olmayan var mı?" diye sormak gerek. Ama kişi, görmek istediği gibi görür ve kendini inandırır hatta çevresini de.

Kentsel dönüşümleri yapmak işin kolay yönü belki. Ya zihinsel, bilinçsel dönüşüm?

Kendimizi ve birbirimizi kandırmaktan vazgeçmeli. Yüreklerde şuur ve sevgi, akıl ve ellerde bilim ile yol bulmalı insan. "Oku!" denerek istenen böyle bir şey olmalı.

Öğrencimiz bile, öğretmeni görmüyorsa kopya çekmeyi mübah sayar, ekseriyetle. Öyle ya; ders hoca için çalışılır, sınavda geçmek için ter dökülür. Konu sınavdan önce "ezberlenir", sonrasında ise unutulur. Kaçınız vardır, kitapların yazdığı ya da öğretmeninin bir tespitine "ben öyle düşünmüyorum" deme cürretini gösterebilecek? Boynuzun kulağı geçmesi gerekliliğini dert edinebilecek? Oysa medeniyet tekamüldür, hatalarından ders almak, onları tekrarlamamak, her defasında kendini toplumun biraz daha aşmasına ön ayak olacak aydınlık beyinler üretebilmektir.

Japonya'nın eski büyükelçisinden dinlemiştim: "Kültürlerimiz çok yakın olmasına rağmen neden siz bu kadar gelişmişken biz geri kaldık?" sorusuna yanıtı çok açıktı: "Bir Japonca sözlüğü açıp bakarsanız, sizdeki 'boşver' kelimesinin karşılığının bizde olmadığını görebilirsiniz."

Yıllar yılı bizde körü körüne fanatikleri üreyen, gelişmişliğin, insan haklarının, özgürlüklerin güya vatanı, efsanevi yüksek standartların membağı Avrupa... Daha birkaç yüzyıl öncesinde elde balta, giyotin altına yollamadığı veya tehdit etmediği hiçbir aydının, bilim insanının olmadığı bu ülkelere ne oldu da böyle alıp yürüdüler? Ne bizden daha akıllılar ne genetik bir faktör var. Tek fark yine aynı: Vurdumduymaz olmamaları, olamamaları.

Sıkıntılı tespitler, biliyorum ama gerçeği acıtsa da söylemek, terennümle kendini kandıran insanlar topluluğu olmaktan çok daha hayırlıdır, düşüncesindeyim.

...

Dilerimki son olur, vurdumduymazlığımızın aldığı canlar... Bizler gibi umutları olan, hayalleri olan gencecik insanlardı onlar. Allah'tan hepsine rahmet dilerim.

Cem Turan

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder