25 Ocak 2016 Pazartesi

BİTMEYEN CAHİLİYE


Öncelikle söylemem gerekir ki; yazımın görsellerini ben hazırlamadım. Eğer hazırlamış olsaydım, peygamberler gibi seçilmiş ve insanlığa rehber kılınmış yüceliklerin, hele hele Peygamber Efendimiz'in (SAV) mübarek isimlerinin başına saygımın tezahürü olarak "Hazreti" ifadesini kullanmakta asla unutkanlık göstermezdim. Ancak yine de temin ettiğim orijinal halleriyle kullanıyorum.

Bir rivayete göre 124/224 bin peygamber gönderilmiş olmasına karşın Kuran-ı Kerim'de adı geçen 25 peygamberin hangi coğrafyalara gönderildiği konusu, dikkatimi her daim çekti. Çocukluğumdan beridir okuduğum kaynaklar, peygamberlerin özellikle yoldan çıkmış ya da gerçeklerden bir hayli uzaklaşmış, Allah'ın dünyayı ve insanlığı var kılma sebeplerine dayanmayan yaşamlar süren, azgınlaşmış ve düşünmez insanların bulunduğu karalara, milletlere gönderildiği yönünde bilgiler verdiler.

Buna göre, kutsal kitabımıza giren 25 peygamberin yaşadıkları yerler ekteki haritadaki gibi işaretlendiğinde, ortaya önemli bir resim çıkıyor: Hemen hepsinin Arap yarımadasından ülkemize kadar olan ve Ortadoğu'yu da kapsayan dar bir alanda olduğu dikkat çekiyor.


Örneğin dünyanın bugünkü sahip olduğu medeniyetinin fazlasıyla beslendiği, demokrasinin doğum yeri Antik Yunan'a, Atina'ya, Sparta'ya peygamber gönderildiğine dair hiçbir bilgi yok elimde. Öklid'in, Pisagor'un, Aristo'nun, Sokrates'in, Platon'un memleketlerine, Ege kıyılarında kurulan düşünce, sanat, bilim, felsefe topraklarına peygamberler gönderildiğini hiç duymadım. En azından Kuran'da geçen 25 peygamberin gönderildiği bölgeler arasında bulunmuyorlar.

Bu tespiti dile getirmekteki kastım elbette bir bağımın olmadığı ama tarihe derin izler bırakarak birikimlerini bugünkü mirasçılarına terk edip giden medeniyetleri, bizim de dahil olduğumuz Ortadoğu ve Arap iklimlerine karşın övmek değil ama ortadaki gerçeğin de bir anlamının olması gerektiğine inanıyorum.

Örneğin Kuran'daki ilk tebliğ: Oku! Böyle bir talebin muhatabı ancak okumayan olabilirdi. Okuyan; yaşamı, evreni, düşüncenin derinliklerini okumaya çalışan insanlar elbette değil. Hz. İbrahim nasıl ki aya, yıldızlara, güneşe bakıp yaradanını aradıysa ancak; onların batışıyla hatasını anladığı gibi, kimileri güzelliği, gökyüzünü, aşkı farklı farklı tanrılara atfetmekle başlayıp nice sonraları akıl filtreleriyle tek bir yaradanın varlığına kadar giden yolu araladılar belki de. Sokrates'in savıyla; akılları onlara bu dünyadan daha önemli olan bir paralel hayatın varlığını göstermişti.

İşte bunlar düşünen, okuyabilen insanın düşe kalka gerçeğin peşinde koşmasıydı ve bu çok değerli bir uğraşıydı. Onlar kız çocuklarını "dayına gidiyoruz" diyerek diri diri toprağa gömenler değil, gökyüzündeki cisimlere bakıp kainat hakkında fikir yürüten, varoluş hakkında felsefe geliştiren, iyi insanı tanımlayıp öyle olunması için çaba harcayan, okullar kurup astronomiden geometriye, cebire, şiir ve müziğe kadar pek çok alanda derinleşen, güzel düşünerek hastalıklardan arınacağına inanan insanlardı. İlmin peşindeydiler, kafalarını kurcalayan sayısız soruya akla yatkın yanıtlar arayıp dururlardı.


Akıl onlara göre; insanın fiziken ulaşamayacağı enginliklere ulaştırabilecek yegane araçtı. Aklın iyi kullanılırsa insana herşeyi kavratabileceğine inanmışlardı. İşte bundadır, antik zamanın insanlarından filozof diye bildiklerimiz çokcadır. Felsefe bugün için sahip olduğu sınırların çok daha ötesindedir. Matematik, geometri, fizik, kimya, güzel sanatlar, mühendislik gibi pek çok dalda öğretim ve soyutu algılatabilecek eğitim verilirdi. Sırrına bir türlü vakıf olamadığımız ve ağırlıklı olarak, ressam diye bildiğmiz Leonard da Vinci'nin de çağın ötesindeki mühendislik ve anatomi çizimlerinin, altın oranlarının ardında da geçmişin bu bilimsel arayış birikimini okuyabilmesi yatıyor olmalı.

Aklına bu kadar güvenen ve onu arayışlarıyla zenginleştiren sandaletli antikler, akıllarının ermeyeceği kadar sert konulara çarpınca çözümü "bizim aklımız ermediyse, onun da bir tanrısı vardır" kabulünde buldular ve bu uygulamayı sistemleştirdiler. Sonunda, nur topu gibi pek çok tanrıları oldu.

Kah aşka anlam veremediklerinde Afrodit yetişti imdatlarına kah içinde kayboldukları ama çok şey öğrendikleri gözyüzünü Zeus'tan bildiler. Giderek bitmez sandıkları okyanusları Poseidon'dan, ölümü Hades'ten sordular. Sıradan bir gözle tarihi anlatanların görmedikleri; tüm bunların parçadan tüme varım olduklarıydı aslında. 

Dolayısıyla Antik zamanların tanrı kavramını bizim anladığımız yaratıcı kavramıyla karıştırıp, onları şirke düşmüş insanlar olarak peşinen düşünmek de ancak düşünmeyen insanın işi olabilir. İçlerinde, tıpkı bu zamanın insanları arasında olduğu gibi yoldan çıkıp şarampole, akıbeti belli olmayan yollara savrulanları vardı elbette ama antik çağın aydınlanmacı, gerçeğin peşinden koşan insanı için tanrı, masadaki hesaplanmakta olan denklemin bilinmez değişkenleriydi sadece. Bugünün x, y, z'leri gibi.

Yaşamı, kendilerini içinde buldukları hali taklid ederek yaşayanlarla içinde gözlerini açtıkları şartlara ayaklarını basıp tahkikle, idraklerini bir sonraki basamağa taşımaya, varoluşu anlamaya çalışanlar elbette birbirinden ayrı dünyaların insanıdır. Hayat okuyanındır, anlamayı dert edinenindir; taş üstüne taş koymadan halen büyük büyük dedesinin diliyle konuşanların, "sebebini sorma, öyle kabul et" diyenlerin olamaz. Cahiliye döneminde Kabe'nin putlarına ihtimam edenlerin de tek gayesi dedelerinden miras aldıkları düzeni sorgulamadan korumak değil miydi?

Şimdi yazıdan başımızı kaldırıp dünyaya bir bakış atın. İlk haber bültenini izleyin mesela. Dünyadan son havadisleri öğrenin. Malum coğrafyalar için cahiliye döneminin bitip bitmediğine siz karar verin. Allah okuyanla, anlamaya çalışanla beraberdir. Taassup içinde, kafesin dışından bakanları taklit edenlerin Allah'la beraberliği ise sadece zandan ibarettir.

Cem TURAN

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder