26 Ağustos 2014 Salı

ÖYKÜ: DAVUT PAŞA'NIN EMANETİ


  Yer; Yıldız Teknik Üniversitesi’nin Davutpaşa yerleşkesi: Bir zamanlar Osmanlı Ordusu’na kışlalık yapan güzide bir mekan. Vakit; gecenin ilerleyen bir saati. 

  Güvenlik görevlilerinin artık aşina olduğu gibi; Orhan akşamın geceyle buluşmasına sayılı dakikaların kaldığı bir vakitte, kampüsün kapısından aceleyle giriş yapmıştı. Orhan bunu, kafasında yapmak istediklerinin verdiği sıkıntı ayyuka çıkıp uykusunu alıp götürdüğü zamanlarda yapmaktan geri kalmaz, soluğu fakültedeki odasında alırdı. Zifiri orman karanlığındaki biricik bir ateş böceği gibi, koskoca kampüste odasında yaktığı ışık, penceresinden küçük ama geceyi yarmaya yeter hareler yayardı bahçeye.

  Çiçeği burnunda bir asistandı, Orhan. Üniversitede görev yaptığı ilk yarıyılını henüz tamamlamıştı ama sanki emekliliğine gün sayan kelli felli hocalar gibi hissedecek kadar benimsemişti okulunu. Duygusal bir bağ kurmuştu bu binayla, adeta evi gibi bilmişti; gündüz bin telaşın yaşandığı, geceleri ise kulakları sağır edecek kadar sessizliğin vınıltısını yayan bu mekanı.

  Tipik bir Anadolu çocuğuydu, Orhan. Kara, hafif kıvırcığa çalan kısa saçlarıyla altında, aynı porselen takımının parçasıymış gibi uyumla yay çizen kaşları, görende pek de hormonlu market mutfağından beslenmediği izlenimini uyandıran, kan damlarcasına sağlıklı, hafif dolgun yanakları üzerinde, kanatlarını açarak havada asaletle süzülen kırlangıç kuşuna benzer, değişik ama asla yabana atılamayacak bir anlam yüklüyorlardı yüzüne.

  Çalışkandı; üniversiteyi Ankara’da birinci olarak bitirmiş, Yıldız’a da ilk sıradan girmişti ama Orhan’a sorulduğunda, bunun hiç de önemi olmadığını hatta aldığı mühendislik eğitiminde içine sinmeyen çok şey olduğunu söylerdi. Ona göre mühendislik; ezberlemeyi kaldırmaz, yorumun ise olmazsa olmaz olduğu çok özel bir alandı. Konu ne olursa olsun, “Bilmiyorum!” dememeliydi, bir teknik insan: Bildikleri ile anlamlı bir yorum ve tahminde bulunabilmeli hatta tıkanınca “destekli atabilmeliydi” kendince. Halbuki; dönüp geçmişe baktığında, artık hatırında yer tutmayan ne de çok şey ezberlemek zorunda kalmıştı, bugüne dek.

  Ocak ayının karla karışık soğuğunda, duman duman nefesini havaya savura savura, oldukça geniş kampüsün içinden fakültesine doğru, sanki akademik formasyona sahiplermiş gibi imalı imalı kendisine bakar halde ansızın karşısına çıkan köpeklerle karşılaşmaktan haz etmediğinden olacak, koşar adım yokuşu tırmandı ve daha emin bulduğundan her zaman tercih ettiği yemekhane yoluna girdi. Kafasında, günlerdir bir çıkış yolu bulamamaktan dolayı ruhuna darlık veren projesini bu gece bitirebileceğine kendini inandırmaya çalışan telkinler uçuşurken, gözleri yol boyunca sıralanmış eğitim binalarının pencerelerini yokluyor, içinden umutsuzca “uykuda, uykuda, uykuda…” diye sayıyordu. Neler vermezdi, bir pencerenin önünden geçerken “uyanık!” demek için. “Hani; bilim zaman, mekan dinlemezdi? Bunca pencereden hepsinin mi sahibi uyuttu odalarını, kendisi gibi çözüm bekleyen soruların hepsini bitirdiler mi, mesai saatiyle birlikte?” diye hayıflandığı bir anda, hiç âdeti olmasa da birden yoldan çıkmış halde, orta bahçede buldu kendini.

  Orta bahçe, etrafı Osmanlı zamanında, kışla olarak kullanılmış, tarihi taş binalarla çevrelenmiş, içinde, geceleri daha bir heybetli duran çok sayıda ağacın serpiştirilmiş halde bulunduğu hoş bir yerdi. Neyseki; etrafı aydınlatan lambalı direkler vardı, aksi halde; tam tepeye çöreklenmiş ayın sahne spotu gibi yere düşürdüğü ışıktan cüsseli gölgeler kazanarak çıkan çam ağaçları Orhan’ın içine ürküntü salmak için yeterliydi.

  Yol boyunca kendini oyalamak için giriştiği, uykuda pencere sayma işini, orta bahçenin gece bile güzel görüntüsü ile tam unutmaya meyletmişken, Orhan yanlışlıkla bir şeyi ezecekmiş refleksiyle birdenbire duruverdi. Görünürde hiçbir şey yoktu; okula gitmekten vazgeçip geri dönmeyi düşünüyor olamazdı. Böyle karar değişiklikleri, Orhan gibi inatçı kişiliklere göre değildi: Hiç üşenmemiş ve soğuk gecede yine kalkıp gelmişti.

  Tempolu, hızlı yürüyüşünü aniden kesen duruşunun nedeni çok geçmeden anlaşıldı: Orta bahçedeki, ay ışığını bölen bir ağacın gölgesi tam olarak bastığı güzergahtan geçerek, alanın ortası sayılabilecek bir konumdaki, etrafı demir çitlerle çevrili çukurlukta son buluyordu. Garip olan ve Orhan’ı durduran ise; bu gölgenin olması gerektiği gibi bir karartı değil, ışıl ışıl parlayan bir ışık hüzmesi gibi olmasıydı. Böyle olmamalıydı, bir gariplik vardı. En azından, bilim öyle diyordu.

  Genç asistan etrafa bakındı, bu parlak ışıklı desen gölgesinin mantıklı bir açıklaması mutlaka olmalıydı. Fakat; nafile, bulamadı. ”Tam da Fen Fakültesi’nin önünde fennin, fiziğin hezimete uğradığı bir an yaşıyorum!” diyerek kendisine eğlence çıkarmış çocuk keyfini kattığı bir gülüş patlattı, mırıltı halinde. Yerde uzayan giden şekle alıcı edayla baktığında, göze benzediğini fark etti.

  “Himm, sanki uçan daire gibi… Yok yok, kalınca mum gibi… Anladım, göze benziyor… ” diye aklına gelen ve gördüğü şekle tercüman olabilecek ne varsa sayıp durdu, bir çırpıda. Sonunda; birden, ne kadar uzun takılıp kaldığını düşünerek “saçmalama Orhan!” diye kendisini bir güzel azarlayacakken, birdenbire aklına İstanbul’a yeni geldiğinde arkadaşlarının götürdükleri, Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nün Anadolu yakasındaki Otağepe isimli yer aklına geldi. Orada gördüğünün hala etkisindeydi, böyle gizemli konular oldum olası ilgisini çekerdi, genç bilim adamının.

  “Otağtepe!” dedi. “Orada da iki ağaç birbirine hiç kimsenin müdahalesi olmadan sarılmış ve Fatih Sultan Mehmet’in meşhur şahlanmış at üstündeki figürü olmuşlardı. Ağaçların kendisi yerine yerdeki gölgesine bakan ziyaretçiler, sanki Fatih yanlarındaymış gibi heyecana kapılıyorlardı…”

  Yola devam etmek için daha bir adım atmıştıki, geçmekte olduğu ak gölgeye bir kez daha baktı. “Ben bunu biliyorum, Dâd harfi bu, Dâd!” dedi. ”Bak, üstünde nokta da var, Arapça’daki Dâd harfi bu. Tıpkı Davutpaşa’nın Da’sı gibi!”

  Gerçekten de Orhan’ın tahmini doğruydu, ağacın nurani beyazlıktaki gölgesi, hergün önünden belki de sayısız insanın ne olduğunu merak etmeden geçtikleri, etrafı demirden korkuluklarla örülü, kesme taşlardan basamaklarla bir muammaya inen, orta bahçedeki çukurluğun üzerinde Arapça, dâd harfini çok berrak bir şekilde resmediyordu.

  Orhan’ın ağzından dökülen “…bu bir dâd…” kelimeleri sanki sırlı bir kapıyı aralamıştıki, birden bire çukurluk tümüyle aydınlandı ve heybetli bir ses “Sefa verdin meclis-i irfâna, bilim için uykusuz gözlerin hatırına, gel ve gir Dâr’ül hayrâta!” dizelerini, her biri yüreği titreyen bir bam teli kılacak kadar ustaca bir vurgulama ile söyleyiverdi. Orhan şaşkındı, korkmuştu, titriyordu. Karşılaştığı durum gerçek miydi yoksa arkadaşlarının, meslektaşlarının pek çoğunun derin uykuya daldığı ya da eğlencesinde, istirahatinde olduğu bu gecenin, ilerleyen bu dem saatlerinin üzerine çöreklendirdiği yorgunluk sonucu gördüğü bir ayaküstü hayal miydi, ayırt edemiyordu.

  Sonunda cesaretini toplayıp, çukura doğru yöneldi. Kimseler girmesin diye asma kilit vurulmuş demir, dizi ile beli arasında bir yüksekliğe sahip korkulukların üzerinden aşarak çukurun derinliğine inen basamaklardan ilkinin üzerine varmıştı bile. Adeta kendini hipnoz eden, o tılsımlı ses beyit beyit, davet eden ve karşı konulamayacak kadar ruha nakşeden sözlerine devam ediyordu. Basamakların sonunda onu, yakası kürklü ama gösterişten uzak sadelikte bir kaftan ve başının etrafını defalarca dönen bir beyaz kuşağın uçlarının iki yandan omuzlarının üzerine düştüğü, fazlaca uzun olmayan, alacalı bir sakala sahip, yaşlıca bir adam bekliyordu.

  “Gel, ey komşu. Biz de seni bekliyorduk, üzerimize yapılan ilim mektebinin kutlu âzâsı, gel buyur dostlar meclisine…” diyerek davetini yineledi kapının başında durup, yüzüne bir daha bakmazsan sanki kahrolacakmışsın gibi nurlu yüzün sahibi.

  Kekelemeyle karışık, çok da anlaşılmayan, daha çok mırıltı kokan bir renkte, “Peki ama siz kimsiniz?” diyebilmeyi başarabilmişti, Orhan. “Ben Dâvud!” dedi baştan ayağa beyazlara bürülü adam.

  Davut mu? Davut da kimdi? Orhan yaşadığı olayın inanılmaz sarsıcılığından bir an sıyrılıp “Yoo, yine bir ak sakallı dede hikayesi mi?” diye mırıldandı, zamaneliğini hatırlayıp hınzırlaşan bir çocuk edasıyla. Sonra silkelendi yeniden, akıbeti meçhul bir olayın birden bire öznesi olduğunun farkına varıp korkusu bir kat daha arttı. Davut, Davut, Davut… Hangi Davut olabilirdi, karşısında dikilen, ete kemiğe bürünmüş bu şahsiyet. Adam Orhan’ın endişelerini sezinlemiş ve “Ben Dâvud, senin Davutpaşa diye bildiğin bu mekânın hamisiyim.”

  “Hoppalaaa, buyrun buradan yakın!” diye geçirdi içinden Orhan. Tarih adına, okul hayatı boyunca öğrendiği ne varsa hızlandırılmış bir film şeridi gibi zihninden geçiyordu o an. Sonra birden her şey durdu. “Evet yaa!” dedi, delile götürecek ipucunu yakalamış bir dedektif edasıyla.

  İstanbul bir tepeler şehriydi; Nurtepe, Tepeüstü, Kartaltepe, Gültepe… İstanbul, aynı zamanda kapılar şehriydi: Topkapı, Edirnekapı, Silivrikapı, Çatladıkapı… Bahçeler diyârıydı bu koca kent: Hasbahçe, Hoşbahçe, Dolmabahçe… Peki, ya başka?

  Bir de paşalar medeniyetiydi İstanbul. Adeta parsel parsel bölüşmüşlerdi güzelden anlayan paşalar, adına yazılan şiirlerin haddi hududu olmayan bu emsalsiz iki kıta gerdanını: Mahmutpaşa, Küçükmustafapaşa, Kocamustafapaşa, HalilRıfatpaşa… Ve tabiki Davutpaşa!

  Tarihe meraklıydı Orhan. Teknik insanlarda pek de görülmeyen şekilde, ayak bastığı taşlar ya da dokunduğu bir cami duvarının taşına yüzyıllar önce de kendisi gibi birilerinin bastığı, dokunduğu düşüncesiyle bazen yolda giderken durup bakakalır, bir gün kendisinin de o an düşündükleri gibi tarih olacağını düşünür ve hüzünle heyecan karışık farklı hisler, uçurup götürmeyi başarırlardı onu. Evliya Çelebi’nin Seyahatnâmesi’nde okumuştu önceleri. Gerçi, bazıları Evliya Çelebi’yi hayal gücü kuvvetli, uçuk birisi olarak tanımlasa da Orhan için bir idoldü Çelebi ve yazdıklarına, son kelimesine kadar itibar ederdi. Orada okumuştu: İstanbul’un fethinden sonra, dönemin padişahı Fatih Sultan Mehmet savaş ganimeti olarak, fethettikleri İstanbul’un muhtelif beldelerini, savaşta yararlılık gösteren paşalarına dağıtmıştı. Paşalar bu bölgelerde hem mülkiyet hakkına sahiplerdi hem de idari olarak bölgelerinden sorumluydular. Böylece bu koca şehrin yönetimi zaafa uğratılmadan sağlanmış oluyordu.

  “Akıllıca!” dedi Orhan ve gözkapaklarını yerden kaldırıp gözlerini yeniden karşısındaki ibretlik şahsiyete dikti. “Siz, siz, siz… Siz Davut Paşasınız, buraların hamisi!” dedi. “Estağfurullah! Bizimkisi sadece emanetçilik. Ne mutluki, bu vakte kadar emaneti yanlış bir ele vermedik. Neler geldi geçti şu mahalden, ne aşklar yaşandı, ne cenkler edildi, bir bilsen. En son Devlet-i Âlîyye’de ordumuza yurtluk eyledi. Lakin hiçbiri, şu anki gurur ve bahtiyarlığımıza vesile kılmadı hâllerini.”

  Neydi acaba o hâl? Kendini birden gurur duyulacak bir dünyanın mühim bir temsilcisi olarak gördü. Koltukları hafif kabardı, yorgunluktan kamburlaşan omurgasını dikleştirdi. “Yoksa… Yoksa çağdaşlarımı bu kadar yerden yere vurmakla hata mı ettim, baksana, ecdâd bizden razıymış, tepelerine gelip şu kampüsü yapmış olmamızdan dolayı neredeyse elimi öpecekler.” Sonra yeniden su koyuverdi mağrur hali. Tapası çıkmış şamriyel gibi birden foslayıp yeniden, neredeyse parantez çizen kambur haline döndü. “Yok canım, okulu yaptık da neye yarar, akşam beşte ışıkları sönüp bilimi durdurduktan sonra!” diye mırıldanarak yine hafif depresif ruh haline büründü.

  Kapıdaki sohbetin daha fazla uzamasını istemeyip, içeride ne olduğu konusundaki merak ateşini bir an evvel söndürme güdüsüyle olacak, içeriye doğru hamle yaptı ve Davut Paşa da ona refakat etti. İçerideki manzara gerçekten görülmeye değerdi. Nar gibi; kapıda bir tane olan bu paşa görünümlü insandan onlarcasını, kapıdan içeri girince öbek öbek kümelenmiş, hummalı bir şekilde çalışırken buldu. Davut Paşa uzaktan takdim etti her birini: “Bu zât İbrahim Müteferrika, bu Ali Çelebi, bu Hazerfan Ahmet….” İbn-i Sinâ yı da kendisi tanımıştı, Orhan. “Kitaplarda resmedilenden daha yakışıklıymışsınız.” diye latife yapmaktan da geri durmadı.

  Davut Paşa, ansızın elinden tutup çekiştirerek beni geniş kemerli bir odanın köşesinde elinde divit, gevrek sarı kağıtlara koklar gibi eğik, bağdaş kurmuş halde bir şeyler yazan bir başka kimsenin yan minderine çöreklendirdi Orhan’ı ve “misafirin geldi” dedikten sonra ayrıldı odadan.

  Diğerlerine göre biraz daha çelimsiz gözüken adamcağız, hiçbir şey olmamışçasına önce diviti okka ili buluşturdu yeniden, sonra Orhan’a yakın gözünün üzerindeki koyu siyah kaşını yukarı kaldırarak, anlık çekim yapan bir fotoğraf makinesi gibi bakıp yeniden indirdi gözünün perdesini.

  “Sefalar getirdin Orhan!” diyerek belini doğrulttu. Adını biliyordu ve sanki daha önceden ahbaplıkları varmış gibi rahat davranıyordu. Orhan cetvel yutmuş gibi kaskatı, hareketsiz bir şekilde adama bakıyor, nereden ne şekilde tanıyor olabileceğini anlamaya çalışıyordu.

  Sessizlik yine adamın sesi ile yarıldı: “Benim adım İsmail. Abudülaziz İsmail bin Razzaz.” Orhan kesinlikle emindi, ne böyle bir isim duymuş ne de böyle bir adamın resmini görmüştü daha önce.

- Beni nereden tanıyorsunuz?

- Meslektaşlar birbirini tanır. Ben de bir mühendisim. Eb’ul İz de derler bana. Karaaslan’ın torunu, hükümdar Eb’ul Feth Mahmut’a tabi olarak Artukoğulları sarayında görev yaptım. Bugün sizlerin hala üzerinde çalıştığınız oyuncaklar gibilerini tasarladım. Tek farkla; 1200’lerde elektrik olmadığından benimkiler su ve mekanik mekanizmalarla çalışıyorlardı.

- Suyla mı?

- Evet, şaşırma o kadar. Su da elektrik kadar güçlü bir enerji kaynağıdır, eğer mühendisçe bakarsan.

- Peki ama adımı nasıl biliyorsunuz?

- İşte teknik insanların en büyük hastalığı. Her şeyi teroik olarak ilişkilendirmeye, sayılarla ifade edilebilir olmaya zorları hep. Halbuki, hayatta henüz insanın ölemediği başka enerji türleri de vardır.

- Yani benim adım size malum oldu, öyle mi?

- Öyle diyelim, aslında her şey senin duan ile oldu.

- Dua mı? Nasıl bir dua, ben sizinle ilgili bir dua bile edemem, çünkü sizi tanımıyorum.

- Şu uzun zamandır çalıştığın ama bir türlü sonunu getiremediğin projen. Projenin üzerinde nice geceler sabahladın, değil mi? Kâh umutvar oldun, güldün kâh yeise düştün.

  Orhan başını önüne eğdi sükut ederek:

- Dün sehere yakın, bitap bir halde masanın üzerine yığılmıştın. Terin ve gayretin duanın fiili kısmıydı. İşler hiç de iyi gitmediği için ağlamaya başladın, hıçkırıklara boğuldun derin uykudayken umum. Değil mi?

  Mahçup bir eda ile Orhan başını sallar gibi yaptı:

- Evet. İnsanın kendini çaresiz hissetmesi ne acı. Tüm bildiklerimi unutmuş gibiydim.

- Derya gibi ilim içinde katre kadar etmediğin düşüncesi. İyi yoldasın, bu ilmi pişiren düşüncedir.

- Sonra?

- İşte o ağlamaların ve niyazın ise kavli duan idi. Ve şimdi huzuruna çıkmaya memur olarak karşındayım.

- Estağfurullah, ne memuru? Ben kim, size amir olmak kim?

- Hakikat hiç de öyle değil. İlim, Hazreti Zülcelal’in sadece dileyene verdiği çok özel bir hazinedir. Dilemek de öyle kuru kuru olmaz. Sen gibi ter dökecek ve sen gibi salihane yakaracakki ihlası anlaşılsın. Eh, öylesine de, değil ben, âlem-i cihan memur olsa yeridir.

  Orhan iyiden iyiye duygu duvarları arasında savruluyordu. Az önce korku ve heyecan duvarındaydı, sonra mahçubiyete vurdu. Şimdi ise gurur, umut karışımı birşeyin duvarına adeta çarpılmıştı.

- Yani bana yardım mı edeceksiniz?

  Eb’ul iz latifeli bir şekilde devam etti:

- Eğer referanslarımı beğenir, beni işe alırsan.

- Aman Allahım, ne desem bilmiyorum. Ben bunu hak edecek ne yaptım?

- Sen en güzelini yapıyorsun: İlmi insanlık için diliyor, onlara hayırlı bir şeyler kazandırmanın endişesini yüreğinde duyuyorsun. İlmi kariyerin, etiketin için istemiyorsun. Bu bile seni çok kıymetli kılar.

- Evet, sizlerin gayretinizi bu topraklarda devam ettiremediğimiz için çok üzülüyorum, ne olur affedin, haklarınızı helal edin.

- İçindeki aşkı alevlendirecek işlere imza attıkça hakkımız sana ve sen gibi ilminin zekatını ödemekte gayretlilere helal olsun! Ben Şırnak, Cizre’liyim. Oralardı bilimin deryası 1200’lerde.

- Cizre mi? Benim çocukluğum oradan gelen can yakan haberlerle işlendi, hatırıma hemen onlar geldi.

  Bu kez Eb’ul İz, memleketinin adının böyle anılmasına üzülerek boynunu büktü ama fazla sürmedi:

- Yok değil, öyle bir yer hiç değil! Cevher çamura düşse yine cevher. Silince yine parıldar.

- Haklısın, buna ben de inanıyorum. Allah insanı öyle güzel yaratmışki, yeterki istemeyegörsün; dağı bağ, cehaleti âlimliğe çevirir, çorak bozkır gülistan olur.

- Hay ağzını öpeyim, ne güzel de söyledin. İlim önce kendini bilmektir. Mum olup etrafı aydınlatabilmek, bunun telaşını duyabilmektir. İlim ehlinin suya sabuna dokunmama lüksü yoktur. Aklının ve ilminin yettiği her alanda gayret içinde olmalı.

- Ben sizi hatırladım şimdi, bir kitapta okumuştum. Hükümdara otomatik abdest alma robotu, sarayda siyafet sofralarına servis yapan robotlar.. Bunlar sizin eseriniz değil mi?

- Eyvallah, bukunları hükümdarım emriyle tek tek el yazmamda topladım.

- Biliyorum... Lakin o el yazmalarını sayfa sayfa yırtıp Almanya’ya kaçırdıklarını da okudum. Bırakın ilminize varis olmayı, eserinize emanetçi bile olamadık.

- Neyse, gel şu projeni bir açıver bana...

...

  O gece, orada öğrendiklerinden anladıki; bilim hiç durmazdı. Bilim adamlığı bir meslek değil, bir yaşam şekliydi. Eğitimle desteklenirdi ama asıl nüvesini belki de doğuştan gelen kişisel özelliklerden alırdı. Ertesi sabah baktığında sessizliğe gömülü, etrafı korkuluklarla çevrili, orta bahçedeki o çukurdan geçilen odada soluduğu, insanlık tarihinden bu yana pişirilen bilimin kokusu, ciğerlerinin derinliklerine kadar inmişti. Oradaki insanların hiçbiri, toprak üzerindeki fakültelerde, eksikliklerinden her daim şikayetçi olduğu imkanlara sahip değillerdi. İlkel düzeneklerle insanlığa çığır açacak buluşlara imza atmışlardı. Asıl gurur duyulacak şey, buydu ve kendisinin şikayetçi olduğu güya olumsuzluklar, o insanların imkansızlıkları karşısında ne de şatafatlı şeylerdi. Kendinden utandı Orhan, hem kendisi hem de çağdaşı olan, ağız dolusu ünvana sahip olup, bilimi mâşuk olarak görmemiş, aşkının ateşine düşmemiş, bilimi insanlara fayda verebilmek telaşıyla yaşamamış, yaşatmamış, öğrencilerine ezberleyip yutan hafız muamelesi yapmaktan öte, idealler uğruna yaşamak güdüsünü vermek gibi bir derdi bulunmayan meslektaşları adına.

  Ve o günden sonra her fırsat bulduğunda, daha çok koşup geldi üniversiteye. Proje beklemezdi, tamamlamanın huzuru her şeyden önemliydi. Böyle geçti yılları, Orhan’ın ve öğretim üyesi olduktan sonra da bu geleneği, alışkanlığı öğrencilerine aşıladı. Şimdilerde ise geceleri bir başka güzel oluyor kampüs. Ateş böcekleri gibi yanan pencerelerin ardında gece gündüz maşukunu arıyorlar bilim aşıkları.

  Artık Davutpaşa’nın semasında geceleri sadece ağaçlara gölge veren bir ay yok. Artık tüm ihtişamıyla ışık saçan, beyaz gölgelerini yeryüzüne düşüren bir kocaman yıldız her gece aya eşlik ediyor.

Cem TURAN

Ocak, 2013

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder