27 Nisan 2015 Pazartesi

ANLAŞILIR OLMAK, BÜYÜK BAŞARI

Soru şu:

Eğer ormanda kocaman bir ağaç devrilse ama civarda kimse olmasa, ağaç devrilirken ses çıkarır mı?

Bilim adamları arasında "anlaşılabilir" olmanın gerekliliğine vurgu yapmak için kullanılan, ünlü bir örnek.

Doğru yanıt ise şu: Hayır, ses yapmaz.

Nasıl olur, demeyin. Açıp sözlüğe sesin anlamına bakın: "işitme duyusu olarak algılanan his" diyor sözlük. Yani bir titreşimin ses olabilmesi için "işitecek" birilerine ihtiyaç var. Aksi halde ses değil, sadece bir basınç dalgasından söz edilebilir.

Bu örnekten maksat şudur: Alınamayan, anlaşılmayan, algılanmayan, alıcısı olmayan mesaj mesaj değildir; yazı yazı, konuşma da konuşma sayılmaz. Beyhude uğraşılardır özetle; eğer meramını karşıya aktaramıyorsa.

Tevfik hocamın kulakları çınlasın; iletişimin olmazsa olmazlarını sayarken verici, mesaj, ortak dil ve ortam ile birlikte alıcının da vazgeçilmezliğinin altını çizer. Hem insanlar arası sosyal hem makinalar arası sayısal iletişimde de bu gereklilik kendisini gösterir.

Şimdi alın bu örneği dilediğiniz yere uygulayın: İki kişi arasındaki bir etkileşimden, siyasete, öğretmenlik yetisinin değerlendirilmesinden bir yazarın yetkinliğinin izahına, bilimsel bir makaleden internette paylaşılan mesaja kadar herşey anlaşılabilirlik ile tartılabilir.

Karşınızdaki sizi ne düzeyde anladıysa, o kadardır anlattığınız. Eğer kitleniz sizi anlayabildiyse başarılı bir iletişim sağladığınızdan söz edilebilir.

Bazen daha karmaşık iletişim koridorları da oluşturulduğu olur. Bilgisayar literatüründe VPN denilen olay gibi; kitleye bir mesaj verilir ama kitle hiçbir şey anlamaz. Lakin farkında olmadan o mesaja taşıyıcılık yapar. Sanki kalabalığın içine döşenmiş gizli bir tünelden geçer ve gitmesi gereken yere ulaşır mesaj, kitleden habersiz.

Son verdiğim örnek, internet devrimiyle birlikte işinin piri enformasyoncular tarafından yoğun kullanılır oldu. İnternet cumhuriyetinin halkı farkında olmadan neleri alıp nerelere ne mesajları taşıdıklarını bilseler, internetin çok da sahipsiz ve özgürlükler diyarı olduğu konusundaki kabullenişlerini muhtemelen bir kez daha gözden geçirirlerdi.

Bu seviyede iletişim cambazı olunmasa bile, en azından kitlesi tarafından anlaşılır olmak, bir bilgi ve düşünce sunumcunun önceliği olmalıdır.

Daha da net ifadeyle; yeni dünyanın galibi anlaşılır olanlardır, derdini anlatabilenler. İster bireysel ister uluslararası alanda değişen pek de birşey yoktur, bu açıdan.

Cem TURAN

26 Nisan 2015 Pazar

BOŞVERMİŞLİKLE BÜYÜYEN TÜMÖR: ERMENİ DİASPORASI

İlkokul öğrenciliğimi daha dün gibi hatırlarım: Hafızama en fazla yer edenlerden birisi de değiştirilmiş haritalardı. Öğretmenim bir keresinde, Suriye'nin okul kitaplarında Hatay'ın Türkiye'ye değil Suriye'ye ait gösterildiğinden bahsetmişti. Çocuk aklımla, bu haber beni infiale sürüklemeye yetmişti. Nasıl olurdu da koskoca bir ülke bir başka ülkenin toprağını, gerçekle hiç ilgisi olmayacak halde karalayıp, nesillerinin beyinlerini yıkayacak kadar şuurdan ve akl-ı selimden uzak düşebilir. 

Çocuk aklımla ben, beyni yıkanan çocuklar büyüdüklerinde bu yalanı söyleyenlerin mahcup olacağını düşünürken; nasıl olur da kelli felli, koca ülkeleri yönetenler bunu düşünmekten aciz olabilirdi? Ben nereden bilirdimki; dünyanın kimi bölgelerinde değil akl-ı selimin, basiretin varlığı; insanım diye insanın yaşayasının gelmediği yerler; fanus içinde binbir gece masallarıyla halkını mışıl mışıl uyutmaya çalışan nice gaddar, geçmişte yaşamaktan geleceği göremeyen, tek derdi kendine taptırmak olan diktatörler varmış...


Öğretmenimin o haritayı göstermediğini anımsıyorum. Muhtemelen böyle bir haritayı göstermek, çarpılacak türden bir günah; daha da kötüsü, 80'lerin Evren'li Türkiye'sinde yasak sayılıyordu. Ermenilerin ve diğer; yaşanmış tarihten halen umduğunu bulamadığından, aldığı darbelerin acısına rağmen bir umut, kemirgenliği elden bırakmayan bilmem ne belaların uydurdukları tevatür, asparagas yayınların Türkiye'ye sokulmaması; sorunun bertarafı için yeterli sayılmaktaydı. Yurtdışında, içten içe ve organize bir halde kök salan, kulisler oluşturan, yer altında yuvalandıkları yerlerde gün be gün güç kazanan ve ellerinde yalandan başka malzeme olmayanlara karşı etkin bir karşı eylem geliştirmek bir yana, bunlara karşı koskoca bir ülkenin başını toprağa gömmesi ve kimsenin topraktan başını çıkarmamasının cebir yolu ile sağlanması, tercih edilmişti. Öyleki; bunlardan bahseden, Kars'ı, Ardahan'ı, Hatay'ı ayrık gösteren bir haritayla yakalanın hali doğrudan vatan hainliği olarak değerlendirilirdi, o haritayı basıp bütün dünyaya yayanlara karşı etkin bir koordinasyon kurulmadığı yıllarda. Boşverilmeliydi, yokmuş gibi davranılmalıydı ve öyle de yapıldı. Geceyarısı Ekspresi'nde olduğu gibi...

Merak etmeyin; tarihçi değilim, Ermenilerin bir kısmının iddiası olan ve her Nisan ayında ruhlara darlık verecek boyutlara gelip gündemimize giren bu meselenin doğruluğu yanlışlığı üzerine konuşacak değilim, yeterince sıfır bilgi ve fanatizmle konuşan var zaten ama tarihle ilgiliyim, her insanda biraz olması gerektiği gibi. Objektif olmalıyım, bu benim tarzım ve bilimin en genel eğitisi: Çapraz okuduklarım ve dinlediklerimin bana tek söylediği; bu ülkenin dedeleri de torunları da ne başkasının toprağına yukarıdaki örnekler gibi göz dikmiş, ne gördüğü halüsinasyonun etkisiyle entrikalara girmiş ne de değil soykırım, düşman askerine dahi canına kasdetmedikçe, tek kurşun atmamıştır. 

Bu değerlendirmem her türlü subjektif taraflılık ve duygusallıktan uzaktır. Delilim ise, Ermenistan tamtamlarının çalındığı Nisan ayının her 25. günü yaşanan diğer bir olay olan, Avustralya Anzaklar'ının binlercesinin onca yıldır ısrarla, onca kilometreyi üşenmeden katederek Çanakkale'de huşu içinde gerçekleştirdikleri şafak ayinidir. Anzaklar; düşman üniforması ile Çanakkale'ye çıkarma yapan dedelerine akşam olup silah sesleri kesildiğinde, bu ülkenin abide yüreklerinin gösterdiği insanlık dersinin, halen sırrına vakıf olamadıkları neden için gelip giderler.

Karşılığını görmediği pekçok insanlık dersi vardır buralarda yaşayanların. Onlarca yıl birbirine kırdırmak için uğraşı verilen Türk'ü, Kürt'ü ve diğerleri tek bir ruh ile tek bir kazanda pişti, asırlar boyu ve ortak bir insanlık kültürü doğurdular; dünyanın hemen hemen bütün dertlerine şifa. Onların anlamakta güçlük çektikleri bu değerleri ilk fırsatta da susitimal etmekten çekinmediler bir kısmı. Tıpkı; katliamdan kurtarılan Museviler'in ülkesinden bugün civarına yayılanlar ve keza Ermeniler gibi.
...

Görülmesi gereken gerçek; boş durmuyorlar ve her an çemberlerini genişletiyorlar. Her geçen yıl daha da yüksek çıkıyor sesleri. Boşvermişlikle, artık rutine binen olağan kınamalarla, onun bunun ağzından soykırım sözü çıktı mı çıkmadı mı diye kurdeşen dökmekten halen uslanmış gözükmüyoruz. Nisan'a girerken daralan ruhumuz mümkün olduğunca az ağzın ikrarıyla Nisan'ı atlattığımızda genişliyor ve unutup gidiyoruz, ta ki bir sonraki yıla kadar. Oysa öyle kin ile yoğrulmuş insanlar var ki; bugünün dünyasına ve medeniyetine zerre kadar bir üretim, katkı sağlamadıkları halde kafalarını hergün bu konuyla meşgul etmekteler. 

Bu yılki marifetlerini de izledim ibretle, taşıdığım his ise üzüntü. En büyük şiddet eylemi pasif şiddet: Fiziken bir etkiniz yoktur ama ruhen karşınızdakini daraltacak, sıkıntıya sokacak, stresle hata yapmaya azmettirecek nitelikte öyle cürümler işlersiniz ki; fiziki şiddetten ve hatta öldürmekten beter edersiniz karşı tarafı.

Her yıl karabasan gibi ülke siyasetinin gündemini işgal eden, her vatandaşının canını sıkan bu uru görmezden gelmek, her yıl dozu artan bir pasif şiddete maruz kalmayı peşinen kabul etmektir. İşte bu değildir, asırları savaşlarda tüketmiş olmasına rağmen, tarihinde boyun büktürecek insanlık suçu bulunmayan bu güzel ülkenin layığı.

Yapılabilecek o kadar çok şey varki: İnovasyon kazanını kaynatmalı birileri. Duygusallık yerine profesyonelce projeler üretilip en az işi bu boyuta getirenler kadar kararlılıkla uygulanmalı. Buyrun arşivleri açalım, demenin maalesef işe yaramayacağını düşünenlerdenim çünkü karşı taraf nicel gerçekler yerine bilişsel algı yönetimi üzerine stratejiyi ısrarla uyguluyor ve siyasetin etik dışı, çıkar-çıkar ilişkileri batağının da desteği ile bunda yol alıyor.


Uzunca bir mesajı birkaç saniyelik bir reklama dönüştüren dehşetcengiz zekaların, izleyeni sandalyesine oturtacak kurguları üretememesi düşünülemez, örneğin. Televizyonda izlediğiniz reklamları düşünün; on ila otuz saniyede bir kitleyi, belki de gereksinim duymayacakları bir konuya odaklayıp "almalıyım" noktasına getirmeye yoğunlaşmış, reklamcı beyinlerden söz ediyorum. 

İletişimin, enformatiğin, algı yönetiminin, bilişim dünyasının bu konuda üretebileceği muhteşemlikleri düşündükçe ve bunlardan uzak, karşıdakilerin insafına dayalı bir pasifliği hazmetmekte güçlük çekiyorum.

Tarihçiler arşivlere baksın; tamam ama onlar arasından çıkmamış mıdır zaten, bugüne kadar sahibinin sesi gibi hareket eden, gerçeklere zigzaglar çizdirenler. Kaldı ki, tarih bir bilim değildir yani kişiyi bağlayan katı disiplinlerden maalesef muaf görülebilmektedir. Bu durum ise herkesin kendi tarihini üretmesine neden olmaktadır. Gerçeklere ulaşmak için daha modern, daha analitik, daha sistematik yöntemlere gereksinim var; bilimi, bilişimi yoldaş edinmeli.

Üretip ekonomik refah için gayret içine girmek yerine lobilerle bir ülkeyi var kılmaya çalışan Ermenistan Ermenileri'ni içlerine düştükleri geçmiş kemirgenliğinden kurtarmak ve kindarlık ile ürettikleri cürümleri etkisiz kılmak mümkündür ve koca bir ülkeyi acziyet içinde, bin defa ölürcesine müteessir kılan kara Nisan propagandalarına devam edilmesine seyirci bırakacak kadar da zor değildir çözüm, inanın.

Bir konu nasıl algılanıyorsa, o konu hakkındaki doğru odur. Doğru ve hakikat eş anlamlı değildir. (Bkz. http://turancem.blogspot.com.tr/2014/09/gercek-olmayan-dogrular-ve-muhendisler.html ) Doğru gerçeğin algılanmış şeklidir ve kısmen veya tamamen gerçek olmayabilir:

Yıllar süren bu propagandaya konu olan bir tehcir; zorunlu göç. Her taşın altından işgalcinin çıktığı, ajanın hainin fink attığı, buna rağmen bir kurtuluş mücadelesinin verildiği, çoğunluk veya azınlık; hiç kimsenin mutlak bir can güvenliğinin olmadığı savaş koşullarında, doğru veya yanlış alınan bir kararla gerçekleşen, kitlesel bir taşıma olayı. Bir asır öncesinin teknik koşullarında yapılan ağır, emniyetsiz, riskli, uzun bir sürecin sonuçlarını (dez)enformasyonun usta elleri diledikleri gibi manipule edebilirler ki vakıa da budur.



Birilerinin o süreçte olanların, Naziler'in halen Yahudi kokan ölüm fırınlarından, gaz odalarından, Sırp kasabı Radovan Karadziç'in yaptıklarından, Amerika'nın üstün ırk sevdası öjenizim (eugenics) uğruna katledilenlerden, İsrail'in misket bombalarından, Beyaz adamın Afrika'daki marifetlerinden, Fransa'nın Cezayir soykırımından, Saddam'ın şiilere ettiklerinden, Esad'ın kendi halkına uyguladıklarından... bambaşka bir şey olduğunu söylemesi, göstermesi gerekir. 



Zorunlu bir yer değiştirme sırasında yaşananların ve asla istenmeyen, talihsiz yıkımların, kayıpların bir soykırım olarak gösterilmesi olsa olsa bir enformatik ilüzyon başarısıdır ve karşısında, aynı profesyonellikte bir karşı algı operasyonu olmamasından beslenmektedir. İşte bu, bizim büyük kusurumuzdur.

Birilerinin gerçekten birşeyler yapması gerek. Kapı kapı dolaşıp, hipnoz edercesine hakikati, bir kinin doyumu uğruna bir asırdır saptırılmış doğru algısına döndürenler karşısında, halen duygusal tepkiler vermek, birilerine "kabul etmek sana yakışmaz" veya "yok ya, o bizim kanka, söylemez o kelimeyi" türünden söylemler şimdi umarım size de garip geliyordur.

Sorunun çözümünün tarihçiler olmadığı aşikar olan konuda, ulusal bir meramı anlatabilmek yolunda ilgili uzmanlara başvurmalıdır artık devlet. Sosyoenformatik bir bilmece, herşeyden önce , bir kapı komşumuz olan ama geleceğin imarında esamesi okunmayan, geçmişin peşine takılıp oradan yıllar yılı tükenmeyen kinini tatmine kendisini adamış bir Ermenistan'ı rehabilite etmek, teknoloji ve enformasyonla yeniden şekillenen hayatın günceline adapte etmek için yapmalıdır bunu devlet. 

Duygusal tepkileri, kınamaları, orada burada yürüyüşleri aşmayan pasif savunma modundan çıkıp, proaktif bir 1915 terapisti olmalı ve kapı komşusu olan Ermenistan'ı bu takıntılı ahvalinden kurtarmalıdır, Türkiye. Ermenistan'ı başımıza bunca derdi açan bir düşman olarak değil, istenmeden de olsa tehcirin, eğer bu denli canlara mal olan olumsuz sonuçları olduysa, bunun sosyolojik travmasından bir türlü kurtulamayan ve zaman içinde müzmin, kronik bir geçmişi yaşayan olarak kalan bir ülkeyi, ivedilikle ve uzman yöntemlerle kazanılması gereken bir komşu olarak görmelidir. 

Tıpkı İstanbul'da tanıştığım, ortak ve gayet etik bir yaşam kültürüne paydaş olmuş Ermeni asıllı vatandaşlarımız gibi; geçmişi geride bırakıp bölgemizin refahının ve huzurunun artırılması, kalkınması için çabaya ortak kılınmalıdır Ermenistan.

Şu an tanıklarının, aktörlerinin hemen hiçbirinin hayatta olmadığı, her iki toplumda da bambaşka canların, nefeslerin olduğunu bile bile bir kan davasına döndürülmüş bu psişik bozukluk halinden arındırılmalıdır, Ermenistan. Bilimsel kongrelerde, çalışmalarda, ticari ortak projelerde de artık görünür olmalıdır Ermenistan. On yıllar içinde Türkiye'nin bilinçaltına, rahatsız edici nifak öbeği gibi kazınan profilinden de kurtarılmalıdır Ermenistan. 



Ancak barışa yatırım yapanlar, üzüntüsünü dilegetirip acısını paylaşan muhatabını anlayıp mazur görebilenler, geçmişi kemirmeyi bırakıp birlikte geleceği şekillendirmek için çaba harcayanlar yarının dünyasında var olacaklar, şüphesiz. Fiziken bir toprak parçasına sahip olsalar bile, diğerleri zombice yaşarmış gibi yapacaklar. Varlıkları ya da yoklukları dünya için bir anlam ifade etmeyecek. Gözünü toprak bürümüş ilkel, ihtiraslı devlet modellerinin halen egemen olduğu ve bu yüzden huzursuzluğun, savaşların, ölümlerin bir numaralı adresi olarak bilinen bulunduğumuz coğrafya alanındaki insanların cebine, Japonya gibi küçücük ada ülkeleri, ürettikleri teknolojilerle girmeye devam edecekler.

Cem TURAN

21 Nisan 2015 Salı

ŞİDDET ÜZERİNE YANLIŞ OKUMALAR (4): MEKANİKLEŞTİKÇE ARTAN ŞİDDET

Henüz okuduğum bir gazete haberi ile yeniden irkildim ve bir kez daha toplumca birbirimize söylediğimiz "Kadına şiddet" yalanını ifşa etmek konusunda güç buldum. Konu başta siyaseten iyi bir prim toplama aracı olmasından mıdır nedir, toplumun pekçok kesimi bu yalanın içinde ya şuursuzluktan ya ince hesap peşinde olmaktan suyu bulandırıp yüzmeye çalışıyor.


Hazır, pankartçıgiller her an her yere döşedikleri şablonlarından Özgecan Aslan'ın ismini de modası geçtiği için silerek yeni bir malzeme karalayıp meydanlara dökülme hazırlığı içindeyken döküvereyim eteğimdeki taşları; hak bildiğimi söylemekten geri durmayayım:

Özgecan Aslan'ı da varlık nedenleri olan kargaşa ortamlarını oluşturmaya malzeme edip, gündem oluşturan, "Aaa, kuşa bak kuşa" deyip dikkati başka yöne çekenler bilmeliler ki, benim bu yazıyı yazdığım anda bile nice kızlarımız var; evinden çok uzakta okuyan tacize uğrayan. Lakin sıkılarak söylüyorum ki taciz eden kızlarımız da çok, öyle sözler dökülüyor ki ağızlarından edeben kızarmamak mümkün değil. Ancak kör gözün görmek istemediği; öyle delikanlılarımız da var ki taciz edilmekte ve dahi taciz etmekte. Keza çocuklar var, büyüklerce taciz edilen ve büyükler var daha reşit bile olmamış KIZ ve ERKEK çocuklarınca taciz edilen, tartaklanan, yaralanan, öldürülen... Yaşlılar var gücü yerinde olan KADIN ve ERKEK gençler tarafından zulme uğrayan, onursuzca ağır muamelelere maruz bırakılan...

Özgecan'a sahip çıkışın samimiyeti ve ruhunu şad ediş; bir tarafı zalim bir tarafı mazlum olan her kötü muamelede, hatta bu tür olaylar oluşmasının engelleyici; polisiye değil, sosyolojik becerileri olan sosyal bir toplum olunabilirse gösterilebilir. Düşünün; kim bilir kimler şu an yalnızlığa mahkum edilmiş koca Anadolu'da, kim bilir kimlerin ayağı şu an kaymak üzere ya şiddete ya uyuşturucuya ya bilmem ne belaya. İşte gerçekten şiddete bir duyarlılık varsa onlara sahip çıkarak, elden tutarak gösterilir; İstanbul'un veya Ankara'nın bilmem hangi elit caddesinde, yakaya rozet takıp ele pankart tutuşturmakla değil.

Merhume Özgecan kardeşimden örnek veriyorum çünkü tribünlere oynamayı sevenlerin veya bundan bile bir çıkar devşirme içsizliğini gösterenlerin son sermayesi oldu maalesef. Neden? Çünkü bir bakan çıkıp dedi ki; "Özgecan'dan dolayı idamı yeniden konuşalım." Sanki idam çözümmüş ve o kurtulunmaya çalışılan hastayı bu toplum üretmemiş gibi. Reklamın kötüsü olmaz; bu yeterli bir ateşti, fitili yakmak için. Bakanımızın mensubu olduğu hükümetin dışında kalan ana muhalefetinden radikal uç gruplara, ne kadar zümre varsa bir anda sahiplendi Özgecan'ı, dert belliydi: "Bu ön reklamı yapılmış yeni gündem sermayesi için bakana teşekkür ederiz ama biz bu rantı yedirtmeyiz, haydi meydanlara..." Sonucunu biliyorsunuz.


Oysa hatırlar mısınız bilmiyorum, Özgecan olayından yaklaşık bir hafta sonra, sözünü ettiğim tribün amigolarının deyimiyle; bir "Kadına şiddet olayı" daha yansıdı haber bültenlerine. Allah rahmet eylesin, merhume bir kadıncağız, adli tıp raporlarına göre; kuytuluk bir yerde diri diri yakılmıştı. Bu olay haber bültenlerini aşarak hiç pankartlara yansımadı, neden? Çünkü bir fotojenik ses, bir siyasi, bir ünlü adını zikretmedi de ondan!

Özgecan'dan daha mı değersizdi onun canı? Hayır, asla! Kadın mı değildi? Hayır, asla! Yeterince vahşice, içine yaratıcı bir tarz katılıp mı öldürülmemişti? Hayır, asla! Farkı; "önemliler" zümresinden kimsenin ilgisine mazhar olmamasıydı sadece. Böyle birisini kim ne yapsın, velevki kadın olsun. İşte gerçek gözlükle baktığınızda göreceğiniz "Kadına şiddet" duyarlılığı!

Bugün gördüğüm ve işin faili ile aynı; insan diye anılan ırka mensup olmaktan ötürü utancımadan, kaçıp gireceğim bir delik aradığım haberin başlığı: "Bebeğim üçüncü kattan düştü dedi, tuvalette boğarken yakalandı!" Detaylarına giremem ama düşünün: Kendi canından olan bir yaşındaki bir yavruyu tuvalete sokup ağzını ve burnu elleriyle kapatıp boğarken, içeri giren ekiplerce yakalanan caniyi ve tüm müdahalelere rağmen kurtarılamayan masum canı. Kadından şiddet!

Cami kapılarına bırakılan, öldürülüp çöp konteynerlerine atılan, geç evrede kalbi durdurulmak suretiyle düşürülen sayısız bebek... Kadından şiddet!

Trafik kuralına uymadığı için kendini durduran trafik polisinin kulağını ısırıp koparan da bir kadın!

Sadece son bir kaç aya dönüp bakın: Çocuğunu öldüren anne, annesini öldüren 13 yaşında çocuk! Yaşlı babasını darp eden oğul, oğlunu çatıdan atan baba! Ne ararsanız var... Neden? Çünkü topyekün bir şiddet artışı var toplumda. Mekanikleşen, yalnızlaşan, elektronik iletişimi gerçekle ikame etmiş, ruhunun derinliklerinde kanamaya başlayan yaralara merhem olacak bir ses ve dokunuş bulamamış insan sayısı alabildiğine artıyor. 


ŞİDDETİN KADINI ERKEĞİ, ÇOLUĞU ÇOCUĞU YOK: Toplumun her kesimi daha çok şiddet üretiyor ve gerçekleri görmek istemeyenlerin fotojenik kınamaları, şiddetin kıyısında gezen ve acil uzman yardımına ihtiyaç duyanlara yeni ve denenmemiş yöntemler için ilham kaynağı oluyor.

Ve öyle yanılsama ve hezeyan yüklü bir konu olduki şiddet, sosyalciler "Caceyli calacula da cumburceyli capcup" gibi anlamsız yuvarlak sözlerden daha fazla katkı sağlamadıklarından olsa gerek; devlet denilen kurum şiddeti önleme stratejisi geliştirmede, arabayı sürekli kayalara çarpmaya devam ediyor: Kadın sığınma evleri açtı. Bu öncelikle sadece kadını konu almasından ötürü, kadın için ne incitici bir durum. Sonra farkına vardı, yanına başka nesneler ekledi, olmadı misafirhane dedi...

ŞİDDET KONUSUNDA ÖZNE SEÇİLEMEZ: Tüm bu yazdıklarımdan tek meramım var; şiddetin öznesi olmaz. Özneyi baştan seçmek büyük bir ayıp ve hatadır. Sayılara bakmak dururken herkes kulaktan kulağa yayılan haberlerle pişiriyor kendisini. Okumayı sevmiyoruz, araştırmayı, derin düşünmeyi ve bunun yerine kahve köşesi veya onun muadilinde yapılan dedikodulara kanaat ediyoruz. Bu durum hiç değişmiyor; okuma bilmezinden profesörüne; düşünceyi gayret ile elde edilen bir araştırmadan damıtıp hakikati aramayı sevmiyoruz!

Sevseydik bilirdik, önceki yılki devlet rakamlarına yansıyan Türkiye şiddet verilerini:

Kadından erkeğe şiddet vaka oranı: Yüzde 49,00
Erkekten kadına şiddet vaka oranı: Yüzde 51,00

Hiç de tahmin ettiğiniz, duygularınız kullanılarak algılarınız çarptırılarak yüklendiğiniz hayal gibi değilmiş, değil mi? Bütün kadına şiddet tamtamları, sadece yüzde ikilik fark için mi çalıyor?


Ama kulağa hoş geliyor, iyi duygu sömürülüyor: Kadına şiddet...
Geçen yıl bir üniversite öğrencisinin evdeki kediye yaptıklarını anımsadım. Tarifi bile mümkün olmayan bir hastalık. İşte o da insandan hayvana şiddet.

Lüks konut veya bilmem ne yapacağız diye şehrin ciğerlerini fidan fidan moloz kamyonuna doldurup imha edenler: O da insanın doğaya, yeşile şiddeti.

Hastanede doktora şiddet, doktordan hastaya psikolojik şiddet. Öğretmen öğrencisine şiddet ve en sık karşılaşılanı da tehdit yüklü psikolojik şiddet, öğrenciden öğretmenine şiddet. Daha çok kısa bir süre önce bir öğrencinin öğretmenini öldürdüğünü unutamayız.

İşyeri  sahibinden çalışanına tehdit dolu psikolojik şiddet, çalışandan işyeri sahibine bazen pasif bazen aktif şiddet. Tam bir rassal ağ oluşturuyor şiddet olgusu yani; şiddet her yerde, herkesle. 

Hiçbir şiddet karşılıksız kalamaz, kalmaz da kalmamalı da. Şiddete uğrayan doğa nasıl intikamını acı bir şekilde alıyorsa, her mazlumun hakkı zalimden sorulmalı. Mazlumun gücü yetmiyorsa, devlet mazlum adına bunu sormalı. Ama özneyi en başta belirleyip önyargıyla; kadın veya bir başka özelliğe sahip olduğu için değil, mazlum ve gücü yetmediği için. Gücü yetmeyen mazlumların bazen başkalarının da olabileceği unutulmamalıdır.

Devlet gücü yetmeyenin şiddet görmesini engellemelidir. Bunu da polisiye yöntemlerle değil, sosyolojik yetkinlikle becermelidir. Cebir veya tecrit, ayrıştırma ile sağlanacak göstermelik huzurun gerçek olmadığı ve toplumda, ilerleyen zamanda ciddi başka fay gerilimlerini oluşturacağı açıktır.

Mekanikleştikçe, maddeleştikçe, bencilleşip yalnızlaştıkça şiddetin dozu da artıyor aslında. En büyük yalnızlık da kalabalıklar içinde olanı olsa gerek. Ayrıştırılmış, ötelenmiş olmak ve hissetmek, ikinci sınıf olduğunu düşünmek gibi bir sürü neden toplumda şiddeti tırmandırıyor. 

Şiddet yerine şefkati sinelerlere yerleştirmek de anneler yani kadınlara verilmiş çok üstün bir farklılık. O halde, şiddetin varlığında bu kör döngüyü nasıl açıklayacaksınız? 

Aydınlık toplumların en büyük sermayesi ilimdir. Sorunlar ilim yoluyla, eğitimle (öğretim değil), ahlaki dinamikleri yücelterek çözülmelidir, duygusal sömürü aracı olabilecek popüler eylemlerle değil.

Cem TURAN 

ŞİDDET ÜZERİNE YANLIŞ OKUMALAR (3): RGB, KÜME TEORİSİ VE BAKANLIĞIN AYIBI

Elektronik cihazlarda görüntü oluşturulmak için kullanılan yaygın yöntemlerden biri üç renkli palet kullanmaktır. Ressamın paletinden sadece kırmızı (R, red), yeşil (G, green) ve mavi (B, blue) olduğunu düşünün. Ressam bu üç rengi farklı oranlarda karşılaştırarak her türlü rengi elde edebilir. Monitörlerimizdeki görüntü de bu yaklaşımla üretilir. 


Eğer siz sadece kırmızı (R) boyayı kullanırsanız resminiz kırmızı olur ve gerçek renkleri elde edemezsiniz. Gerçek renkler ancak o paletteki tüm renkleri birlikte kullandığınızda elde edilir. Tıpkı toplumu meydana getiren kadın, erkek, çocuk, yaşlı, engelli, siyah, beyaz, alevi, sünni, Türk, Kürt, Çerkes... unsurların birlikte bir anlam ürettikleri gibi. Bunlardan birini diğerlerinden ayrıştırmak berbat bir TOPLUMSAL RESİM ortaya çıkarır. Bu kaçınılmazdır.

Küme teorisi diye bir mevhum vardır matematikte. Bir bilgisayar mühendisinden başka ne bekleyebilirdiniz, acı ama sosyalcilerin görmek istemediklerine dildar olayım: Hadi bunu konumuza uyarlayalım. Toplum bir kümedir:

Toplum = {kadın, erkek, çocuk, yaşlı, engelli...}

Yaşamın içindeki ahenk, huzur toplum kümesinin bu karışım oranında gizlidir. Oysa bunu idrak edemeyen güya sosyalcilerden bazıları, yetkin olmadıkları alanlarında üretemedikleri SOSYAL çözümleri telafi etmenin yolunu bu kutsi kümeyi parçalamakta, birilerini diğerlerinden ayırıp tecrit etmekte bulurlar ve şöyle bir durum oluşmasına neden olurlar:

Toplum = A U B (Toplum A kümesi ile B kümesinin birleşimidir.)
A = {kadın, çocuk, yaşlı, engelli...}
B = {erkek}

Malumunuz, bir bakanlığımız var: Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı. O da baştan beri kritik ettiğim bu sanal ve gerçek dışı algı rüzgarına kapılmış gözükmekte maalesef. Neden mi? Açtığı telefon hattının adı: "Alo 183: Aile, kadın, çocuk, özürlü, yaşlı danışma hattı" (erkekler danışamaz)


Yani tam anlamıyla yukarıdaki A ve B kümeleri olarak toplumu ayrıştırmanın karşılığıdır, bakanlığın olaya bakışı. Güya şiddetin yegane müsebbibi olan B kümesini Toplum kümesinden çıkararak dertsiz, sorunsuz bir A kümesi elde etmeye çalışıyor. Halbuki (Toplum - B <> Toplum) toplumdan B çıkarılarak elde edilen şey artık toplum denemez. Daha problemli, eksik, ayrışmış, genetiği bozulmuş, gerilim yüklenmiş ve tabi yapısından uzaklaştırılmış, antisosyal bir koloni elde edilir, çok çok. Ve unutulmamalıdırki; ötelenen daha çok gerginleşir ve daha çok şiddet gösterir.

Sosyolojik bir olay, matematikle ancak bu kadar anlatılabilirdi herhalde. Hiç değilse, politik ve yuvarlak değil, dobra dobra gerçeğin formülasyonu oldu.

Garibime gidiyor; bu tespitleri benim yapmam, bunca sosyal uzman dururken. Bu denli şiddetin sosyal kütlesini artırıcı bir stratejiye kim, hangi akıl tutulmasıyla karar vericileri azmettirir, bilinmez. Aslında bu kusurdur, toplumu ak kara, bin türlü paydaya sürekli ayrıştırarak şifa bulmayı uman ama bir türlü buldurmayan hastalık. 

Dolayısıyla yıllar içinde bu çarpık algı da toplumun sosyal genetiğine yerleşir ve kabul görür. İşte size yeni bir hastalıklı bakış. Bir hakim önüne KADIN ve ERKEK çıktığında kim 1-0 öndedir? Aynı hakim önüne bir ÇOCUK ve ERKEK çıktığında? Ya ÇOCUK ve YAŞLI ya da KADIN ve ÇOCUK? Hani adalet tarafsız olmalıydı, ön şartlanmamış olmalıydı?

DARASI ALINMAMIŞ BİR TERAZİDEN DE ÖNYARGILARINDAN ARINMAMIŞ BİR TOPLUMDAN DA ADALET BEKLENEMEZ.

Herhalde beni yeterince topa tutacak düşman kazanmışımdır bu yazıyla. Ne yapalım, doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlarsa. Bu benim doğru bildiğimi söylememe mani olamaz. Enformatik devrimler yapmadan, ilişkilerimizi yeniden tanımlayarak islah etmeden, devlet aklı "gaza gelip" ateşe barutla gitmekten ve toplum bizzat şiddet eğilimi taşıyanlara yeni ilhamlar verecek gösterilerden vazgeçmeden asla sulh ve huzuru bulmuş, medeni bir toplum olamayız. 

Bu konular üzerinde çalışmak ise yüzlerce tünel, köprü, kentsel dönüşüm projeleri yapmaktan ağır ve maliyetlidir maalesef. Ancak derdimi anlayan ve gereğini yapabilecek erdem ve dirayette insanların konuyu ciddiyetle ele alacaklarına da inanıyorum.

Cem TURAN

20 Nisan 2015 Pazartesi

GEÇMİŞİN GELECEĞE TAKMALARI VE MİMAR SİNAN ÖRNEKLEMELERİ

İnovasyon, gelişme deyip bugünün insanının dehasına övgüler yağdırırken ve insanlık tarihi zincirinin en son ve en parlak halkası olarak takdim ederken, karşılaşılan bazı örnekler algılarımızın gerçekleri okumak yerine kimi zaman görmek istediği yönde kendini çalıştırdığını ispat eder niteliktedir.
...


“Takmak” fiili birçok farklı anlamda kullanılabilen zengin bir eşsesli kelime. Benim bu yazıda kullandığım anlamı, belki de bazılarınızın aşina olmamasından ötürü, tarife muhtaç olabilir: Çocukluğumdan bir anlamdır, takmak ile kastettiğim. Bundan onlarca yıl önce, belki de Anadolu’nun pekçok yerinde olduğu gibi; İstanbul sokaklarında çocukların en revaçta oyunları olan  misket, kenarları yuvarlatılmış mermer taşlarıyla oynanan “kaymak taş”, buna malzeme edilen ve çocuk dünyasında paha biçilmez değerdeki ezilmiş gazoz ve kibrit kutusu kapakları, TipiTip gibi şekerli sakızların içinden çıkan renkli resimli kağıtlar gibi bir sürü küçük nesne ile büyük mutluluklar yaşanırdı, hayal zengini o dönemin masumiyetinde. Her kim misketini veya taşını, diğer arkadaşlarının önünde bir yere atmayı başarırsa koca bir mutluluk çığılığı atar ve “Taktım!” derdi: Geçmek, birisinden daha iyi iş çıkarmak demekti çocukların özgürce oynadıkları geçmiş dünya sokaklarında, takmanın anlamı. 

Bu açıklamamı geçmişin küçük şeylerle mutlu olan, sosyal çevre oyunları ile tanışmış, özgür çocukluğundan bugünün dört duvar arasında saksılarda yetişen, sosyal ilişkiye giderek yabancılaşan, teknolojiye tutsak çocuklarına not düşmek istedim.

Ben de yazım süresince bu anlamıyla kullanacağım takmayı: Görünen o ki geçmiş geleceğe, bütün yenilik ve teknoloji söylenceleri içinde çok kötü “takmış” durumda. Diğer bir ifadeyle “az gittik uz gittik, dere tepe düz gittik ama bir arpa boyu yol gidemedik” durumunu andıran, limoni mayhoşlukta bir halin tarifidir, bu. Hani masallarda denir ya; geriye dönüp bir de baktık ki; bir iğne ucu yol değilmiş, aldığımız; hiç olmazsa bazı alanlarda. Gelişmişliğin zamana göre türevi her zaman artıda kapatmıyor, tuzsuz bir ifadeyle.


Sadede geleyim: Yakınından sık sık geçtiğim bir günümüz yapıtıdır, Atatürk Olimpiyat Stadı. Olimpiyat evsahipliği hayalimiz malum altyapı sıkıntılarımız nedeniyle bir süre için tehir olunca; arada bir hatır için maçlar yapılır ise de genellikle boynu bükük, tenha, koca bir tesis görünümündedir. Özel güvenlik görevlileri sürekli bekler civarında ama neyi niye beklediklerini belki onlar da bilmez. Şu sıralar Beşiktaş tarftarları arada bir şenlendirse de genel olarak bir hüzün hakim, kim bilir ne büyük paralara dikilen bu devasa yapıya. Ünlü mimarların,  Fransızlar’dan bilmem kimine kadar marka isimlerin ürünü olarak lanse edilen yapının sahiplenilmemesinin nedeni; sağlıklı oyun oynanmasını mümkün kılmayacak şekilde “yönetilmemiş” rüzgar olarak söylenegelir. Mimari tasarımda bölgede hakim olan kuvvetli rüzgarlar dikkate alınmamıştır.


Bir de şunu dinleyin: Üsküdar’da Kuşkonmaz Camii olarak bilinen, 1580’de Şemsi Ahmet Paşa tarafından Mimar Sinan’a yaptırılan bir cami var. İlk gördüğümde şaşırmıştım; gerçekten kuşlar konmuyor ve avluyu, çatıyı kirletmiyorlar. Sebebini anlamak için biraz derinleşmek gerekiyor, öyle yüzeyden anlamak ne mümkün? Bundan yüzlerce yıl önce, öyle ince hesaplarla yer tespiti yapılmışki; tam şehrin üzerinden geçen kuzey ve güney rüzgarlarının kesişme noktasında, yani kuvvetli bir tirbülans hareketinin tam ortasında inşa edilmiş. Dolayısıyla kuşlar konamıyor ve hayır sahibinin muradı doğal yolla yerine getirilmiş oluyor.

Tabiatı bir amaca uygun yönde kullanabilecek donanımı geliştirebilirliğe, biz deha diyoruz. Dolayısıyla, her biri ayrı bir hesabi mucize, yaşından daha fazla mimari şaheser ortaya koyan Koca Sinan için gözü kapalı söylenebilecek bir sıfattır; dahilik. Yazının devamında Sinan için yaptığım bu değerlendirmeme hak vereceğinize inanıyorum.
...

9 Eylül 2009’da İstanbul’da önemli bir sel felaketi yaşanmıştı. İkitelli ve Basın Ekspres Yolu olarak isimlendirilen yol kesiminde tırların küçük birer oyuncak gibi yitip gittikleri, çok sayıda trajik can kaybının yaşandığı oldukça büyük bir felaketti.

Sorumlu olarak gösterilen, yol boyunca uzayıp giden tarihi Ayamama Deresi’ydi. O kadar tarihi ve civarında yaşamın odaklandığı bir dere ki; yakınında dünyanın en eski yerleşimlerinin bulunduğu arkeolojik alanlar ve üzerinde Mimar Sinan’a ait 39 metre uzunluğunda 5,35 metre genişliğinde, üç göz kemerli bir köprüsü de bulunuyor. Bu köprünün biraz ilerisinde ise günümüz modern bilimsel eğitiminin “ürünleri” olan mühendisler tarafından tasarlanarak Karayolları Genel Müdürlüğü namına inşa edilmiş olan bir başka kemerli köprü.


Selde ne oluyor dersiniz? Bizim ulvi modernite ürünü Karayolları köprüsü tıkanıyor ve bu nedenle hemen yakınındaki tır garajında araçları içinde sürücüleri uyurken, oluşan selde tırlar alabora oluyor ve sürücüleri maalesef kurtarılamıyor. Oysa beş yüzyıl önce Sinan’ın kesme taştan yaptığı; tüm hürmetsizliğin tezahürü bakımsızlığına rağmen, yıllara meydan okuyan tarihi köprü ise suya geçit veriyor, sel oluşturmuyor. Geçmiş yine bugüne taktı!

İçine binler sığan Sinan yapılarında amfi, hoparlör, mikrofon gibi donanımlar kullanılmadan sağlanan müthiş akustikten veya Süleymaniye’deki gibi yazı yazmak için kullanılacak en kaliteli divitlik mürekkep isinin elde edilmesi için oluşturulan, akla durgunluk verici hava sirkülasyon sistemi ve sis odasından bahsetmiyorum bile. Siz hiç bugünlerde, amfiye gerek bırakmayacak kadar cürretkar bir maharetle yapılmış küçük konferans salonu bile gördünüz mü?..

Geçenlerde, İstanbul Beyazıt’ta  Avrasya Enstitüsü binası olarak kullanılan Sadr-ı Esbak Seyyid Hasan Paşa Medresesi’nin önünden, yetişme telaşıyla acele içinde geçerken duvara çarpmış etkisi yapan bir manzara karşısında, yol ortasında çakılıverdim. 1700’lerin zarif taş işçiliğinin izlerini taşıyan kiremit rengi ağırlıklı binanın, Ordu Caddesi’ne bakan duvarının üzerinde, en az bina kadar zarif ve detaylara indikçe binayı geride bırakacak seviyede, taş oymacılığının doruğunun eseri olduğu her halinden belli bir kuş sarayı ile karşılaştım. İçine halen kuşlar girip çıkan, gerçek bir saray olan detayın bir benzerini güncel donatıların hangisinde görebilirsiniz? Geçmiş, sanat ve teknik açısından üzerimizden silindir gibi geçer de esamemiz okunmaz bile.
...


Henüz ortaokul çağlarımda Erich Von Daniken’in “Tanrıların Arabaları“ isimli, geçmişten mi yoksa gelecekten mi yazıldığını anlayamadığım ama fazlaca sıradışı bulduğum kitabını okumuştum. İçinde bir sürü çılgınca iddiayla birlikte, geçmişin uzaylılar tarafından şekillendirilmiş olabileceğine dair müthiş ifadeler de yer almaktaydı. Hatta yazar, daha da ileri giderek Maya İnka medeniyetinin tümüyle uzaylılara ait olduğunu çarpıcı görsel delillere dayandırarak uzun uzun anlatıyordu. Henüz birkaç yıl önce Maya takvimi bitti diye kıyamet için panik halinde hazırlık yapanları hatırlarsanız, bu düşünceye sahip insan sayısının hiç de az olmadığını görebilirsiniz.

Ancak bugünkü düşüncemin temelinde, Sinan ve benzeri ellerde hayat bulan, bu şaşırtıcı “ileriliklerin” gerisinde bugünün insanının kalmış olmasının tek nedeni olabilir: Güncel aklın fonksiyona ve maddi getiriye odaklı, sıradancı, şabloncu, özgün olmayan, kendini aşmak güdüsü taşımayan basit düşünce ve üretim kültürü ile ilgili bir durum sözkonusu. Yani; işaret ettiğim zamanla tekniksel gelişmişlik arasındaki ters orantı geçmişin ileride olmasından daha çok, bugünün geride kalmasıyla açıklanabilir.

Etrafınıza bakın ve bugünün ürünü olup bundan yüzlerce yıl sonraki nesillerin özenle muhafaza etmek isteyeceği özgünlük ve şaheserlikte hangi yapıtları sayabileceksiniz? Yoksa kutu gibi, dikdörtgenler prizması şeklinde, arı kovanı gibi küçük küçük pencerelere sahip, fabrikasyon beton kümeleri mi?

Taktılar; geçmiştekiler bize çok fena taktılar. Takıldık; sıradanlığa ve minimum beklentilere yanıt vermek üzere hayatlarımızı kurgulamaya biraz fazlaca takıldık. İnovasyon kelimesini, yeni moda bir sakız gibi çiğneyip durmayacaksak, işe önce ufkumuzun çıtalarını yükseltmekle başlamalı.


Cem TURAN

19 Nisan 2015 Pazar

KAHVALTI = KAHVE ALTI

Hep merak etmişimdir; öğle ve akşamları yediğimiz öğünlere zamanın adını verirken neden sabah yemeği yerine kahvaltı dendiğini. Biraz karıştırıp sebep olabilecek detaylarla buluştukça, önemli bir gerçeğin daha yeniden farkına vardım: Geçmişin kültürünü hazırlayan akılların bugünün insanından daha erdemli, daha geniş açıdan bakabilen birer ilim küpü olduğunun. Başka bir ifadeyle; eğer gelişmeyi hayat algısı açısından yetkinlik olarak alıyorsanız, zaman ile gelişmişliğin her zaman doğru orantılı olmayacağının...

Kahvaltının günün en önemli öğünü olduğu malumunuz, onda şüphe yok. Gün boyu vücudun ihtiyaç duyduğu temel enerji ve biyokimyasal gereksinimlerin çoğunun sağlandığı, güne başlangıç öğünü. Fakat diyorki ustalar; eğer bir kahvaltı sonrasında bir fincan kahve içmediyseniz, kahvaltı yapmış sayılmazmışsınız. Çünkü o bir fincan kahve, metabolik canlandırıcılığının yanında vücudu gün boyu her türlü dış etkiden koruyacak müthiş bir bağışıklık sistemi kalkanı oluşturuyor.

Belki de o bir fincan kahve gün boyu birkaç kez hemen her sağlıklı vücutta oluşan ve kanserin ilk adımı olan tümoral başlangıç hikayesinin, vücut lehine zaferle sonuçlanmasının bir sigortası. Metabolizmanızı hızlandırarak yağ oluşumuna ve dolayısıyla obeziteye önemli bir fren oluşturuyor. Beyinsel fonksiyonlarınızın daha etkin kullanımına yardımcı oluyor, sinaps denilen bölgelerdeki sağlıklı nörotik etkileşimin gereksinim duyduğu biyokimyasal dengenin oluşumuna katkıda bulunuyor ve saire saire...


Kahveden kastedilen Türk kahvesi veya çekirdek kahvesi. Hazır çözünen kahveler, üçü ikisi bir arada olanlar değil. Bunu öğrenmem biraz pahalıya mal oldu; meğer doğal kahve kalori açısından çok çok zayıfken, kilo yapmanın muhitine dahi uğramazken hazır kahveler ve özellikle yan eklentileri onlarca kat kalori ve kilo katkısı sağlıyorlarmış insana. Özellikle son yıllarda “daha pratik yaşam” için sunulan hepsi bir aradaların içindeki kansorejenler de cabası.

Şüphesiz, kahvenin yanında ayrılmaz bir ikram olan suyun da bir nedeni olmalı: Kahve bilinen önemli dehidrasyon (Dehydration, vücuttan sıvı ve ödem atma) görevi gören içeceklerdendir. Bu nedenle, vucudun kaybedeceği suyun peşinen yerine konmasında fayda var.

Önce geçmişi cehaletle suçlayıp, kendisini gelmiş geçmiş büyük bilgelerden sanan günümüz insanının dönüp dolaşıp geldiği nokta genelde geçmişin hakkını iade etmek oluyor. Her kim ya da kimler, adı ile müsemma “kahvaltı” ifadesini kültürümüze kazandırmış ise benden ve bizden çok daha derinlerde, şüphesiz.

Kahvaltı; kahve altı; kahvenin altından (önünden) yenen öğün. Eğer onu yediyseniz şimdi güzel ve çok şekerli olmayan, köpüğü üzerinde bir Türk kahvesinin tam zamanı. Derler ya; bir kahvenin hatırı kırk yıldır diye. Gerçekten de öyle; hem sizin insanlarla ilişkilerinizde hem hücrelerinizin birbiri ile olan ilişkilerinde...

Medeniyet dediğimiz olgunun mimarlarına hürmet dolu selamlar.

Cem TURAN

18 Nisan 2015 Cumartesi

FİLM TAVSİYEM: HUGO (2011, ABD)

Kitap ve filmler dünyasından maalesef sık sık bir öneri getiremiyorum. İstiyorum ki; bitirme anında okuyucu ya da izleyici, hayata bakışına dair yeni bir renk, olumlu, kişisel ama insani yönde gelişimine katkı veren bir tortu, hiç olmazsa dile gelebilecek bir anafikir çıkarabilsin. Ama nafile; çoğunun verdiği lolipop şekerinin damakta bıraktığı tat gibi sadece izlendiği an elde edilen, bilgisayar hüneri görsel efekt veya daha da azına sahip, fabrikasyon, değersiz ve mesaj endişesi taşımayan cinsten oluyor.

Hızlı yaşa genç öl  ya da bırak saçım dağınık kalsın ekolünün düşünmeyen, düşündüren şeyleri sevmeyen, düşünmekten adeta korkan ve televizyon ekranında bile bu neviden bir yapım olduğunda "zap" denen adı bile berbat işi yapanlar doğal olarak; beyinleriyle muhatap kıldıkları ve kendileri farkında olmasa da çok değerli ömürlerinden okumak veya seyretmek için ayırdıkları, geri gelmez zaman mukabili; düşündürülmek gibi bir beklenti içinde olmayıp, "canım herşeyde de bir mesaj aranmazki, bakıyorum işte" diyedursunlar, ben böyle düşünmüyorum. İşte bu nedenle uyguladığım filtreden, tavsiye edebileceğim türden işler biraz az çıkıyor.


Size çocuklar, gençler ve yetişkinlerin rahatça seyredebilecekleri bir film öneriyorum: Hugo. Düşünsel faydasının zararından daha fazla olduğunu düşünüyorum. Birinci Dünya Savaşı ertesinde Paris'in kendine münhasır, büyülü entelektüel sosyal çevresinin savaş sonrası aldığı yaraları sarmaya çalıştığı, buharlı lokomotif dönemi. Hikayemiz de insanların bu şartlar altında kültürel, sosyal sığınma ve yeniden bir kültür olgunlaştırma mekanı olarak seçtikleri, büyük bir tren garında geçiyor.

İnandığı uğruna zoru göze alma, makinelerle hayatı özdeşleştirme, yılmama, sabretme, amacı için değişik çözümler geliştirme,, yaşamdaki varlık nedenini sorgulama, gözden çıkarmak yerine onarmaya odaklanma, özgüven ve idealler gibi pekçok konuda izleyene mesajlar paketlenmiş, bugünün standartlarına göre oldukça değerli bir film. 


Bu vesileyle yetişkinler familyasına da iki satır mesaj göndermek istiyorum: 

Dikkatinizi çektiğini umut ettiğim gibi; sizin de kendiniz adına seyretmenizi dilediğim bir film tavsiye ediyorum. İlk birkaç dakikasına bakıp "ha bu çocuk filmiymiş" diye önyargılı yaklaşmayın lütfen, sabırla sonunu getirin, yaklaşık iki saat süren filmin. Yeterki dünyanın bütün telaşını bırakıp izleyin, inanınki pişman olmayacaksınız.

Cem Turan

TEMBELLİĞİN GÖLGESİNDE ÖĞRETMEN VE EBEVEYNLER

Kültürümüze sızmış ve yetişkinler arasında su götürmez tembelliğin adeta bayrağı olmuş, söyleyenin ağzına biber sürülmesi farz olan, hastalıklı deyimlerimizdendir; "ununu eleyip eleğini asmak" veya "bizden geçmiş" olmak...

Gerçekten öyle olduğunu düşünen için yaşam son bulmuş demektir, en yakın asri mezarlıkta bulduğu ilk çukura bırakıversin kendini.



Yok eğer, kendisine başka herşeyden önce yapılan  "Oku!" davetinin gereğini yaşamak niyetindeyse insan; nefes aldığı her anı, kusurlarını doğruya dönüştürmek, eksiklerini tamamlamak, kendini değerce (önemce değil) aşmak ve bu sürecin bakiyesi olarak üreyen aydınlıkla insanların ışık görmeyen, loş kuytuluklarını aydınlatmak, oralardan yansıyanlarla da yeniden dolmak döngüsünü yaşamak için fırsat kabul etmeli.

Yazdığım on sosyal yazıdan altısı ya öğretmen ya anne baba konulu. Neden? Çünkü hata, fire affetmeyecek çok özel ve sorumluluğun en büyüğünü gerektiren uğraşılar da ondan. O kadar çok uğraşıyorumki işinin sırrına erememiş öğretmenlerle, çoğunlukla benim de o camiadan olduğum düşünülüyor ama değilim. Tahammül edemiyorum, "ben yeterince doldum" havalarındaki ebeveyn ve eğitmen olamamış öğretmenlere. Oysa hep birlikte bilgeliğe giden ve son nefeste biten bir yolculuğun yolcularıyız.


Çocuk ancak gölgeliğine sığındığı ağaçtan beslenen bir fidandır. Ancak öyle ağaçlar vardır ki; endamı görülür lakin içi kurtlarca kemirilmiş, koftur ve fakat kimseler görmez.

Mademki nefes alıp veriyoruz, o nefesin hakkını vermek durumundayız. Mademki annelik babalığa veya öğretmenliğe soyunduk, o işin de hakkını vermek durumundayız. Bunların mazereti yok, daha iyisi için çaba göstermek durumundayız.

Cem Turan

15 Nisan 2015 Çarşamba

SALLANDIRILAN KİTAPLAR

Nisan ayının ilk haftasında 21. Yüzyılın 15. kütüphaneler haftasını hep birlikte kutladık. Gerçekten kutladık mı bilmem ama geldi geçti sonunda.

Kütüphanede kitap okumakla bir başka mekanda kitap okumak arasındaki fark; bir filmi bilmem kaç boyutlu sinemada seyretmekle evdeki idare lambası kılıklı, minik televizyonda seyretmek gibi bir şey olmalı. Yani fark çok büyük!

Bu nedenle kütüphaneler asla modası geçmeyen, derinliği olan, atmosferi "hadi yeni şeyler öğren" diye her an tılsımlı bir şekilde uslara üfleyiveren, sanki bu dünyaya ait olmayan mekanlar. Bundadır ki; özellikle 16. ve 17. Yüzyılın her yerinden bilim fışkıran toplumsal sinerjisini giyotinler gölgesinde üretmeyi başarmış Avrupa'nın o zamanların izini taşıyan ihtişamlı, heybetli, mistik, şatafatlı... kütüphanelerini görmek, dünya dışı evrene açılan bir koridora bakmakla eşdeğer hisler uyandırır bende. Dünyada hiçbir şeyin ilimden daha yüksek mertebede olamayacağını haykırır gibidir yüksek tavanlı, kemerli, her biri ayrı sanat ve tarih eseri, altın yaldızlı kaç asırlık binalar. Dolayısıyla o toplumun bilgiye ve bilginin taşıyıcısı olan kitaplara verdiği önemin çok önemli bir göstergesidir, kütüphaneler.

Gelelim biz ve yine "şu muhteşem Türkler!" dedirtecek gerçeklerimize:

Kütüphaneler haftası boyunca Kültür Bakanlığı desteği ile çok güzel bir uygulama yapıldı ve nöbetleşe, ikişer üçer her gece şehrin farklı kütüphaneleri saat 22:00'a kadar kapılarını açık tuttular. Keşke daha sık olsa da insanları AVM'lerden koparıp hiç olmazsa akşam ve hafta sonları ayakları buralara alıştırılsa. "Biz müsait olunca kapanıyooo" diyenlerin bahanesi hiç olmazsa ortadan kalkmış olur. Kim samimi kim riyakar ortaya çıkar biraz daha. Hani mikrofon tutulup sorulunca "en son hangi kitabı okudunuz?" diye, kapağının yüzünü bile görmediği halde atıp tutan, sosyetik entellektüel bir kitle var ya, onları kastediyorum.

Biz de öyle yaptık. Eşim, kızlarımız ve ben haftanın son günü son nöbetçi kütüphanelerinden birinde yaklaşık iki saatimizi geçirdik. Çocukların mutlulukları ve kendilerini özel hissetmelerini, ailecene kütüphanede olan yeganeler olarak hissedebiliyordum. Kitaplarımızı aldık, masaya oturduk, uzun bir süre içlerine dalıp gitmiştik ki bir kadının avaz avaz avaz bağrışıyla irkildik:

- Saat sekiz oldu haydiii, toplanın şu kenara dolu gözüksün! Elinize birer kitap alın... 

Meğerse bir belediye kültür merkezi içindeki ilçe kütüphanesinde "okur" gözükenlerin bir kısmı belediyenin gönüllülerinden gençler değil miymiş? Hepsi toplandılar ciddi ciddi, aceleyle birer kitap ellerine tutuşturulanlar, birbirine yakın masalara oturdular.

Aynı kadın azarlar üslupta bir kez daha, bir kütüphanenin alışık olmadığı ve olmaması gereken, saygı sınırlarını hiçe sayan yüksek sesle haykırdı:

- Haydi, bak bir saat yapacaktık, yarım saate çektik. Hiç olmazsa yarım saat şu masalarda okuyun! Bak size de diyorum, gelir misiniz buraya!

Uzunca bir süre ısrarla söylediğinden başımı kaldırdığımda gördüm ki aslında bize diyormuş hazretleri. Kendileri kütüphanenin muhtemel müdireleri. Bulunduğu ortamın kabzımal toplanma yeri mi kütüphane mi olduğunu ayırt edemeyen bu kişinin talebini geri çevirip, nasıl mümkün olacaksa okumaya devam etmeye çalıştık.

O anda içeri profesyonel bir fotoğrafçı girdi. Bizim müdire hanımdan vecizlere devam:

- Bizi böyle topluca çek, onları da (bizi kastediyor) orada çekiver. Arkadaşlar yaklaşın, kalabalık gözüksünki Kültür Bakanlığı'ndan daha fazla ödenek alalım. Resimleri oraya göndereceğiz!

...

Yine bu hafta uğradığım bir başka kütüphane daha oldu. Az sonra anlatacaklarımın hiç olmaması gereken önemli bir kuruma ait olmasından ötürü neresi olduğunu söyleyemem.

Kütüphaneler haftası münasebetiyle kütüphaneyi süslemeyi düşünmüşler, sağolsunlar ama içeri girdiğim anda beynimden vurulmuşa döndüm: Kütüphanenin hemen her yerinde tavandan aşağıya ipler sarkıtılmış ve ne yapsalar beğenirsiniz? Ellerine geçen kitaba tam orta böğürlerinden matkapla ikişer üçer delikler açıp bu ipleri bir güzel geçirmişler. Gördünüz mü siz inovasyonu: Uçan kitaplar!


Bir iki üç değil, onlarca kitap! Sıradan insan dahi yapsa bir canlıya zarar vermiş gibi muamele görmesi gerekirken bu kitapları katleden, failler kütüphaneci!

İdam edilmiş, sallandırılmış kitaplardan birisinin adı dikkatimi çekti: Öğretmen olmak!

Gerçekten okul okumakla ne öğretmen, ne kütüphaneci, ne doktor ne bilmem ne olunuyor. Bünye önce ona müsait olmalı, kaldırabilmeli. Bir meslek herşeyden önce kişilik olarak uygunluk ister. Meslek tercihlerinden önce bu uygunluğu test etmek cürretinde olacak bir "eğitimli öğretim" sistemini halen sadece hayal ediyorum.

...

Yüreğiniz kaldırır mı bilmiyorum, peşisıra geldi. Bir örnekle de final yapalım. Bir süredir başlamak üzere olduğumuz yeni bir proje için ön araştırma yapıyorum. Ziyaret ettiğim yerlerden birisi de bir üniversitenin matematik bölümünün tarihi kütüphanesi. Bilgisayar bilimlerinin bu kadar tarihi bir kütüphanede ne yeri var, demeyin çünkü işin başı matematik ve matematik dünyanın en eski bilimlerinden. Aradığım kitapların ise basım tarihi 1970'ler.

Kütüphane görevlisinden bilgiler de aldım çünkü gerçekten kitapların hepsi tarih kokuyor. Ben bu kitapların daha yenileri ile neden takviye etmiyorsunuz demeye kalmadan memur söze atıldı:

- Oda bir şey mi, bir 40 - 50 yıllık kitaplara eski demeyiz. Şuradaki kitaplar 16-17. yüzyıldan kalmadır, başkaları da vardı ama maalesef alan getirmiyor!

Aklım dumurda ben şokta, kalan bir gıdım akıl; o da gitti gidecek! Memurun gösterdiği yer kapının ucu, ayak altı, sıradan bir dolabın açık alt rafı. Hiçbir koruma, tedbir, kim kaybetmiş de onlar bulsun. Elini at, 16. yüzyıl matematik kitabı elinde!
...

Aklıma dünyanın ilk robotlarını yapan deha mühendis; Şırnak, Cizreli Eb'ul İz'in el yazmalarının başına gelenler geldi: Kimseciklerin adını, sanını bilmedikleri, sibernetiğin öncüsü bu bilim insanının kitapları örneklerini verdiğim türden anlayışla "mahkum edildiği" kütüphane köşesinden bir Alman profesör tarafından kaçırılır. Paha biçilmez şaheserdeki her bir projenin birebir çalışan prototipini yapan, bunlarla bir müze açan profesör kitabı Almanca'ya çevirtip uzun yıllar üniversitesinde mühendisliğin temel başvuru kitabı olarak okutur.

Kitabı metreyle, koyacağı kütüphanenin bulunduğu odanın rengiyle uyumlu olacak şekilde seçen insanların olduğu, okurmuş gibi yapılan ve okunmayan, bilgiye ve onun muhafazası kitaba hürmet etmeyenlerin olduğu bir coğrafyada bilim ürer mi, ilerleme olur mu?

Bu kütüphaneler haftasının ardından bir kez daha anladımki gerçekten "çok çılgınız" biz, Türkiye'dekiler. Eğer kütüphaneler haftası böyle gelecekse bence gelmemesi daha hayırlı. Hiç olmazsa kitapların canı yanmaz, okuyacak bir el bulur belki. Çöpe atılmayı hiçbir kitap hak etmez, ona muhtaç bunca köyü, kasabası hatta şehri olan bir ülkede.

Cem TURAN

10 Nisan 2015 Cuma

BİR OKUL İNOVASYONU HİKAYESİ: BALIK BAŞTAN KALKAR AYAĞA

Yaşadığım ve hatıralarım arasına aldığım bir saptamamı sizinle paylaşmak istiyorum:

İstanbul'da bir ilkokul. Dün davetliydim, gittim ve bir seminer verdim. Seminerin hedefi velilerdi. Mütevazi yaşamlar sürdüklerini hissettiğim, Türkiye'nin hemen her yerinden güzelim Anadolu'nun neredeyse homojen bir karmasıydı karşımdaki insanlar. 


Malum, benim bir dilim var, külliyatım. En çok eleştiri aldığım yer olan; uzun cümlelerim. Kimisine karmaşık gelen bir aritmetiği olan ve cümlelerin ardına gizlenmiş olan mesajlarım. Dolayısıyla endişelerim vardı, anlaşılabilmekten yana ama onlarla yaşadığım zaman dilimi, endişelerimin ne kadar da yersiz olduğunu bana öğretti:

Tam iki saat süren anlatıya odaklanmış bir katılımla, büyük bir sabır ve ilgiyle takip etti anne veliler. Ben onlara bir adım attım, toplumca önümüzde duran ve aşılması gereken meseleleri kah hızlı ateşte piştiği için dışı yanıp içi pişmeyen yemeğe kah otobüs durağında asılı olan overlokçu, reçmeci, düz ütücü arayan ilana atıfta bulunarak arz ettim. Onlar ise bana misliyle karşılık verip ebeveyn olmanın fedakarane erdemini hissettirdiler. Ne verdiysem aldılar, daha fazlasını istediler aydınlığa, umuda aç yürekler ve yine inovasyonun asıl membağının öz sineleri olduğunu gösterdiler.

Bugüne kadar kim bilir kaç kez şatafatlı konferans salonları, üniversite, otel toplantı odaları, yönetim kurullarında konuşup kendimce bir projeksiyon tutmaya çalıştım dinleyenlere ki genellikle profesyonellere ve asgari üniversite seviyesine gelerek belirli bir entellektüel algıya sahip olabilmiş insanlardı onlar. Ama tüm açık yürekliliğimle itiraf etmeliyimki; dünkü iki saat kadar hiçbirisinin çıktılarının süratli ve büyük olduğunu görmedim.

İki saat sonunda özgüvenleri adeta şahlanan, insan olarak kendisinden beklenenlerin  ve yapabilme kapasitelerinin enginliğinin farkına varan izleyiciler, program sonunda sahnede etrafımı sararak, bugünün onlar için bir dönüm noktası olacağının ilk işaretlerini  verdikleri kararlarını benimle paylaştılar:


Kimisi bıraktığı yerden okumaya devam edeceğini söyledi, kimisi okumak için kitap sordu, kimisi çocuğunu bir maç bağımlısı haline getiren çevresel faktörlere savaş açıp öğrenmeyi seven bir birey haline gelmesi için çalışacağına söz verdi ve saire...

En güzeli de helallik istediler, benim gibi bir fakirden. Demek ki iki saat boyunca can havliyle anlatmaya çalıştıklarımı, benden onlara geçen bir hak olarak gördüler ve kıymete değer buldular. Her hallerinden anladım ki, söylediklerimi sahiplendiler. Bu, beni yoğun duyguya sevk eden ne büyük onur benim için. Ailelerine, çevrelerine dinlediklerini anlatmaya söz verdiler. İşte budur, kelebek etkisi! Ayırdığım zaman da tükettiğim nefes de hepsi helal olsun.

Onlar sergiledikleri bu ulvi hal dilleri ile bana öğrettilerki:

-Önyargılı olmayacaksın; almak isteyen mutlaka alır, sen merak etme.
-Asıl yenilikçilik ihtiyaç duyulduğu anda başlar. Bir eli yağda bir eli balda insanların arasında yenilik filizlenemez, yeni fikir üreyemez. Bilim sokakta, bilim hayatın gerçekleriyle hergün karşılaşan insanlarla beraber. Ütopik laboratuvarlarda, Aristokrat teknotratların tekelinde değil.
- Ve insanları seveceksin, o sevgini akıtacaksın kitabi sözlerinden önce. Kitabın dışına çıkacaksın; sözlerin sadece onlardan alıntıysa sen ilmi yaşamıyor, sadece okuyorsun demektir.
-Aydınlık ve ilim parayla pulla alınabilecek bir şey değil, ancak yürekle ve istekle edinilebilir.

Dünkü bu güzel öğretileriniz için hepinize teşekkür ederim, güzel insanlar.

Ve söz etmeden geçemeyeceğim: Meşhur atasözümüz der ya; balık baştan kokar. Öyledir lakin önermenin tersini gördüğüm bir adresti dün beni tüm misafirperverliği ile ağırlayan devlet ilkokulu: Balık baştan ayağa kalkar. Bir müdür ve beraberindekiler, eğer dilerlerse 50 yıllık tarihi bir okulun küllerinden ne müthiş bir inovasyon üretebilir, herşeyi baştan uca nasıl değiştirebilir; bunu gördüm dün. Okulun her köşesini, bilim sınıfını, fen sokağını.. gezdirdiler ve gördüklerim değme kolejin suni imajı değil, devlet-millet kaynaklarıyla vücuda getirilen bir gerçek. 

O kadar etkilendimki çocuk olsam o okulda okumak isterdim, evimiz yakın olsa çocuklarımı orada okutmak. Her zaman söylediğim gibi; idealist bir devlet öğretmeninin, bir devlet üniversitesinin yerini doldurabilecek hiçbir özel kurum düşünemiyorum.

Teşekkür ederim hepinize hem misafirperverliğinizle dolu dün için hem çocuklara hazırlamaya çalıştığınız gelecek için. Gerçek öğretmenlerle dolu, öğretmenin de öncesinde; "eğitmek" aşklarıyla içi ısınan okullarımızın sayılarınızın çoğalması en büyük rüyam ve dileğim. Okulları teknoloji ile donatmak değil marifet, bu deniz fenerlerine, kutup yıldızlarına; önder vasıflı öğretmenlere sudan, havadan çok ihtiyacımız var.

Cem Turan​

9 Nisan 2015 Perşembe

MÜZİĞİN ENFORMATİĞİ

Kayahan gibi aslana "miyav" dedirtip kediyi "pırr" diye uçurmak, Barış Manço gibi naneden limon kabuğundan girip ayılarla, eşeklerle, dedelerle ninelerle gönüllerde taht kurmak, Veysel gibi uzun ince bir yolda hayatı ve varoluş gerçeğini sorgulamak ya da Makber gibi ölmeden ölmeye empati yaptırtmak...

Bunlar ve bunlar gibi şaheserlerin ortak özelliği; değerler kazanında pekmez kıvamına gelinceye kadar kaynayıp çok zengin bir hayal gücüyle bezenmiş olmak.

Ve zamane: Bunların kıyısından dahi geçmeyen, ruhun değirmeni olan eğitim (öğretim değil) koridorunda adım atmamış şahsiyetlerin lakırdı ve tamtamla karışık vücut teşhirinden ibaret acınacak halleri.

Genelde olduğu gibi, bugün de müzik yapan ve sanat icra ettiğini düşünenlerin en yaygın sermayesi, şehir hatları vapurundaki bir cankurtaran simidi gibi; koltuklarının altından eksik etmedikleri, sözüm ona "aşk". Hiçbir kavramın içi günümüz şarkılarıyla bu denli boşaltılmış olmaz. Aşk hiçbir zaman bu denli ucuz bir anlam ifade etmez, birbirinden garip figürlerle ekranları bocalayan, pek çoğunun isimlerini dahi öğrenmeye fırsat vermeyecek kadar kısa ömürlü ellerde. Ama nafile; yine de aşk bugün ve gelecekte şarkı yapanların kullanacakları en popüler ve garanti fonlardan biri olmaya devam edecek gibi gözüküyor.


Diğer taraftan, müzik tarzı sizinle uyumludur veya değildir, bilmiyorum ama her biri birbirinden didaktik eserlerin sesi Orhan Gencebay da sesini duyurmak için kendini teşhir etme ihtiyacı duymadı.

Zeki Müren adını duyunca bıyık altından gülen üretmezler birer ikişer bir tek tortu bırakmadan toprağın sinesine girmektelerken, onun adı bir abide gibi halen ortada ve sanat güneşi unvanını halen alan olmadı. Kimsenin zoruyla değil, ürettiğinin değeriyle korunmaya örnektir Müren ekolü.

Müzik hanende ve sazendelerin birlikteliğinden ibaretti. Bugün ise görsel şovların gerisine düşmüş durumda hem sazlar hem de sözler. Bu durum ise aburcuburdan farksız, faydasız, obezite nedeni fastfood'lar gibi değersiz ve içi boş bir müzik anlayışını getirip gündemimize oturttu. Dinliyorsunuz ama "bana ne verdi?" sorusuna yanıt bulamıyorsunuz çünkü böyle bir misyon ve çabası zaten yok güncel müzik yapımcılarının. Onlar geçmişin müzik üstadlarıyla sahneyi birer ikişer terk ediyorlar, "Sarı çizmeli Mehmet Ağa", Cem Karaca'nın "Tamirci çırağı" türlerinin son örnekleri olacaklar belki; insana gerçek dolu bir daveti, hikayeyi bütünüyle aktaran.

Ruha şifa da olabilir müzik: Süleymaniye şifahanesinde yüzyıllar önce müzikle psikolojik rahatsızlıklara derman olmaya çalışılan mekanları ilk gördüğümde irkilmiştim, çağdaşı Avrupa giyotine fazla mesai yaptırırken.

En ileri öğreti tekniğidir müzik, halen bundan bihaber "öğretimci" çoktur. Oysa müzik çok iyi bir bilgi taşıyıcısıdır. Bir anahtarın üzerindeki girinti ve çıkıntılar gibi, beynin keşfedilmeye muhtaç, karmaşık dehlizlerine girip hafıza kapılarına tam olarak uyum göstererek açar, bilgiyi oraya nakşeder.


Hipnotik bir araçtır müzik: Bunu bir süredir keşfetmiş perakendeciler, market zincirleri ritimlerin sihirli formlarını sürekli olarak mağazalarında yayınlayarak müşterilerinin mantık filtrelerini bloke edip kendilerini kaybedip ihtiyaç gözetmeden daha fazla alışveriş yapmalarını sağlamaya çalışmaktalar.

Tasavvufta da müzikal ritimler önemli bir yer tutar. Namelerin ahengi, bir kudümün ya da neyden etrafa yayılan sesin frekansı sırlı bir tılsımdır; mesajı kalplere taşımaya vesile olan. Aşıkın maşuku ararken, takatsizliğiyle çıkardığı bir haykırışın tezahürüdür. Kalpten alınıp yine kalbe saplanan, anılan nam-ı şifanın alamet-i farikasıdır; nameler. 

Semazenlerin her adımıyla ritme karşı durdukları mevlevi semah gösterilerinin izleyenleri saran atmosferi yine musikinin gücüyle kurgulanmış özel etkinliklerdir.


Ezan da Kuran da yine benzer tılsımlı makamlarla okunarak paslı kapıları açılsın diye yağdanlıkla zorlamazlar mı? Devasa boyutlu kilise çanlarından çıkan tok ve net vuruşlara ne demeli? Sizce ne için? Ya da yine kilise ayinlerinde çalınan ve kendine has, içime hep ürperti veren organ sesi bir tesadüf mü dersiniz yoksa yine gizemli sırlar kitabından çıkmış stratejik bir hedefimi var?

İlahiler de sadece insan sesinin enstrüman olarak kullanıldığı yalın halleriyle çok daha iletkendir, yürekleri yumuşatan ve insana dünyadaki misafirliğini hatırlatan. Lakin zamane, kendine has makam ve usülde kapıların kilidini açabilecek şekilde tasarlanmış bu harikulade yapıtların bile "modernleştirmek" adı altında, tam anlamıyla suyunu çıkardı. Pop müziğe hatta rock'a dönüşmüş, frekansı ve genliği bozulmuş bu çerçöp piyasa işlerine ilahi demek mümkün değil ve ilahi felsefesinin tam zıddına zarar üretip duruyorlar, tahammül edilmesi güç, para kanama niyetiyle yapılmış fason işler.

Henüz gün doğmadan, gecenin ilerleyen saatlerinin karanlığında kuşlara bir haller olur. Hiç yakaladınız mı o zamanı, adeta senfoni gibi gaga birliği yaparak verilen kuş konserini dinlediniz mi hiç? Kesinlikle tavsiye ediyorum, insana büyük huzur verir.

Enformasyonun sırrını biraz çözebilmiş siyasi partilerin imdadına da yetişir, müzik. İşinin piri ellerde, bir melodik ritimle siyasi dengeleri altüst edebilir, aleyhinize olan halkın teveccüh tablosunu lehinize pekala döndürebilirsiniz. Söylemiştim ya; tesir altında bırakıcı önemli bir etkidir müzik yeterki bu gücü yöneten bir fareli köyün üstad kavalcısı olsun yanınızda.

Daha uzar da uzar bu konu. Ses ve ritim yaşam için vazgeçilmezdir. Cırcır böceklerinin organize işlerinden milli marşların aidiyet duygusunu arttırıcı etkilerine kadar her yerde melodik kriptolara rastlarız. 

Müziğe yüklenecek misyon zamanla daha da çeşitlenecek ve değişecek. Belki bilgisayar iletişimi doğal ritmik sesler üzerinden yapılacak bir vakit sonra ve siz müzik parçası dinlediğinizi umarken, atı alan bilgi Üsküdar'ı çoktan geçmiş olacak.

Cem TURAN