30 Ağustos 2014 Cumartesi

ETTİK BULDUK: UYUŞTURUCU NEDEN HORTLADI?

  Bu yazıyı yazmama neden, benim için çok değerli olan bir hocamın paylaştığı mesaj yüklü bir resim oldu. Yazdıklarıma geri dönüp bakınca aslında herkesin duymasını çok arzu ettiğim, en azından benim için önemli, hayata ve bu topluma yön verenlere dair bir not oluştuğunu görüp sizinle paylaşmak istedim.


  Hocamın paylaştığı resmi de yazıya ekledim. Dikkatle bakmanızı diliyorum. Bugünün dünyasında çok önemli ve azıcık duyarlılığı olup okuyan herkesin beğeneceği, oradan alıp buraya göndereceği, paylaşacağı türden şüphesiz.

  Fakat insan tuhaf bir yaratık; hangisinin doğru olduğunu sorduğunuzda aldığınız yanıtla aynı bireyin fiilen yaptıkları taban tabana zıt oluyor, genellikle. Bu yüzden, bugün olduğu gibi yarın da pekçok ebeveyn, çocuklarına maddi hediyeler yağdırmaya, bugünün kayıp anne babaları olarak çocuğun iç dünyasına yönelik yanıt ver(e)meyerek açtıkları gedikleri bunlarla örtmeye, kendilerini sürekli fiyatı olan maddi objelerle ifade etmeye devam edeceklerine de hiç şüphem yok.

  Sonuç; aza kanaat etmeyen, elindekilerle mutlu olmayı bilmeyen, gözü hep dışarıda, karnı tıka basa dolu ama gözü aç, ulvi bir hedefi olmayan, dünyaya neden geldiği konusunu bir kerecik kendine çıtlatmamış, başarıyı konforlu makamlar, ünvan ve statülerde arayan, tatminsiz insanlar yüzyılı.

  Uyuşturucunun değişik versiyonları ile, bugün bu denli hortlamış olmasına, ilkokul düzeylerine kadar inmiş olmasına şaşmamak gerekir. Çünkü hayali kurulan, elde imkan olunca edinilmesi umulan bir rüyası yok, ekseriyetle bugünün yavrularının.

  Devlet ve kolluk kuvvetleri ise halen bunun narkotik bir olay olduğunu düşünüyor. Bu kötü sürece yem olan zavallı bağımlıları yakalayıp duruyor. Emniyet güçleri uyuşturucu satıcılarını ve üreticilerini mesul tutup peşlerinden koşuyor. Bu iş, tam olarak şırıl şırıl boşa akan bir çeşmeyi onarmak yerine elde bez, soluksuz yeri kurulamaya çalışmaya benziyor.

  Oysa, sağlam yetişmiş, erdemli kişilikler bataklıktan geçseler dahi üzerini kirletme endişesi taşır ve pislikten uzak durmazlar mı?

  Bir bayram arefesinde, zar zor alınmış veya anne baba zor ikna edilerek aldırılmış yeni küçük kırmızı pabuçlarını, geceleri heyecanla yatağının başucuna koyup rüyalara yatan küçük çocuklar yok artık. Cesaretiniz var ise, masum, -yapan kolay kolay olmaz ama- elcağzınızla diktiğiniz bir bez bebek verin bugünün çocuğuna, görün neler olduğunu. Sahi, en şatafatlı oyuncağın yüzüne sizin evde kaç gün bakılıyor?

  Kah yokluğumuzun yerini maddelerle doldurduğumuzdan, kah kendi çocukluğumuzda edinemediğimiz şeylere dair içimizdeki yaraları, açlıkları çocuklarımız üzerinden, "hiç olmazsa onların olsun" güdüsüyle aşırı sağlayıcılığımızdan, alışveriş hastası olmuş, satın almayı stres atmakla özdeşleştirmiş ebeveynler ve onların kursiyeri çocuklar dolanıyor etrafta. Bayram günleri bile AVM denen ruhi bataklıklar yeni avlarıyla dolup taşıyor. Kimse alımında ihtiyaçlarını sorgulamıyor artık. Tehlike çanları uzun zamandır çalıyor: Şuursuzca tüketmek, bir kültür oluyor.

  İnsanın doğası, fıtratı önüne konan bir hedefe varma çabasını içinde barındırır. Bu, tatmin edilmesi, yaşanması gereken bir güdüdür. Geçmişte maddi yetersizlikleren ötürü sıkça yüzyüze kalınan ve doğal yolla yaşanan yoksunluk hissi, bir külah dondurmayı yalamak için özel bir anı kollayış veya okullar açılmasına rağmen, çok istenilen bir kalem kutusu için aile bütçesinin uygun olmasını beklemek gibi biraz yürek burkan hallerin insanın ruhi ve ahlaki gelişimi üzerinde tahmin edilemeyecek önemde, olumlu sonuçları vardır.

  Herşeyden önce, onun istemesine dahi fırsat vermeden, çocuğu istemeden üzerine yağmur gibi madde yağdıran anne baba, rüya kurmayı, hayal edebilme becerisini çocuğunun elinden alır. Çünkü herşey zaten eldedir, hayali kurulmaya ne hacet! Özel hocalar, kolejler, dershanelerin her türlüsünün emrine amade olan bir çocuk, bir gelecek için kendi kaynaklarını harekete geçirme güdüsünü nasıl geliştirsin?

  Bu durumu hep eski Türk filmlerine de yansıyan, köyden kaçıp İstanbul'da İMÇ çarşısının yolunu tutarak kaset yapma hülyasındaki gençlerin durumuna benzetirim ve öyle anlatırım genellikle. Başlangıçta çok masumca bir amaç vardı: Köydeki fukara ailesini kalkındırmak, içlerinde oldukları kötü maddi durumdan onları kurtarmak. Hesap tutup da genç keşfedilirse, bu bir yıkımın başlangıcı olurdu, hatırlayın bu filmleri:

  Bir süre başlangıç amacına hizmet eden davranışlar, sonra İstanbul'da "başı sokacak" bir ev, sonra araba. Sahne ışıklarının gücünü açtıkça iş başka mecralara kaydı: Yalılar, lüks jip ve araçlar, yatlar, gazino sahibi sevgililer, uşaklar... Ve bunların diyeti entrikalar, kirli ve ahlâksız ilişkiler..

  Masal bu ya, ki gerçeğin ta kendisi, anlatmaya devam edelim: Başta, ulaşılmaz gibi görünen, hayalleri süsleyen ne varsa artık hepsi eldedir ama insanın her daim meşgul edilmesi gereken, "nefis" dediğimiz iç motoru durmadan istemeye devam eder, tıpkı kazınan bir mide gibi: Ne verseniz, ne yeseniz daha fazlasını ister, tam bir obezite! Sonuç; hayatın maddi boyuttaki hedeflerini tüketmiş, önüne yeni bir "imkanım olursa şunu yaparım" gibi bir hedef koymaktan yoksun, servet içinde yüzme ve fakat insani güdüler karşısında tükenmişlik hali.

  Böyle bir insanın yeni oyuncağı olarak da uyuşturucu imdada yetişir. İçteki, "daha fazla ver" diye bağırıp duran ocağa bir yerlerden yeni odun bulup atmak gerekir ve uyuşturmak dışında başka bir yol kalmaz sonunda. Şimdi, özellikle son yıllarda neden uyuşturucu operasyonlarında ünlülerin sıkça yakalandığını sanırım anlatabilmişimdir: Ruhi tatminsizlik!

  Dur denmezse ve yaşam amacı, dünyadaki işgal edilen insanlık sandalyesinin mevcudiyet nedeni,  bu kişilere hatırlatılmazsa son durak, o edepsiz, aç gözlü iç ses karşısında takatsiz kalan insan için intihar oluyor, korkarım.

  Yeni mekanik anne baba rolleri ile peşinde koşarak ürettiğimiz bu dünyayı düzeltmek için kazandığımız paralar kâfi gelir mi, kârda mıyız yoksa zararda mı, onu da sizlerin takdirine havale ediyorum.

Cem TURAN

29 Ağustos 2014 Cuma

LİDERLİK, HOCALIK VE KİTAP

Bir rahip olan Mendel'in bezelye deneylerinden bu yana, durmadan devam eden laboratuvar çalışmaları, tıpkı bir sigorta kutusu gibi, insanın genetik şalterlerin indirilip kaldırılmasıyla programlanabileceği rüyası gören araştırmacıların elinde yapılageldi.

Bu arada; Mendel gibi din adamlarının bilime merakları ve kiliselerinde oluşturdukları laboratuvarlarında bilime katkı sağlayan, ilerlemesini tetikleyen çalışmalarda bulunmaları, Batı'da örnekleri sıkça görülen bir husustur. Özellikle onaltıncı ve onyedinci yüzyılda yaşamış ve bugünün bilimsel yönelimlerinin temelini atmış şahsiyetlerin çoğunda dini kimlikler bulursunuz.


Oysa inen ilk ayeti "Oku!" olan Kuran-ı Kerim'in dininin temsilcisi din adamlarımızın pozitif bilimlere olan mesafesi, tevekkülü tembelliğe kılıf bir kadercilikle karıştırmaları neticesinde, bizde örneklerine son birkaç yüzyılda rastlamadığımız, ibret verici bir tablodur, bu.

Batıdaki genetik bulmaca merakı, herşeyimizi genetiğe bağlayan doğuştancılarla çevrenin bizi şekillendirdiğini ve var ettiğine inanan yetiştirmeciler arasında, yılan hikayesine dönen tartışmalar sürüp gitmektedir. Çok şükürki, kazananı yoktur bu mücadelenin: İnsan ve davranışları ne sadece DNA'mızdaki genetik şalterlerle yönetilecek kadar mekanik ne de sadece varlığını çevresel koşullarla bağlayabilecek kadar sığ bir varlıktır. Her iki kuvvet bir araya gelerek canlıların yaşamsal yol haritasını oluşturur.


İnsanı mekanik gen şalterleri olarak tanımlamak için özellikle son bir yüzyıldır, büyük efor sarf eden araştırmacıların tezgahına liderlik konusu da geldi, şüphesiz. Eğer bir yolu varsa, genleri ile oynayıp mükemmel lideri üreterek toplumunu öne geçirecek kahraman bulunamadı henüz.

Gerçekten böyle kalıtsal bir ilişki var mıdır, liderlik vasıfları genetik olarak açıklanabilir mi?

Araştıranlar, beyin hacmimizle çetinceviz bir karaktere sahip oluş arasında birşeyler bulduklarını söyler gibiler. Bulunan insan fosillerine bakarak derlerki, eskiden beynimiz daha hacimliydi.O zamanlar daha saldırgan, istediğini alan bir genel karakteristiği varmış ataların. Giderek, medenileşme ve şehir yaşamına giriş beynimizin gelişimini baskılamış ve daha küçük kafalı, uysal insancıklar oluvermişiz, zamanla.

O halde, iyi bir lider biraz büyük kafalı olmalı. Küçük kafalılardan pek fazla kararlı, inatçı lider çıkmıyor galiba. Lider özellikler sergileyen arkadaşlarınıza ve dünya liderlerine bir de bu gözle bakın, isterseniz.

Bu zorlama bakışı, liderliğin genetik olup olmadığı tartışmalarını bir kenara bırakırsak, ben liderlikle yetişme sürecindeki çevresel koşulların da yoğun olarak şekillendirici olduğuna inanıyorum. Elbette, yeterince destekleyici delilim de var.

Peki ama liderlik nedir? Kim liderdir? Sudan ucuzmuş gibi, gelip geçen herkes lider demekle lider olabilir mi, gerçekten? Ne mümkün!

En karıştırılan iki kavram: Lider ve yönetici. Yönetici, önceden tanımlanmış bir menzil ve sorımluluklar listesi eşliğinde görev yapan kişidir. Gerçek bir lideri sınırlamak ise pek mümkün değildir. Akan su gibi, bir yolunu bulur ve kendi sınırlarını kendi oluşturur. Gem vurulmayı sevmez ve özgürlüğüne düşkündür lider. Elini attığı her işte kendine ait bir özgünlük vardır ve beraberindekileri zaman zaman sıkıntıya sokacak kadar öngörülemez olabilirler.

Liderlik güdüsü, yeryüzüne yol bulup fışkıran ve kontrol edilmezse, bir yol ve doğrultu kazandırılmazsa tahrip etme potansiyelini de içinde barındıran ve bu nedenle toplumlara, bulunulan ortamlara şekil verici bir karakter özelliğidir.

Bu kişiliklere uygun yön vericilere, zihnin ve ruh dünyasının bu müthiş güce paralel oranda hazırlanmasını sağlayacak üstad eğitimcilere ihtiyaç duyulur. Bu vasıftaki eğitimcilik öyle yoldan geçenle, KPSS sınavında başarılı olup memur olma sevincini her şeyin üstünde tutanlarla olacak bir iş değildir, şüphesiz. Çok özel, en az kendisine emanet edilecek özel kişilik kadar hayatı, varoluşsal dengeleri, sebep-sonuç ilişkilerini geniş bir perspektiften gören, onun bunun söylediklerinden veya doğduğunda kucağında bulduğu kimlikten ötürü değil, gerçekten araştırıp, merakını yenecek ciddi delilleri sırtına yükleyerek inandığı ne varsa tahkik ederek inanan, miskinliğin mahallesine uğramamış, Akşemseddin gibi ardından toplumun yeni liderlerini yürüten, huzurunda diz çöktürüp ilmin kutsiyetiyle doyuran hocalara ihtiyaç, ziyadesi ile var.

Öyle hocalardan geçen çocuklar ancak kitaba, kaleme hak ettiği ihtimamı gösterir, diğerleri için dünyevi bir amaca ulaşana kadar mecburen tutulması gereken, sonrasında çöpü boylamasında bir engel görülmeyen birer madde iken. Kitabın rahiyasını, kokusunu içine çekmeyi, içindeki muteber bir cümleyi tartacak hiçbir dünyevi değerin olmadığını düşünen, üzerine karalamaktan, yazmaktan, sayfa kenarının kıvrılmasından ve kırışmasından imtina eden, kaleme de o uhrevi ilmi nakşettiğinden, hürmette kusur etmeyen aydın insanı yetiştiren hocaya hasret, bu toplum için hava ve suya muhtaçlık kadar şiddetli.

İşte o öğrencilerle kurulacak toplum, değil bir kitabı fırlatmak, yere atmak, en kutsal emanet nazarıyla sahip çıkar düşünce ürünü, basılmışlara. Mağara duvarından, ceylan derisinden başlayarak yazı yazma eylemi ve dolayısı ile üretilen yazgı kutsaldır. Üzerinde ilim barındıran, insana atfedilen en güzel özellik olan düşüncenin ürünü bilgiye taşıyıcılık eden, insanlara öğreti içeren her materyal mukaddestir ve hürmeti fazlasıyla hak eder.


Böyle hocalar olmadığı içindir, bu toplumun acıları. Kendini bulamamış, kendinden iki beden büyük erdemde ve kişilikte, ilme bulaşık vakfolunmuş bir yaşam süren mihmandarı, hocası olmadığından, içindeki çağıl çağıl akan çağlayanları ehlileştirip insanlığa faydalı kılmanın yollarını gösterecek bir abid yoluna çıkmadığından, bu lider kişiliklerin çoğu ya terör örgütlerinde yol bulur ve liderlik ederler ya da toplumun anlamsız, sorgulamayan yaşamından kaçarak antisosyal ve uyumsuz olarak damgalanırlar, mutsuzluk girdabı içinde ölümü beklerler.

Şimdi etrafınıza bakın: Etrafınızda belki bir kapıcı çocuğu, belki kendi çocuğunuz veya arkadaşı, belki de siz. Bu lider tarifinde kendinizden neler bulduğunuzu irdelemeye çalışın. Belki toprağa gömdüğünüz ve unutmak istediğiniz ideallerinizi depreştirir bu yazı, kim bilir. Lider kişilik çoktur bizde, çoğu üzerine ölü toprağı örtülerek normalize edilmiş, vasatlaştırılmış, avam gibi davranmaya zorlanmış şekilde yaşam sürmeye çalışır.

Lakin aynı yoğunlukta, anlattığım türde hocalara, öğretmenlere denk gelir misiniz, şüpheliyim. Keşke "öğretmen" vasfını taşıyanların yüzde biri bu tarife uygun olsaydı, inanın toplumun bambaşka bir yerde olması için yeterliydi bu ama korkarım, değil.

Yüzyılda bir büyük liderlerin çıktığı gibi boş bir safsataya inandırmıştır kimileri. Oysa mahallelerimiz, köylerimiz gözleri parıl parıl parlayan lider adayı kaynıyor ve biz onları aptallaştırmaya, kendilerini bu ayrıcalıklarından ötürü cezalandırmaya, sabah dokuz akşam beş, memuriyet veya memuriyet gibi ücretli çalışanlar kervanına dahil edip emekliliği ve ölümü bekleyenlerden kılmak için var gücümüzle baskılıyoruz.

Ya kitap? Kitap olarak tarif ettiğim, öyle her kağıda geçirilip ciltlenen şey değil. İçinden irin akan, değersiz, okuyana göz yorgunluğu ve zaman kaybı, ruhi rahatsızlık veya en azından sıfır dışında bir tortu bırakmayan, hakaretin ve güncel popülarizmin doruğunda olup belki aylar belki de yıllar içinde kesekağıdı yapmak dışında hiçbir fonksiyonu kalmayacak kitabımsı, gazetemsi, dergimsi şeyler değil, kastettiğim. Bir sürahi gibi önce kendini doldurmuş adam gibi yazarın elinden çıkmış, okuyucusuna kana kana su ikram edip, bilgiye susuzluğunu gideren adam gibi kitaplar. Yüzlerce yıl sonra bile okunmaya değer görülecek türden yazıtlar. Tıpkı geçmişten gelen güzel örnekleri gibi.


Hatırıma Osmanlı'nın kurucusu Osman Gazi'nin, geceyi geçirmek üzere misafir edildiği odadaki Kitap'ın varlığından ötürü, hürmetsizlik etmek endişesi ile yatamayıp bütün geceyi uykusuz geçirdiği kıssası geldi. Boşa değil, bir imapartorluğun kurucusu olarak tarihe geçmek, mutlak bir nedeni var. Edebali gibi bir hocanın ürünü olmak, burnundan düşmüş bulunmak, böyle bir ağacın dibine düşüp yuvarlanan bir meyve olmaktan başka bir durum değildirki bu. Toplumlar, o toplumlara lider hazırlayan, ilmi hal diline çevirerek damıtmış hocaların eseridir.

Öğretene "hoca" deriz, biz. Gerek dini öğreten, bugünkü Diyanet topluluğu ve özellikle cami görevlileri. Gerekse okullarda, üniversitelerde beşeri, pozitif bilimler nazarıyla aslında hayatı ve içindekileri kavratma makamlarında bulunan öğretmen ve akademisyenler. Özellikle din görevlileri için bu sözüm. Hocalık makamının gereği, sadece beş vakit bir görev ifa etmekle yapılmış olamaz. Aydınlığın ve aydınlanmanın membağı olmalı, mahallenizin veya köyünüzün üniversitesi gibi kabul görmeli görev alanlarınız. Hal dilinizi okuyanın içine okuma ve öğrenme aşkı doğmalı, cemalinizden ilim akmalı halk için, elinizden kitap düşmemeli. Kah matematikle kah fizikle izah edebilir olmalısınız, inanmanın gerekliliğini. Eğitim camiasına zaten bunları söylemek, abesle iştigal olur. Korkarım abes dediğim şey, belki de zaruret olur.

Hatırlatmak zorundayım; bir gün mutlaka hocalık makamlarını işgal edenler de, bu çok mukaddes, ulvi, layığı ile yapıldığında derecesi çok yüksek, imrenilesi görevlerini ne şekilde geçirdikleri, ne düzeyde aydınlık saçıp insanlığa insan yetiştirdikleri konusunda sınava girecekler. Sınav ise ancak çalışanların zaferle geçecekleri bir kapı değil midir?

Haydi şimdi kaldığımız yerden devam edelim, bitmeyecek sandığımız hayata: Sahi, mesainin bitmesine kaç dakika kaldı? Bu yıl kaç lira zam verir hükumet?

Cem TURAN

28 Ağustos 2014 Perşembe

DÜRÜST OLUN, SİZ DE SORDUNUZ: EN İYİ TELEFON HANGİSİ?

Yüreğime darlık veren bir sorudur: En iyi bilgisayar hangisi, şimdilerde en iyi tablet, en iyi telefon hangisi?.. Bir yandan teknik insansınız ya, her şeyi bileceksiniz. "Bilgisayarla kahve nasıl pişirilir?" sorusuna sükut etseniz, "Ooo, siz de hiçbir şey bilmiyormuşsunuz" kabilinden bir bakışın iç gıcıklayıcı tacizine uğramanız işten bile değildir. Hani derler ya; konuşsam tesiri yok, sussam gönül razı değil. Zümrem adına bir kere de olsa değinmek istedim.


Teknolojik ürünlerde bu soru gündemde kasıtlı olarak tutulur ve bir pazarlama enstrümanı olarak kullanılır maalesef. Oysa çok anlamsız bir sorudur ve özellikle bireysel kişilik özellikleriyle topluma kendini kabul ettirmek, toplum içinde varlığını kişiliği ile anlamlandırmak yerine telefon, tablet, kıyafet gibi kişisel eşyalarının markasını sosyal bir statü göstergesi olarak kullanan insanların çokça olduğu toplumlarda halen çok işe yarayan bir alışverişe azmettirme sorusudur. 

İyilik izafidir, özellikle en iyisi olmak büyük yalandır. Bilhassa teknoloji alanında. Çünkü ben bu sözcüğü sarf ederken bile, birileri bir yerlerde, onun da daha iyisini ya geliştirmiş ya da eli kulağında, geliştirmek üzeredir. Dolayısıyla; böyle büyük bir süratle koşulları ve iyi olma tanımı değişen bir alanda, en iyinin peşinde koşmak da anlamını yitirir. 

Bu anlamsız güdü kışkırtmasını, son yıllarda eğitim sektöründe de görüyoruz: En iyi dil, en iyi bölüm, en iyi üniversite, kolej... 

Tüketim toplumunu oluşturmakta en vazgeçilmez, sihirli sözlerden biridir, "en iyisi" olmak. Sanal bir algı yönlendirmedir, illüzyondur. Bundandırki, marketlere küçük bir araba almak için girseniz, gaza gelip elinizde koca bir tır ile çıktığınız, çok olmuştur, itiraf edin. Halbuki istediğiniz bir tır değildi ama kendinizi kaybettiğinize şaşmamak gerek, pazarlamanın kompetanları karşısında. 

Oysa bir nesnenin, gerecin iyiliğini belirleyen, size sağladığı fayda miktarıdır. Bir başkası için en iyi olan sizin için pekala kötü olabilir. Telefon, bilgisayar gibi bir cihaz alırken bu nedenle "en iyi" rüzgarına kapılmak yerine ihtiyaçlarınızı tespit etmek, nasıl bir cihaza ve neden ihtiyaç duyduğunuzu kendinize izah etmektir, önemli olan. Teknik konularda ise, yukarıda açıklamaya çalıştığım eğilimin bir tutsağı olmamış, ihtiyaçlarınızı gözeterek size bir yol haritası çizecek teknik bir insandan yardım alabilirsiniz. Mümkünse, eğer bir teknoloji marketten bu alışverişi yapacaksanız, orada çalışan biri olmamalı. Tecrübe etmişsinizdirki, bu gibi yerlerdeki çoğu personel teknik olarak sizi bilgice doyurmaktan, alternatifleri konuya hakim bir şekilde karşılaştırmaktan ve sizin ihtiyaçlarınızı gözetmekten yoksunken gözü kara bir şekilde pazarlamaya odaklanmışlardır. Ne kadar lüksünü, büyüğünü, pahalısını satarlarsa o kadar pirim alacağı düşüncesinin bir kurbanı olabilirsiniz, bir anda. 

İnternet sitelerindeki "en çok satanlar" yaygarası da genellikle; aslında hiç satmayanları eritmek için düşünülmüş, hince bir pazarlamacı taktiği olarak kendini göstermekte, çoğu kez.

Gıda ve tüketim ürünleri satan diğer marketlerdeki durum da bundan farklı değil. Reyonların sıralaması, kasaların önünde çocukların saldırdığı abur cuburların bulunduğu, son öldürücü darbenin vurulduğu anlar. Çok satılan ürünler genellikle yukarıda, ulaşımı biraz güç olan yerlere konurki; ona uzanırken, altındaki raflarda, pek gitmeyen ürünler dikkatinizi çeksin.Aç karnına bir marketten içeri girdiyseniz, vay halinize! İstatistikler, ihtiyacınızın en az iki katı bir alışveriş yapacağınızı garanti ediyor. Hatta seçilen müzik... Şimdilerde pek çok markette çalan, enstrümantal ve insanlarda hipnotik etki uyandıran yeni bir icat tını yükseliyor hoparlörlerden, farkında mısınız?

Tüm bu anlattıklarımdan çıkacağı gibi; "en iyi" telefon en pahalı olan, model numarası en büyük olan, en son çıkan, en çok herkesin elinde gördüğünüz, internet sitelerinde "en çok satan" olarak gösterilmeyenlerdir, genellikle. 

Hangisini seçersiniz, bilmiyorum ama şundan eminim, sadece: Yeni telefonunuzu, bilgisayarınızı ve diğer teknolojik aletinizi aldığınız, elinize faturası tutuşturulduğu andan itibaren, doymaz pazarlama dünyası, müstakbel cihazınızdan çok daha "iyisini" size satmak için uğraşı vermeye başlamış olacaktır bile.

Kısaca; "en iyi" tarifinin ne yanıtı ne de bu arayışın sonu bulunuyor. Şimdi düşünün: Hangi araba hatta hangi semtte oturmak, "en iyi"?

Cem TURAN

26 Ağustos 2014 Salı

ÖYKÜ: DAVUT PAŞA'NIN EMANETİ


  Yer; Yıldız Teknik Üniversitesi’nin Davutpaşa yerleşkesi: Bir zamanlar Osmanlı Ordusu’na kışlalık yapan güzide bir mekan. Vakit; gecenin ilerleyen bir saati. 

  Güvenlik görevlilerinin artık aşina olduğu gibi; Orhan akşamın geceyle buluşmasına sayılı dakikaların kaldığı bir vakitte, kampüsün kapısından aceleyle giriş yapmıştı. Orhan bunu, kafasında yapmak istediklerinin verdiği sıkıntı ayyuka çıkıp uykusunu alıp götürdüğü zamanlarda yapmaktan geri kalmaz, soluğu fakültedeki odasında alırdı. Zifiri orman karanlığındaki biricik bir ateş böceği gibi, koskoca kampüste odasında yaktığı ışık, penceresinden küçük ama geceyi yarmaya yeter hareler yayardı bahçeye.

  Çiçeği burnunda bir asistandı, Orhan. Üniversitede görev yaptığı ilk yarıyılını henüz tamamlamıştı ama sanki emekliliğine gün sayan kelli felli hocalar gibi hissedecek kadar benimsemişti okulunu. Duygusal bir bağ kurmuştu bu binayla, adeta evi gibi bilmişti; gündüz bin telaşın yaşandığı, geceleri ise kulakları sağır edecek kadar sessizliğin vınıltısını yayan bu mekanı.

  Tipik bir Anadolu çocuğuydu, Orhan. Kara, hafif kıvırcığa çalan kısa saçlarıyla altında, aynı porselen takımının parçasıymış gibi uyumla yay çizen kaşları, görende pek de hormonlu market mutfağından beslenmediği izlenimini uyandıran, kan damlarcasına sağlıklı, hafif dolgun yanakları üzerinde, kanatlarını açarak havada asaletle süzülen kırlangıç kuşuna benzer, değişik ama asla yabana atılamayacak bir anlam yüklüyorlardı yüzüne.

  Çalışkandı; üniversiteyi Ankara’da birinci olarak bitirmiş, Yıldız’a da ilk sıradan girmişti ama Orhan’a sorulduğunda, bunun hiç de önemi olmadığını hatta aldığı mühendislik eğitiminde içine sinmeyen çok şey olduğunu söylerdi. Ona göre mühendislik; ezberlemeyi kaldırmaz, yorumun ise olmazsa olmaz olduğu çok özel bir alandı. Konu ne olursa olsun, “Bilmiyorum!” dememeliydi, bir teknik insan: Bildikleri ile anlamlı bir yorum ve tahminde bulunabilmeli hatta tıkanınca “destekli atabilmeliydi” kendince. Halbuki; dönüp geçmişe baktığında, artık hatırında yer tutmayan ne de çok şey ezberlemek zorunda kalmıştı, bugüne dek.

  Ocak ayının karla karışık soğuğunda, duman duman nefesini havaya savura savura, oldukça geniş kampüsün içinden fakültesine doğru, sanki akademik formasyona sahiplermiş gibi imalı imalı kendisine bakar halde ansızın karşısına çıkan köpeklerle karşılaşmaktan haz etmediğinden olacak, koşar adım yokuşu tırmandı ve daha emin bulduğundan her zaman tercih ettiği yemekhane yoluna girdi. Kafasında, günlerdir bir çıkış yolu bulamamaktan dolayı ruhuna darlık veren projesini bu gece bitirebileceğine kendini inandırmaya çalışan telkinler uçuşurken, gözleri yol boyunca sıralanmış eğitim binalarının pencerelerini yokluyor, içinden umutsuzca “uykuda, uykuda, uykuda…” diye sayıyordu. Neler vermezdi, bir pencerenin önünden geçerken “uyanık!” demek için. “Hani; bilim zaman, mekan dinlemezdi? Bunca pencereden hepsinin mi sahibi uyuttu odalarını, kendisi gibi çözüm bekleyen soruların hepsini bitirdiler mi, mesai saatiyle birlikte?” diye hayıflandığı bir anda, hiç âdeti olmasa da birden yoldan çıkmış halde, orta bahçede buldu kendini.

  Orta bahçe, etrafı Osmanlı zamanında, kışla olarak kullanılmış, tarihi taş binalarla çevrelenmiş, içinde, geceleri daha bir heybetli duran çok sayıda ağacın serpiştirilmiş halde bulunduğu hoş bir yerdi. Neyseki; etrafı aydınlatan lambalı direkler vardı, aksi halde; tam tepeye çöreklenmiş ayın sahne spotu gibi yere düşürdüğü ışıktan cüsseli gölgeler kazanarak çıkan çam ağaçları Orhan’ın içine ürküntü salmak için yeterliydi.

  Yol boyunca kendini oyalamak için giriştiği, uykuda pencere sayma işini, orta bahçenin gece bile güzel görüntüsü ile tam unutmaya meyletmişken, Orhan yanlışlıkla bir şeyi ezecekmiş refleksiyle birdenbire duruverdi. Görünürde hiçbir şey yoktu; okula gitmekten vazgeçip geri dönmeyi düşünüyor olamazdı. Böyle karar değişiklikleri, Orhan gibi inatçı kişiliklere göre değildi: Hiç üşenmemiş ve soğuk gecede yine kalkıp gelmişti.

  Tempolu, hızlı yürüyüşünü aniden kesen duruşunun nedeni çok geçmeden anlaşıldı: Orta bahçedeki, ay ışığını bölen bir ağacın gölgesi tam olarak bastığı güzergahtan geçerek, alanın ortası sayılabilecek bir konumdaki, etrafı demir çitlerle çevrili çukurlukta son buluyordu. Garip olan ve Orhan’ı durduran ise; bu gölgenin olması gerektiği gibi bir karartı değil, ışıl ışıl parlayan bir ışık hüzmesi gibi olmasıydı. Böyle olmamalıydı, bir gariplik vardı. En azından, bilim öyle diyordu.

  Genç asistan etrafa bakındı, bu parlak ışıklı desen gölgesinin mantıklı bir açıklaması mutlaka olmalıydı. Fakat; nafile, bulamadı. ”Tam da Fen Fakültesi’nin önünde fennin, fiziğin hezimete uğradığı bir an yaşıyorum!” diyerek kendisine eğlence çıkarmış çocuk keyfini kattığı bir gülüş patlattı, mırıltı halinde. Yerde uzayan giden şekle alıcı edayla baktığında, göze benzediğini fark etti.

  “Himm, sanki uçan daire gibi… Yok yok, kalınca mum gibi… Anladım, göze benziyor… ” diye aklına gelen ve gördüğü şekle tercüman olabilecek ne varsa sayıp durdu, bir çırpıda. Sonunda; birden, ne kadar uzun takılıp kaldığını düşünerek “saçmalama Orhan!” diye kendisini bir güzel azarlayacakken, birdenbire aklına İstanbul’a yeni geldiğinde arkadaşlarının götürdükleri, Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nün Anadolu yakasındaki Otağepe isimli yer aklına geldi. Orada gördüğünün hala etkisindeydi, böyle gizemli konular oldum olası ilgisini çekerdi, genç bilim adamının.

  “Otağtepe!” dedi. “Orada da iki ağaç birbirine hiç kimsenin müdahalesi olmadan sarılmış ve Fatih Sultan Mehmet’in meşhur şahlanmış at üstündeki figürü olmuşlardı. Ağaçların kendisi yerine yerdeki gölgesine bakan ziyaretçiler, sanki Fatih yanlarındaymış gibi heyecana kapılıyorlardı…”

  Yola devam etmek için daha bir adım atmıştıki, geçmekte olduğu ak gölgeye bir kez daha baktı. “Ben bunu biliyorum, Dâd harfi bu, Dâd!” dedi. ”Bak, üstünde nokta da var, Arapça’daki Dâd harfi bu. Tıpkı Davutpaşa’nın Da’sı gibi!”

  Gerçekten de Orhan’ın tahmini doğruydu, ağacın nurani beyazlıktaki gölgesi, hergün önünden belki de sayısız insanın ne olduğunu merak etmeden geçtikleri, etrafı demirden korkuluklarla örülü, kesme taşlardan basamaklarla bir muammaya inen, orta bahçedeki çukurluğun üzerinde Arapça, dâd harfini çok berrak bir şekilde resmediyordu.

  Orhan’ın ağzından dökülen “…bu bir dâd…” kelimeleri sanki sırlı bir kapıyı aralamıştıki, birden bire çukurluk tümüyle aydınlandı ve heybetli bir ses “Sefa verdin meclis-i irfâna, bilim için uykusuz gözlerin hatırına, gel ve gir Dâr’ül hayrâta!” dizelerini, her biri yüreği titreyen bir bam teli kılacak kadar ustaca bir vurgulama ile söyleyiverdi. Orhan şaşkındı, korkmuştu, titriyordu. Karşılaştığı durum gerçek miydi yoksa arkadaşlarının, meslektaşlarının pek çoğunun derin uykuya daldığı ya da eğlencesinde, istirahatinde olduğu bu gecenin, ilerleyen bu dem saatlerinin üzerine çöreklendirdiği yorgunluk sonucu gördüğü bir ayaküstü hayal miydi, ayırt edemiyordu.

  Sonunda cesaretini toplayıp, çukura doğru yöneldi. Kimseler girmesin diye asma kilit vurulmuş demir, dizi ile beli arasında bir yüksekliğe sahip korkulukların üzerinden aşarak çukurun derinliğine inen basamaklardan ilkinin üzerine varmıştı bile. Adeta kendini hipnoz eden, o tılsımlı ses beyit beyit, davet eden ve karşı konulamayacak kadar ruha nakşeden sözlerine devam ediyordu. Basamakların sonunda onu, yakası kürklü ama gösterişten uzak sadelikte bir kaftan ve başının etrafını defalarca dönen bir beyaz kuşağın uçlarının iki yandan omuzlarının üzerine düştüğü, fazlaca uzun olmayan, alacalı bir sakala sahip, yaşlıca bir adam bekliyordu.

  “Gel, ey komşu. Biz de seni bekliyorduk, üzerimize yapılan ilim mektebinin kutlu âzâsı, gel buyur dostlar meclisine…” diyerek davetini yineledi kapının başında durup, yüzüne bir daha bakmazsan sanki kahrolacakmışsın gibi nurlu yüzün sahibi.

  Kekelemeyle karışık, çok da anlaşılmayan, daha çok mırıltı kokan bir renkte, “Peki ama siz kimsiniz?” diyebilmeyi başarabilmişti, Orhan. “Ben Dâvud!” dedi baştan ayağa beyazlara bürülü adam.

  Davut mu? Davut da kimdi? Orhan yaşadığı olayın inanılmaz sarsıcılığından bir an sıyrılıp “Yoo, yine bir ak sakallı dede hikayesi mi?” diye mırıldandı, zamaneliğini hatırlayıp hınzırlaşan bir çocuk edasıyla. Sonra silkelendi yeniden, akıbeti meçhul bir olayın birden bire öznesi olduğunun farkına varıp korkusu bir kat daha arttı. Davut, Davut, Davut… Hangi Davut olabilirdi, karşısında dikilen, ete kemiğe bürünmüş bu şahsiyet. Adam Orhan’ın endişelerini sezinlemiş ve “Ben Dâvud, senin Davutpaşa diye bildiğin bu mekânın hamisiyim.”

  “Hoppalaaa, buyrun buradan yakın!” diye geçirdi içinden Orhan. Tarih adına, okul hayatı boyunca öğrendiği ne varsa hızlandırılmış bir film şeridi gibi zihninden geçiyordu o an. Sonra birden her şey durdu. “Evet yaa!” dedi, delile götürecek ipucunu yakalamış bir dedektif edasıyla.

  İstanbul bir tepeler şehriydi; Nurtepe, Tepeüstü, Kartaltepe, Gültepe… İstanbul, aynı zamanda kapılar şehriydi: Topkapı, Edirnekapı, Silivrikapı, Çatladıkapı… Bahçeler diyârıydı bu koca kent: Hasbahçe, Hoşbahçe, Dolmabahçe… Peki, ya başka?

  Bir de paşalar medeniyetiydi İstanbul. Adeta parsel parsel bölüşmüşlerdi güzelden anlayan paşalar, adına yazılan şiirlerin haddi hududu olmayan bu emsalsiz iki kıta gerdanını: Mahmutpaşa, Küçükmustafapaşa, Kocamustafapaşa, HalilRıfatpaşa… Ve tabiki Davutpaşa!

  Tarihe meraklıydı Orhan. Teknik insanlarda pek de görülmeyen şekilde, ayak bastığı taşlar ya da dokunduğu bir cami duvarının taşına yüzyıllar önce de kendisi gibi birilerinin bastığı, dokunduğu düşüncesiyle bazen yolda giderken durup bakakalır, bir gün kendisinin de o an düşündükleri gibi tarih olacağını düşünür ve hüzünle heyecan karışık farklı hisler, uçurup götürmeyi başarırlardı onu. Evliya Çelebi’nin Seyahatnâmesi’nde okumuştu önceleri. Gerçi, bazıları Evliya Çelebi’yi hayal gücü kuvvetli, uçuk birisi olarak tanımlasa da Orhan için bir idoldü Çelebi ve yazdıklarına, son kelimesine kadar itibar ederdi. Orada okumuştu: İstanbul’un fethinden sonra, dönemin padişahı Fatih Sultan Mehmet savaş ganimeti olarak, fethettikleri İstanbul’un muhtelif beldelerini, savaşta yararlılık gösteren paşalarına dağıtmıştı. Paşalar bu bölgelerde hem mülkiyet hakkına sahiplerdi hem de idari olarak bölgelerinden sorumluydular. Böylece bu koca şehrin yönetimi zaafa uğratılmadan sağlanmış oluyordu.

  “Akıllıca!” dedi Orhan ve gözkapaklarını yerden kaldırıp gözlerini yeniden karşısındaki ibretlik şahsiyete dikti. “Siz, siz, siz… Siz Davut Paşasınız, buraların hamisi!” dedi. “Estağfurullah! Bizimkisi sadece emanetçilik. Ne mutluki, bu vakte kadar emaneti yanlış bir ele vermedik. Neler geldi geçti şu mahalden, ne aşklar yaşandı, ne cenkler edildi, bir bilsen. En son Devlet-i Âlîyye’de ordumuza yurtluk eyledi. Lakin hiçbiri, şu anki gurur ve bahtiyarlığımıza vesile kılmadı hâllerini.”

  Neydi acaba o hâl? Kendini birden gurur duyulacak bir dünyanın mühim bir temsilcisi olarak gördü. Koltukları hafif kabardı, yorgunluktan kamburlaşan omurgasını dikleştirdi. “Yoksa… Yoksa çağdaşlarımı bu kadar yerden yere vurmakla hata mı ettim, baksana, ecdâd bizden razıymış, tepelerine gelip şu kampüsü yapmış olmamızdan dolayı neredeyse elimi öpecekler.” Sonra yeniden su koyuverdi mağrur hali. Tapası çıkmış şamriyel gibi birden foslayıp yeniden, neredeyse parantez çizen kambur haline döndü. “Yok canım, okulu yaptık da neye yarar, akşam beşte ışıkları sönüp bilimi durdurduktan sonra!” diye mırıldanarak yine hafif depresif ruh haline büründü.

  Kapıdaki sohbetin daha fazla uzamasını istemeyip, içeride ne olduğu konusundaki merak ateşini bir an evvel söndürme güdüsüyle olacak, içeriye doğru hamle yaptı ve Davut Paşa da ona refakat etti. İçerideki manzara gerçekten görülmeye değerdi. Nar gibi; kapıda bir tane olan bu paşa görünümlü insandan onlarcasını, kapıdan içeri girince öbek öbek kümelenmiş, hummalı bir şekilde çalışırken buldu. Davut Paşa uzaktan takdim etti her birini: “Bu zât İbrahim Müteferrika, bu Ali Çelebi, bu Hazerfan Ahmet….” İbn-i Sinâ yı da kendisi tanımıştı, Orhan. “Kitaplarda resmedilenden daha yakışıklıymışsınız.” diye latife yapmaktan da geri durmadı.

  Davut Paşa, ansızın elinden tutup çekiştirerek beni geniş kemerli bir odanın köşesinde elinde divit, gevrek sarı kağıtlara koklar gibi eğik, bağdaş kurmuş halde bir şeyler yazan bir başka kimsenin yan minderine çöreklendirdi Orhan’ı ve “misafirin geldi” dedikten sonra ayrıldı odadan.

  Diğerlerine göre biraz daha çelimsiz gözüken adamcağız, hiçbir şey olmamışçasına önce diviti okka ili buluşturdu yeniden, sonra Orhan’a yakın gözünün üzerindeki koyu siyah kaşını yukarı kaldırarak, anlık çekim yapan bir fotoğraf makinesi gibi bakıp yeniden indirdi gözünün perdesini.

  “Sefalar getirdin Orhan!” diyerek belini doğrulttu. Adını biliyordu ve sanki daha önceden ahbaplıkları varmış gibi rahat davranıyordu. Orhan cetvel yutmuş gibi kaskatı, hareketsiz bir şekilde adama bakıyor, nereden ne şekilde tanıyor olabileceğini anlamaya çalışıyordu.

  Sessizlik yine adamın sesi ile yarıldı: “Benim adım İsmail. Abudülaziz İsmail bin Razzaz.” Orhan kesinlikle emindi, ne böyle bir isim duymuş ne de böyle bir adamın resmini görmüştü daha önce.

- Beni nereden tanıyorsunuz?

- Meslektaşlar birbirini tanır. Ben de bir mühendisim. Eb’ul İz de derler bana. Karaaslan’ın torunu, hükümdar Eb’ul Feth Mahmut’a tabi olarak Artukoğulları sarayında görev yaptım. Bugün sizlerin hala üzerinde çalıştığınız oyuncaklar gibilerini tasarladım. Tek farkla; 1200’lerde elektrik olmadığından benimkiler su ve mekanik mekanizmalarla çalışıyorlardı.

- Suyla mı?

- Evet, şaşırma o kadar. Su da elektrik kadar güçlü bir enerji kaynağıdır, eğer mühendisçe bakarsan.

- Peki ama adımı nasıl biliyorsunuz?

- İşte teknik insanların en büyük hastalığı. Her şeyi teroik olarak ilişkilendirmeye, sayılarla ifade edilebilir olmaya zorları hep. Halbuki, hayatta henüz insanın ölemediği başka enerji türleri de vardır.

- Yani benim adım size malum oldu, öyle mi?

- Öyle diyelim, aslında her şey senin duan ile oldu.

- Dua mı? Nasıl bir dua, ben sizinle ilgili bir dua bile edemem, çünkü sizi tanımıyorum.

- Şu uzun zamandır çalıştığın ama bir türlü sonunu getiremediğin projen. Projenin üzerinde nice geceler sabahladın, değil mi? Kâh umutvar oldun, güldün kâh yeise düştün.

  Orhan başını önüne eğdi sükut ederek:

- Dün sehere yakın, bitap bir halde masanın üzerine yığılmıştın. Terin ve gayretin duanın fiili kısmıydı. İşler hiç de iyi gitmediği için ağlamaya başladın, hıçkırıklara boğuldun derin uykudayken umum. Değil mi?

  Mahçup bir eda ile Orhan başını sallar gibi yaptı:

- Evet. İnsanın kendini çaresiz hissetmesi ne acı. Tüm bildiklerimi unutmuş gibiydim.

- Derya gibi ilim içinde katre kadar etmediğin düşüncesi. İyi yoldasın, bu ilmi pişiren düşüncedir.

- Sonra?

- İşte o ağlamaların ve niyazın ise kavli duan idi. Ve şimdi huzuruna çıkmaya memur olarak karşındayım.

- Estağfurullah, ne memuru? Ben kim, size amir olmak kim?

- Hakikat hiç de öyle değil. İlim, Hazreti Zülcelal’in sadece dileyene verdiği çok özel bir hazinedir. Dilemek de öyle kuru kuru olmaz. Sen gibi ter dökecek ve sen gibi salihane yakaracakki ihlası anlaşılsın. Eh, öylesine de, değil ben, âlem-i cihan memur olsa yeridir.

  Orhan iyiden iyiye duygu duvarları arasında savruluyordu. Az önce korku ve heyecan duvarındaydı, sonra mahçubiyete vurdu. Şimdi ise gurur, umut karışımı birşeyin duvarına adeta çarpılmıştı.

- Yani bana yardım mı edeceksiniz?

  Eb’ul iz latifeli bir şekilde devam etti:

- Eğer referanslarımı beğenir, beni işe alırsan.

- Aman Allahım, ne desem bilmiyorum. Ben bunu hak edecek ne yaptım?

- Sen en güzelini yapıyorsun: İlmi insanlık için diliyor, onlara hayırlı bir şeyler kazandırmanın endişesini yüreğinde duyuyorsun. İlmi kariyerin, etiketin için istemiyorsun. Bu bile seni çok kıymetli kılar.

- Evet, sizlerin gayretinizi bu topraklarda devam ettiremediğimiz için çok üzülüyorum, ne olur affedin, haklarınızı helal edin.

- İçindeki aşkı alevlendirecek işlere imza attıkça hakkımız sana ve sen gibi ilminin zekatını ödemekte gayretlilere helal olsun! Ben Şırnak, Cizre’liyim. Oralardı bilimin deryası 1200’lerde.

- Cizre mi? Benim çocukluğum oradan gelen can yakan haberlerle işlendi, hatırıma hemen onlar geldi.

  Bu kez Eb’ul İz, memleketinin adının böyle anılmasına üzülerek boynunu büktü ama fazla sürmedi:

- Yok değil, öyle bir yer hiç değil! Cevher çamura düşse yine cevher. Silince yine parıldar.

- Haklısın, buna ben de inanıyorum. Allah insanı öyle güzel yaratmışki, yeterki istemeyegörsün; dağı bağ, cehaleti âlimliğe çevirir, çorak bozkır gülistan olur.

- Hay ağzını öpeyim, ne güzel de söyledin. İlim önce kendini bilmektir. Mum olup etrafı aydınlatabilmek, bunun telaşını duyabilmektir. İlim ehlinin suya sabuna dokunmama lüksü yoktur. Aklının ve ilminin yettiği her alanda gayret içinde olmalı.

- Ben sizi hatırladım şimdi, bir kitapta okumuştum. Hükümdara otomatik abdest alma robotu, sarayda siyafet sofralarına servis yapan robotlar.. Bunlar sizin eseriniz değil mi?

- Eyvallah, bukunları hükümdarım emriyle tek tek el yazmamda topladım.

- Biliyorum... Lakin o el yazmalarını sayfa sayfa yırtıp Almanya’ya kaçırdıklarını da okudum. Bırakın ilminize varis olmayı, eserinize emanetçi bile olamadık.

- Neyse, gel şu projeni bir açıver bana...

...

  O gece, orada öğrendiklerinden anladıki; bilim hiç durmazdı. Bilim adamlığı bir meslek değil, bir yaşam şekliydi. Eğitimle desteklenirdi ama asıl nüvesini belki de doğuştan gelen kişisel özelliklerden alırdı. Ertesi sabah baktığında sessizliğe gömülü, etrafı korkuluklarla çevrili, orta bahçedeki o çukurdan geçilen odada soluduğu, insanlık tarihinden bu yana pişirilen bilimin kokusu, ciğerlerinin derinliklerine kadar inmişti. Oradaki insanların hiçbiri, toprak üzerindeki fakültelerde, eksikliklerinden her daim şikayetçi olduğu imkanlara sahip değillerdi. İlkel düzeneklerle insanlığa çığır açacak buluşlara imza atmışlardı. Asıl gurur duyulacak şey, buydu ve kendisinin şikayetçi olduğu güya olumsuzluklar, o insanların imkansızlıkları karşısında ne de şatafatlı şeylerdi. Kendinden utandı Orhan, hem kendisi hem de çağdaşı olan, ağız dolusu ünvana sahip olup, bilimi mâşuk olarak görmemiş, aşkının ateşine düşmemiş, bilimi insanlara fayda verebilmek telaşıyla yaşamamış, yaşatmamış, öğrencilerine ezberleyip yutan hafız muamelesi yapmaktan öte, idealler uğruna yaşamak güdüsünü vermek gibi bir derdi bulunmayan meslektaşları adına.

  Ve o günden sonra her fırsat bulduğunda, daha çok koşup geldi üniversiteye. Proje beklemezdi, tamamlamanın huzuru her şeyden önemliydi. Böyle geçti yılları, Orhan’ın ve öğretim üyesi olduktan sonra da bu geleneği, alışkanlığı öğrencilerine aşıladı. Şimdilerde ise geceleri bir başka güzel oluyor kampüs. Ateş böcekleri gibi yanan pencerelerin ardında gece gündüz maşukunu arıyorlar bilim aşıkları.

  Artık Davutpaşa’nın semasında geceleri sadece ağaçlara gölge veren bir ay yok. Artık tüm ihtişamıyla ışık saçan, beyaz gölgelerini yeryüzüne düşüren bir kocaman yıldız her gece aya eşlik ediyor.

Cem TURAN

Ocak, 2013

25 Ağustos 2014 Pazartesi

YAVAŞÇA ÖLDÜREN ZEHİRDİR, ENDÜSTRİYEL GIDA


  Tepki süresi ne kadar da önemli? İnsanların ortasına girip bir silahla anında öldürüne seri katil, vahşi, insanlık dışı diyoruz.

  Fakat aynı akıbeti zamana yayan, daha çok kazanç uğruna kimyasal oyunlarını, bozuk ve içeriği bilinmez karışımları dünya genelinde insanlara "enjekte" edip adım adım ölüme ve obeziteye götürenleri "başarı hikayesi" olarak anıyor modern iş ve pazarlama kitapları.

  Devletler ise bu güzel yatırımları ülkelerine çektikleri için mutlu ve gururlu. Onlar günübirlik ekonomik parametreler olarak toplumu okuyup, sonra da sosyal güvenlik sistemlerinin iki yakası kavuşmayan, yüksek sağlık giderlerinden şikayet ededursunlar aslında neden oldukları kültürel bir dünüşüm oldu: Agrasif ilerleyen, çok kötü huylu, onkolojik bir ur gibi, "fastfood" denen illet saplandı sinelere.

  Ne yiyorsak, oyuz: İster gıda, ister bilgi.

  İkisi de hem şifa hem zehir: Biri maddi diğeri manevi.

  Tercihlerimizdir genellikle, belirleyen akıbetimizi.

  Umursamazlık ise en büyük hastalık ve hepsinden tehlikeli.

  Başarılı birey olmak, umursamaktır: Başarılı ebeveyn olmak, kötüden alıkoymak, korumaktır. Başarılı bilim insanı olmak ne pahasına olursa olsun, doğruyu savunmaktır, insan tarafını tutmaktır.

  Ve başarılı devlet olmak ise basiretle, geleceği görmek, ekonomik tablolara üç kuruş katkı verecek diye nesillerinin batacağı bir bataklığa sinek taşımamaktır, "dur" diyebilmektir bağımlıklıklara, gerçek kültürleri toprağa gömen, ikame olan emitasyon "ticari zeka" uydurmalarına.

  Devlet, marketlere ne zaman uğruyor, çarşı pazar ne zaman geziyor? Aromalı, tadlandırıcılı, koruyuculu, kimya deposu, şaibeli jelatinli, glikoz ve fruktoz şurubuna bulanmış, gıdaymış gibi duran kitle imha silahlarıyla donanmış rafların ne zaman farkına varacak? İşte o gün, insanına değer verdiğini denetim ve yaptırımları ile doğru düzgün gösterdiği vakit, gerçekten büyük ve medeni bir ülkenin devleti olacak.

  Son yıllarda beni de gurura sevk eden, ısrarlı sigara bıraktırma ve yıldırma kampanyalarının ardında devletin yüksek kanser faturalarını azaltmaktan başka, insanını korumaya çalışan ulvi bir güdü var ise şayet, o güdünün beslenmenin ve kültürel varlığın her aşamasında kendini göstermesini ne de çok dilerim.

Cem Turan

23 Ağustos 2014 Cumartesi

BAKİ KALAN KUBBEDE HOŞ SEDA OLABİLMEK

 Hayat, başı ve sonu belirli bir yolculuktur ki ring seferi olmanın gereği, hiç durmayan bir otobüsle yapılır. Aradaki istasyonlarda karşılaşılanlara verilecek tepkiler, molalarda alınan yolluklardır, sonunda terazinin kefesine yüklenecek olan. Dilese de  hiçbir insan bebek kalamayacağı gibi, yolculuğu bitmeden otobüsten de inemez şüphesiz. Denildiği gibi; ne bir an önce ne bir an sonradır, yolculuğun bitişi: Şaşmaz bir zaman çizelgesine göre olur otobüsün hareketi.


 Ve tüm gaye; yolcunun ineceği yerde perona yanaştığında otobüs, bebeklik dönemi kadar dağılmamış, kirlenmemiş, eldekilerden de olmamış bir şekilde ve fakat yolculuğa devam edeceklere çam sakızı çoban armağanı, kendinden bir ikramda bulunarak,  başı dik bir şekilde ayağını yere basabilmek; kendini huzurla toprağa bırakıvermektir, belki de.

Cem TURAN

22 Ağustos 2014 Cuma

BİR AKADEMİSYENİN ANATOMİSİ: FOTOJENİK OLMAK

Bugün, koca bir öğleden öncesi, gıda güvenliği ve sağlık konularında uzman bir profesör ile sohbet etme imkanı buldum. Konu döndü dolaştı, kameraları seven profesörlere geldi. Hani, şu diyetler öneren, "onu yemeyin kanser yapar, bunu içmeyin kısmetiniz kapanır" diye insanın içine darlık veren, bir o yandan bir bu yandan vurup duran sevgili, sayın hocalarımız. Dolayısıyla, benim hassas olduğum sulara girilmiş olarak, bu yazının hazırlanması konusunda tetikleyici oldu.


Biliyorum, benim hocalarım meşhur olmaz, olmak da isteyeni şükürki, ben tanımadım henüz. Çünkü umuma göre, tatsız tuzsuz bir konudur bilgisayarlar, bilişim ve enformasyon. Kimilerine göre öcü gibi bir şeydir, kargacık burgacık devrelerden oluşan elimizden, masamızdan, cebimizden eksik etmediklerimiz hakkında gerçekleri öğrenmek. Nasıl çalıştığı ile değil, ne yaptığı ve ne kadar sahibine imaj kattığı ile daha yakından ilgiliyizdir, hepsi bu.

Oysa bazı branşlar varki, eğer şirazesi kaçarsa bilimden çok şov sanatına döner birden ve eğer insan buna da yatkınsa bir sonraki spotları ve kamerayı üzerinde göreceği anı beklemede sabırsız davranabilir. Doğrusu kolay bir iş de değildir, insanların teveccüh göstermeye aşırı istekli oldukları alanlarda tribünlere oynamadan, eğip bükmeden, dosdoğru, sadece bilimin gösterdiğini işaret etmek.

Çünkü insanlar sansasyonları, spekülasyonları sever. Gazetecilerin dediği gibi; köpek insanı ısırırsa haber olmaz belki ama tam tersini yapabilen fenomen olur, kamera yıldızı olur.

Peki hangi alanlardır, yoldan çıkaran, kışkırtıcı bir şekilde sahne ışıklarının sarhoşluğuna iten bilim matadorlarını?

Başında sağlık gelir elbet. Bir onkolog çıkıp "şunu yemeyin" dedi mi vay o yiyeceğin haline. Operatör doktor olmak bile yeter, "şunu yersen sırım gibi olursun, incecik belin olur" deyip kitleleri saran bir dalgalanma üretmek için. Kendinize güveniyorsanız, adınızı koyduğunuz diyetler yayınlarsınız. İnanın, insanlar indirilmiş bir vahiy gibi mukaddes kabul eder. İki satır kitap okutamadığım teyzeler, ablalar hatim üstüne hatim eder kür listelerini, kutsal emanet gibi saklar ve çok muteber gördüğü, bu büyük kıymeti hak ettiğini düşündüğü eşine dostuna ikram eder.


Son yıllarda bunun örneklerini çokça gördük. İsminin başında Dr. olan niceleri sırayla şifalı ot cumhuriyetleri kurup holdingleşmediler mi? Adım başı franchise dağıtarak mağazalar zincirleri kurduklarını görmediniz mi? Hatta içlerinden biri geçtiğimiz seçimlerde, bildiğim kadarıyla milletvekili adayı da oldu da halk "yok artık, o kadar da değil" demiş olacak, seçilemedi maalesef.

Sağlık kadar revaçta olan, bir başka bölüm gıda ve beslenme ile ilgili branşlar. Tıpkı sağlık gibi, bu konuları da yakından takip eden ve sağlıkla özdeşleştirip bir anayasa gibi uygulayan çok büyük sayıda bayanlar ve giderek artan sayıda beyler kitlesi var.

Sabah kuşaklarında son yıllarda sağlık programlarının adından çokça söz ettirmesine şaşmamak gerek. Öyle arada bir televizyonda gözükmekle olmayacak, kurumsallaşmak gerek: Daha çok gözüküp daha çok insanları şaşırtan söylemde bulunmak, olmazsa olmazı. Doğru bildiğimiz yanlışlarımız ne de çokmuş meğer, adeta yaşamamız bir mucizeymiş, bu dehşetcengiz bilgileri hocalarımız bahşetmeden önce.

Bu, basın işletmecileri için de bulunmaz bir nimet, daha çok ilgi ve daha çok reklam geliri demek olduğundan, ölümsüzlüğün reçetesi açıklanacak gibi, aralara bolca da "bekleyin, az sonra!" eklerler. İşte size şov dünyası!

Geri dönüşü müthiş olur: Sağlıkçıların muayenehaneleri dolup taşar, ücretleri birden beşe katlanır. Kitapları yok satar. Kim demiş marka üretmeyi bilmiyoruz, diye!



Kamera ve spot sevgisi bizde biraz genetik galiba. Yurtdışında daimi olarak çalışan bazı isim yapmış Türk doktorlardan da değme şovmene taş çıkartacak performanslar izler tüm dünya.

Özellikle 1999 Marmara depreminden sonra kalıcı surette popülerleşen ve adeta tıp profesörleriyle kıran kırana bir rantsal rekabete tutuşan "deprem uzmanı" jeofizikçilerimizi de unutmamak gerek.

Toplumların yaşadığı bazı olaylar veya yatkınlıkları kimi konulara aşırı hassas ve ilgili olmalarını sağlıyor sanırım. Sanki ülkenin geriye kalanının bir hükmü yokmuş gibi, Marmara civarında küçük bir sallantı gerçekleşse bile, neredeyse "kadrolu" diyebileceğim deprem profesörleri kanallara dağılıp masanın arkasındaki sandalyede yerlerini alıverirler hemen. Ellerinde çubuklar, haritalar açılır, "aha da şurası, kırıldı kırılacak.." kabili iddiaları bir anda gündemi yerinden hoplatırlar. Yaşasın tribünler!


O da yetmez, rakip kanalın kadrolu jeofizik profesörüne çubuk ekrandan sallanır, "utanmıyor musun sen, oradan fay may geçmiyor, aha da fay na, burada; ayağımı bastığım yerde!" diyerek ters kroşe veya üçlü salto ile puan almaya çalışılır.

Lakin hiçbir jeofizik hocası "Tarihi hesapladım, üç vakte kadar Marmara yıkılacak!" diyenler kadar bu aziz milletin gönlünde taht kurmamıştır. Oturup o gün beklenir sabırla.

Hatırlarsanız, yakın bir geçmişte, Maya takvimin rakamları tükenince, "kıyamet kopacak" diye bekleşmişti bütün dünya hatta kimileri "kıyamete cennet gibi yerlerde girmek için" tropik adalara hücum etmişti.

Yine hatırlayanlarınız vardır, bir dönem fenomen olan Ayşe Özgün programlarını. Toplumu söyledikleriyle epey çalkalayan ve halen zaman zaman artçı tartışmalarının hortladığı eski dekan bir ilahiyat profesörü ile din bilimlerinin temsilcileri de aldı sihirli kutudaki yerini, fazlasıyla.

Ne günlerdi onlar, her programda değişmeyen, kadrolu stüdyo seyircileri sırasıyla sayın profesöre sorular sorar, sordukları sorudan dolayı önce bir güzel afiyetle, haşlanırlardı. Bundan da tuhaf şekilde haz alırdı seyirci: "Hoca beni azarladı, tamam artık cennetliğim!" Yahu, bilse size neden sorsun ki bilmediği için azarlıyorsunuz? Soru soranı azarlayacaksanız neden yanıtlamak üzere ekrandasınız? Tuhaf bir tezatlar yumağı...

Sonra, sayın ilahiyat profesörünün yine insanı dumura uğratacak bir bomba çıkışı tüm bildiklerimizi alt üst ederdi. Meğer ne de çok şeyi yanlış (!) biliyormuşuz biz... Yıllar süren bu olağanüstü ekran birlikteliğinin ardından, kıyamet tarihini tahmin edenler, Kuran'daki harfler üzerinden aritmetik geliştirenler, yıldızlardan önümüzdeki yılın şampiyonunu çıkaranlar... Ne ararsanız gördü, televizyon denen ışıklı kutu.

İlahiyat dünyası televizyonu ve sahneleri sevdi: Rivayete göre, akademisyen bir hoca efendinin Ramazan ayı mesaisi karşılığı trilyona yaklaşan bir gelir elde ettiği söylencelerinden, akademik olmasa da biraz ucundan siyer kitapları ezberleyen eski belediye memurlarına kadar, kameralara poz vermek isteyen ne de çok kimse varmış, meğer.

Bir de psikologlar zümresi vardır, başımızda taşıdığımız 2.2 kilogramlık lop eti nasıl yönetmemiz gerektiği konusunda yine sansasyonel ve dinleyene "aa, öyle miymişim?" dedirtecek sözlerden sakınmayan hocalardır, genellikle. Biraz tehlikelidirler çünkü insan neye inanırsa kendine öyle muamele eder. Dolayısı ile agnostik (bilinmezci) bir yaklaşımla ele alınması gereken bir alanı öjenizm kokan, mekanik, "aha da beynimizin şurasını kesip buraya yapıştırıyoruz" gibi akılları dumura uğratan ama seyirciyi şaşırtıp alkış toplayan örnekleri de sık ağırlar, televizyon ekranı ve kültür merkezlerinin sahneleri.Sormak gerek, davranışsal genetik ya da en azından şizofreninin net sebep-sonuç ilişkilerini.

Bulanık olan konular hep iyi zeminler olmuştur, şaşırtan ve ün sahibi eden iddia yağmurları için: Sosyal bilimler ise bunun membağıdır. Sözgelimi; siyasi bilimleri ele alalım: Her an spotları üzerinize çekebilmenin envai çeşit yolu, emrinize amadedir. Mesela seçim veya benzeri bir olay olmadan önce yuvarlak, genel, hatları belli olamayan sözler edersiniz ama aslında her ihtimale dokunursunuz. Olay gerçekleştikten sonra da yine huzurlara çıkar "ben zaten söylemiştim" diye gururla salınırsınız.

Vaktiyle, bir ekonomi profesörünün Türk ve dünya ekonomisi hakkında bir konferansına katılmıştım. İçimden "ekonomik literatürü anlamam, analiz parametrelerini yorumlamayı geliştirmem için büyük bir fırsat" olduğunu düşünerek oturduğum koltuktan, boşa zaman harcamışlığın pişmanlığı ve hayal kırıklığı duyguları ile ayrıldım. Çünkü saatler, perdeye yansıtılmış, radikal şekilde aşağıya giden ve Avrupa ekonomisini gösteren bir ok ile adeta bir füze rampası gibi dikilen ve perdeyi delip tavana saplanırcasına karşımda duran, Türkiye ekonomisini gösterdiğini sayın profesörün ağzından hatim ettiğim bir grafikle geçti, başka da hiçbir şey yok! Bütün konferans "bu grafik hiç değişmez, bundan sonra hep böyle gider" diyen "profesör" ünvanlı bir bilim insanı!

Ben gibi, dinleyicilerden bir bayanın aklına da gelmiş olacak, söz alarak "hocam, bilim mevcut kriterlere göre yorum yapmak, şüpheci pozisyonda kalmak değil midir? Gelecek hakkında bu kadar iddialı olmak yerine değişebileceğini de hesaba katmak ve ona göre tedbirler almak, önermek değil midir ekonomistlerin görevi?.." diye sormasıyla birlikte hiddete gark olan hoca ne dese beğenirsiniz: "Sen (!) satanist misin, görmüyor musun, asla değişmeyecek bu!". Aynı dilek, inançları paylaşmama rağmen buz gibi soğudum, desem yeridir.

Fanatizmin bilimselliğin fersah fersah önünde olduğu, yağdanlık olmanın şuursuzca dibine inmiş, uç bir örnek olduğunu kabul ediyorum ama yaşandı, tanık olanlara ve en azından bana çok acı verdi. Çünkü ünvanları taşımakla o ünvanlara haiz kişiliklere sahip olmak ne de farklı şeymiş, gösterdi.

Oysa seçkin bir bilim insanı yaranma, dalkavukluk güdüleriyle değil şüphecilik ve olumsuzluk ihtimalleri üzerinden senaryolanıp, onlar üzerinde çalışıp üreterek ülkesine hizmet eder. Geleceğe dair fal bakıp dalkavukluk yapmak ise özellikle bilimsel sıfatı olan bir kişinin ülkesine yapabileceği en kötü cürüm olmalı; yöneticileri rehavete, yanılgılara sürükleyen.

Belki yanlış düşünüyorum ama bir bilim insanının yerinin gerçeğin peşinde koşan insanlarla birlikte olması beklenir. Ufuk, idealler ve bilim aşkı açısından tam bir rehber olması umulur. Bireysel olarak hem bu zümreler içinde geleceği aydınlatmaya çalışan bir araştırmacı kişilik olmasını hem de daha da gür ve inançlı yeni aydınlanmacıların yetişmesini dert edinmesini dilemeyi, kendimde hak görüyorum.

Eskiden sayısı çok az olan bilimsel yayınların artması için kamu iradesi büyük tazyikte bulunuyor, haklı olarak. Teşvik edici kaynaklar, ödüllendirme sistemleri üretmeye çalışıyor. Görünüşe göre sayı artıyor ama nitelik olarak bakıldığında aynı şeyleri söyleyebilir miyiz, endişelerim var. Bundan ötürü hala patent ve icatlar konusunda çok gerideyiz, bilimsel tespit ve yayın ihraç etmekte, referans olmakta çok gerilerdeyiz.

Çünkü eforumuzu bilimden çok bilimin atfettiği ünvanlarla şov yapıp kişisel beka üretmekle harcıyoruz. Oysa madam Curie olabilecek, bilim için o fedakarlıkları gösterebilecek yüreklilikte bilim insanlarına muhtacız. Rosalind Franklin gibi, 1950'lerin Amerikası'nda kadın olmasından dolayı itilip kakılıp, DNA görsel keşfinin üzerine başkaları konarak bir güzel Nobel ödülü alsalar bile, ısrarla bilim yapmaya devam eden dirayette bilim aşıklarına ihtiyacı var bu ülkenin.

Franklin'in adını yazdırdığı altın harflerin yanında bir televizyon şovmeni olmak, kadın programlarının kadrolu kimyager profesörü veya bilmem ne kürü öneren kozmik arınmacı profesörü olmanın, yarının anılmayanlarının, hatırlanmayanlarının namzetliği anlamına geleceğini görmek, hiç de zor değil.

Gözünü sevdiğim insanoğlu kendine sürekli yeni kurtarıcılar, sözlerine inanmak istediği insanlar uydurup durur. Tıpkı elinde oyuncağıyla mutlu çocuk gibi. Belki de hiç büyüyemediğimizden, oyuncak satanlar, elinde şeker bizi kandırmak isteyenler de eksik olmaz.

Tıpkı sanatçılar gibi bilim insanlarının da mayasında vardır, çalışmalarıyla takdir edilmek, ödüllendirilmek ve alkışlanmak. Lakin bunu bilim çevrelerinde, ait ve ilgili olduğu kamusal bilim organizasyonları içinde gerçekleştirmeli, rol çalarak avama belki de kesinliği şaibeli bilgiler paylaşmamalıdır. "Şu tarihte deprem olacak" diyen hoca, sonrasında nasıl insanların yüzüne bakabilir, anlamakta güçlük çekiyorum.

Çünkü bilim onurlu, doğruların peşinde koşma işidir. Kanıtlanmış bir çalışma sonucudurki; bir bireyi bilim insanı olmaya iten hem genetik faktörler hem de çevresel etkenler vardır. Gençleri bilimle uğraşmaya özendirmeliyiz ama bu daveti ün sahibi olmak için değil, hayat bulmacasında bir taşı yerine oturtmanın onuruna ortak olmak için yapmalıyız. "Oku!" diyene "bulduk" demek için.

Bugün görüştüğüm profesör ile bunların ilgisi ne derseniz; uzun uzun "fotojenik" meslektaşlarının beyanlarını dinledim ondan. Hijyen için, kutu sütler için, kanser için söylenenler hakkındaki düşüncelerini. Bir ifade ile bitirdi sözünü:

"Hepsi yalan! Yalan söylüyorlar..."

Sahi, bunca kavga duman arasında, hangi sütün faydalı ve zararsız olduğunu, adı gibi net bilen var mı: Kutu süt mü, açık süt mü? Eğer şimdilerdeki ekran profesörlerinin dediği gibi açık sütse asıl süt, vaktiyle kamu eliyle yürütülen, Hülya Koçyiğit'in de oynatıldığı "Kutu süt için" kampanyaları da neydi? Yok, eğer kutu sütse ab-ı hayat gibi şifanın membağı, kamu bilincini yerle yeksan eden bunca demeci verdirecek kadar meydanı boş bırakan devletin denetim kurumları nerede?

Anlamlı ve modern bir toplumda,  sıfatı ne olursa olsun, hiçkimsenin kamu belleğini bulandırmaya, koyun gibi bir yerlere doğru "kışkışlamaya" hakkı olmamalıdır. Bilim çevreleri, söyleyecekleri sözü kendi aralarında olgunlaştırmalı ve kamu konusunda idari sorumluluk taşıyan kurumlara iletmeli, tek bir ses ile kamu bilgilendirmesi sağlanmalıdır.

Yumurta yemek faydalı mıdır yoksa zararlı mı: Bunda bile konsensüse varamamış bir bilim zümresi, pişmemiş bir yemeği servise kalkan lokantacıdan başka birşey değildirki aslında.

Didaktik, kirlenmemiş ve içi boş olmayan edebiyatı ben de sevenlerdenim. Sık sık söyleme ihtiyacı duyulan bir atasözü ile perde kapansın:

"Eşek ölür kalır semeri, insan ölür kalır eseri".

Cem Turan

19 Ağustos 2014 Salı

NEDEN YAZIYORUM VE KONUŞUYORUM?

Yıllardır şu felsefeye inandım: Dünyanın neresinde ve kim olursanız olun, bugün yaşıyor olmanız, geleceğin neslinin ve dünyasının şekillenmesinde sizi sorumlu kılar. Tıpkı bugünün dünyasının, geçmişte yaşayanların eseri olması gibi.

Değişik bir dönemden geçiyor dünya: Herşeyin çok hızlıca yaşandığı ve tüketildiği. Önceki yüzyılda belki onlarca yılı alan bir gelişme şimdi günübirlik, sıradanlar arasında sayılıyor. Hemen hergün, geçmişte devrim kabul edilen gelişmeler oluyor.

Bu hızlı tempo içinde, medeniyetin tanımını atlıyoruz. Daha fazla teknolojiye boğulmayı, daha fazla tüketip daha fazla kazanç için koşturmayı, daha lüks içinde yaşamayı, medeniyet olarak algılar olduk. Oysa medeniyet insanın ta kendisidir.

Bunca teknolojik gelişmenin bize, sosyal yaşamımız için daha fazla zaman üretip insanlığımızı doya doya yaşamak imkanını vermesi gerekirken bizleri giderek mekanikleştiren, bir yerlere yetişme telaşı içinde sürekli koşturan, materyal dünyanın biçtiği rol gereği sürekli tüketen, tükettiğiyle anlam bulduğunu düşünen ve tükettikçe borçlar altına giren, girdikçe faturalar için yaşayan ve daha fazla çalışmak için koşturan, kazandıkça daha da fazlasını tüketme girdabına düşen canlılar haline geldik.

Mental yetenekleri artırmak için var gücümüzle çalışırken, birer yarış atı gibi, ebeveynleri tatmin etmek için sınavdan sınava savrulan çocukların ruhi, manevi, duygusal dünyasını görmezden geldik. Sonuçta dijital insanına giden, geri dönülmez yolun eşiğine geldik. Bilgisayarlar hayatımıza kolaylık katacakken, biz insanlar dijitalleştik, kapasitemizi Byte cinsinden ölçer olduk.
Oysa insan eşreftir, mükemmel bir tasarımın, halen hakkında çok az şey bildiğimiz gizem dolu bir eseridir.



Bilgisayar alanındaki teknik üniversite mühendisliğim ve diğer teknik tüm vasıflarıma tezat, yıllardır insanları insanlara hatırlatan seminerler verdim, makale ve yazılar kaleme aldım. Gençlik benim herşeyim; ideliast, inançlı ve şuurlu olmasını, herşeyden önce kendisine tevdi edilen "İkra=Oku!" emr-i ilahisine yaraşır yetişmesini, hayata geliş nedenlerini sorgulmasını arzu ediyorum.

Her ne kadar insanın varoluşsallığına dair bu konular ilahiyat, psikoloji, felsefe, sosyoloji gibi sosyal bilimlerin tekelinde bugüne kadar gelmiş olsa da ben meslektaşlarımın belki de tek örneği olarak uzun yıllardır insanı tariflemeye çalışıyorum:

Nasılki, bir köprü veya bir uçak yapılmadan önce birebir küçültülmüş bir kopyası, modeli üretilip teste tabi tutulursa, yıllar içinde derinleştikçe inandımki; bilgisayar denen cihaz insanın düşünsel fonksiyonlarının birer modellemesidir. Dolayısıyla; beynin ve beyni etkileyen mekanizmaların birer numunesidir. İnsan alemin bir modeli, bilgisayar bilimleri ise insanın düşünsel bir prototipidir. O halde, bu nazarla baktığınızda; algınızı zorlayacak kadar engin bir alemi ve insanı irdelemek konusunda bilgisayar bilimlerinin de söyleyecek çok sözü vardır.

İşte yıllardan beridir, gerek profesyonel iş yaşamımda gerekse davet aldığım sosyal ve akademik camiada seminerlerimin temel konusudur, insan. Herhalde meslek zümrem arasında türümün tek örneği olarak, insana yönelik attığım her adım, beni daha da insana ve onu var edene hayran bırakan bir tasavvuf yolunu aralamıştır.

Yıllar yılı bize biçilen "üretmeyen bir pazar olma" sıfatını terk edebilmek için idealleri ve hayalleri olan, "ben de yapabilirim" inancına sahip gençler üretmek durumundayız ve bu konuda tablo çok pembe değil; yapılması gereken çok iş var.

Anlatımda en etkili yöntemin hal dili olduğuna inandım: Memleket deyince ışıldayan gözlerim, idealizm ve yarına olan inanç dendiğinde titreyen sesim, inanıyorumki söylediklerimden ziyade dinleyenlere tesir ediyorki, seminerlerden çok güzel tepkiler aldık şimdiye kadar.


Hep genç nüfusumuzla övünüp dururuz yıllar yılı. Oysa bilinç, hayal gücü, ideal ve azimden yoksun bir gençlik yarının potansiyelini ortaya koymadan yaşlanmış koca bir toplum demektir. İnanmış, umutları yeşertilmiş ve buyrulduğu gibi; hayatı okumaya başlayan, soran ve sorgulayan, elindeki bilgiyle yetinmeyen bir gençlik bize şifadır.

Bilim tarihi de benimle ilgilidir, ister istemez. Hele hele pek kimse bilmese de dünyanın ilk robotu, bilgisayarın atası diyebileceğimiz sistemler 1200'lerde bu topraklarda yapılmışken.

İbn-i Sina'nın bir sözü beni hep yaralamış ve bir küpe olarak unutmayacağım ahdime dayanaklık etmiştir: "İlim ve sanat, ilgi görmediği toprakları terk eder."



Dönmek zorunda, gelmek zorunda ilim ve sanat yeniden: İşte o zaman yaşadığını hissedecek yeniden bu toplum, yeşerecek gerçekten bu topraklar, kalkacak yeniden mahcubiyetinden eğilmiş başlar. Buna yürekten inanıyorum ve bu inançtan beslenerek güç buluyorum.

Bu temenni ile saygılarımı sunuyorum ve teşekkür ediyorum. Yazmak kadar okumak da zor sanat ve ciddi bir fedakarlık bu koşturmaca dünyasının içinde. Umarım bir vaha, marina gibi kısa süreli de olsa sığınılacak bir dinlence mekanı olabilmiştir yazdıklarım.

Cem TURAN

ANNELİK ÜZERİNE: SOSYAL BİLİMCİLERİN İLÜZYONLARI

  Medeniyet tarihinde tüketilen binlerce yıl sonrasında gelinen bir tek doğru var ise; insanın kendisi hakkında hemen hiçbir tamamlanmış bilgiye henüz sahip olmadığı gerçeğidir. Pozitif bilimleri araç olarak kullanarak fizik, kimya, biyoloji ve bunların türevi teknoloji alanında, kendisi dışında nice deryalarda kulaç atan, nice adaları fetheden insanoğlu lamelin üzerine kendisini koyduğunda, maalesef aynı başarıyı elde edememiştir.


  Tıp, elde edilen büyük gelişmelere rağmen halen başa çıkılmayı bekleyen hastalıklarla dolu, yeni kaşiflerini arayan bir bilinmezler ülkesi. Özellikle psikiyatri ve onun sosyal izdüşümü diyebileceğim psikoloji tam anlamıyla bir kör atış alanı olmaya devam ediyor. Sözgelimi; 1980'lerden bu yana, onyıllarca "dur bakalım, ne olacak?" diye insanlara verilen meşhur bir antidepresanın etken maddesinin, insan yaşamını tehdit eden yan etkilerinin daha yeni yeni farkına varılıyor.

  Tezgahta insanın olmasıyla oluşan muallak, net olmayan durum, atışı serbest kabul eden özellikle sosyal bilimler dünyasından kimilerinin gövde gösterisi yapabileceği uygun, puslu zemini de beraberinde getiriyor, ister istemez.

  Yemeğinizin içine biraz felsefe, biraz sahne sanatı ve ilüzyon ekleyerek, insanlara yediremeyeceğiniz, taraftar bulamayacağınız hemen hiçbir görüş yoktur sosyal arenada. Bu durum, son yıllarda ekranlardan tanıdığımız bilim insanları için oldukça zengin bir menünün oluşmasına, izleyenlerde şaşkınlık uyandıracak şovlar sunmalarına da olanak veriyor, şüphesiz.


  Bilim tarihinin önemli bir kesiti, doğuştancılar (nativistler, canlıların ve dolayısı ile insanın davranışlarının doğuş öncesi programlandığını, bunlarda içgüdülerin baskın olduğunu savunanlar) ile deneyimciler (ampiristler, canlıların ve dolayısı ile insanın davranışlarını doğduktan sonra, çevresel faktörlerin etkisiyle öğrendiğini savunan kesim) arasındaki büyük çekişmeye tanıklık etti ve halen etmekte. Hissettiğiniz gibi; bir kısım, yaşamı şekillendiren ilahi bir program yüklü halde insanın doğduğuna inanırken bir kısmı da "insan herşeyi kendi kendine öğrenir, başka kimseye ve ön yüklemeye ihtiyacı yoktur"a lafı getirmek için büyük uğraşı veriyor.

  Hangisi doğru, hangisi yanlış? Bana göre, hem hiçbiri hem ikisi: En azından, şov sanatlarıyla meşhur olup tribünlere oynamak istemeyen bilim insanları, doğada hiçbir şeyin yalın olmadığının, çok ahenkli bir dengenin, kuvvetler arası adil bir bağımlılığın olduğunun farkındalar.

  Adını vermeyeyim, çok tanınmış bir psikoloji profesörümüz geçenlerde bir söz sarfetti: "Annelik güdüsel birşey değil, öğrenilir. Güdüsel olduğunu erkekler uydurmuş ve böylece çocuğa bakmaktan kaçıyorlar..."

  Yer bir sahne, izleyenlerin ekseriyeti de bayan olunca, doğal olarak sahnede bir alkış tufanı, "yayaya şaşaşa bizim profesör çok yaşa" yaygarası kopuyor elbette.

  Ama ya gerçekler?

  İnsan (ve diğer canlılar dünyası) ne sadece genlerin etkisiyle şekillenebilecek ne de bunlar olmaksızın, salt çevreyle olgunlaşacak bir mekanizmadır. Son derece derin bir dünyadır, tek gözü kapatarak görülemez.

  Bizden bir ifade ile; her bilgisayar, üretildiğinde içine konan ve BIOS (Basic Input-Output System) adıyla anılan bir mekanizma, yazılım tarafından yönetilen ilk kabullenişler, ilk değerler (initial values, default values) ile ortaya çıkar. Bunlarsız bir bilgisayarın varlık göstermesi beklenemez.

  Bu durum sadece bilgisayara özgü değil, görebildiğiniz her obje için geçerlidir, aslında. Çünkü hayattaki her nesnenin  bir ilk değeri olmak zorundadır:

  Bir pencere üretildikten sonra kullanıma sunulduğu ilk anda durumu nedir: Açık mı, kapalı mı? Bir su sayacının monte edildikten sonra sayacağı ilk değer neyin üzerine eklenecektir? Göstergenin ilk değeri nedir? Bir otomobil motorunda, araç çalışmıyorken pistonların ilk durumu ne olacaktır: Yukarıda mı, aşağıda mı? Bir elektrik düğmesinin hangi durumu açık hangi durumu kapalıdır ve şu anki durumu nedir? Bir gen dizilimi hangi kod ile başlamalıdır? Kalp kapakçıklarının ya da daha da güzeli, bağırsak kaslarının ardışıl kasınımları hangi kastan başlamalıdır?...


  Dolayısıyla ilk değerler, belirsizliğin ortadan kalkması için ve bir sistemin işleyebilmesi için çok hayatidir. Yazılım dünyasında, bizler ilk değerlerin varlığına ve onları manipüle etmeye oldukça alışkınız. Herşey ilk değerlerin, (genetik yolla gelen bilgilerin) üzerinde yükselir ve çevresel faktörlerle geliştirilebilir. Eskilerin deyimiyle "insanın içinde olması gerek bazı şeyler", eğer yoksa sonradan konulamaz, çok çok konulduğu sanılır.

  Eskinin bilgisayarlarını hatırlıyorum: BIOS arabirimine girince "Klavye: VAR/YOK" diye seçenekleri bile vardı. Burada YOK seçerseniz, mümkün değil, klavyesi çalışmıyordu bilgisayarın. Yani ilk değer olarak ne verirseniz inanıyordu bu pahalı aletler. Allahtan, bu gibi garip durumların oluşmaması için şimdiki modellerde böylesi seçenekleri kaldırdılar da klavyeyi kurtardık, hiç değilse.

  Anneliği sadece çevresel koşullara, kültüre bağlayan sayın psikoloji profesörüne cevabım şu olabilir: Böyle bir söylem ile ancak feministlerin yıldızı olabilir, zaten özellikle son otuz yılda büyük korozyona uğramış aile yapımızı, içinden kadının en ulvi rolünü çekerek ancak bu kadar çürütülmesine katkı sağlayabilirdiniz. Ortalık yeterince çalışan anne baba figüründen ötürü ilgiye muhtaç, mekanik ve dijital dünyanın esiri olmuş çocuk dolmadı mı? Neden insanlara bu ulvi sorumluluğu "üstünden atılabilir, devredilebilir" bir görevmiş gibi gösterme yolunu seçersiniz, oldu olacak; dadıya anneliği "öğretin", çocuk anne olarak onu bilsin. Anneliğin kimyası sadece çocuk bakımıyla mı ilgilidir? Babayla birlikte, kişiliğin tüm oluşum ve mayalandırması, henüz anlayamadığınız, dünyada hiçbir makamla karşılaştırılamayacak kadar büyük olan, annelik kurumunun sevk ve idaresinde gerçekleşiyor.

  Ayrıca insan gibi halen muamma olan bir konuda böyle fotojenik beyanların hiçbir bilimsel dayanağının da olmadığını en azından ben biliyorum ve kamuoyunu aydınlatma görevi gereği dile getiriyorum. Sizin anneliği "öğrenilebilir, herkes tarafından rahatça yapılabilir, sıradan bir alışkanlık" olarak gösterme çabanıza delil olarak sunacağınız her ampirik teze onlarca karşı bilimsel yayın ve muteber delil ile yanıt vermekten mutluluk duyarım. En azından bu şekilde, bireysel kazanımlar uğruna kültürün, toplumsal yaşamın ve erdemli bakışın yok edilmesine, bozuk para gibi harcanmasına karşı koyan bir nefer olabilirim.

  O halde, haydi gidin; bulldog (saldırgan) cins bir köpeği retreiver (bulup getiren) ya da terrier (toprak eşeleyen) veya hiç olmazsa shepher (çoban) köpeği haline "öğreterek" çevirin. Ne mümkün!


  Okuyucuyu sıkmamak için teknik tarafına girmemeye kararlı olmakla birlikte, beynin onüçüncü bölgesinden, izolösin veya glutamin amino asitlerinin oynadığı anahtar rollerden hiç mi haberiniz yok? Ya doğum anında rahim kasılması ile süt salgılamayı başlatan mekanizmanın aynı ortak şaltere bağlı olmasının mükemmel tasarımına, okuduğunuz yayınlarda hiç mi denk gelmediniz?

  Bilimsel sıfatlarla bugünün insanını coşturmak, pirim elde etmek, fiyatını artırmak için uğraşı verenler korkarım silinip gidecekler, vefatlarından sonra bilim adına anılmayı gerektirecek hiçbir cürüme imza atmamış, memuri şahsiyetler olarak. Oysa gerçeğin peşinde koşanlar için bilim sonsuzluğa açılan bir kapı olmuştur hep. Bundan olsa gerek, bilim adına saydığımız isimlerin arasında çağdaşlarımızın pek de olmaması.

  Anne toplumun herşeyidir: Rehberi, öğretmeni, dengeleyicisi... Annelik basite alınarak devredilebilir bir bayağı sorumluluk gibi algılatılırsa, kısaca; annelik ölürse, toplum ölür. Gerçekten ayrılmayın, şöhret için toplum mekanizmasının çarklarına gelişigüzel, yalan yanlış çomak sokmayın. Çünkü bu devirde yaşamak, geleceğin inşasından sorumlu olmaktır.

Cem TURAN

16 Ağustos 2014 Cumartesi

İNTERNETTE KULLANICI OLMAK, OLTANIN ÇOKLUĞUNDAN, GÖZ GÖZÜ GÖRMEYEN BİR DENİZDE BALIK OLMAKTIR.

  "Fişleme" deyince nedense, pek çoğumuzun tüyü diken diken olur, demokratlığımız tutar, "yahu olur mu öyle şey!" diye feryat figan ayıplamalarımızla ürettiğimiz bir kaşık suda boğuveririz, yelteneni. Çünkü yaptığı gerçekten medeniyetle bağdaşmayan, insanı bir kobay gibi görüp değersizleştiren, mahremiyete ve özel hayata doğrudan bir tehdit olarak gördüğümüz, ayıplanası bir iştir, fişleme meraklısının.


  Meraklısı da çoktur, aslında toplumsal genimizdede vardır: Eski, dar sokaklı mahallelerde, pencerelere konuşlanmış hatta abartarak kaldırım kenarlarına üs kurmuş "meraklı Melahat" teyzeler ve biraz daha nadir görülmekle birlikte bey amcaların da karıştığı bir "uzman kadro" mahalleye kim kimle gelmiş, ne zaman gelmiş, niye ve nereden gelmiş, kimlerdenmiş, medeni hali ve sebeb-i ziyareti ne imiş... gibi envai çeşit konuda sıkı bir çetele tutarlar ve bunları derhal, "yeni havadis" özlemi içinde yanıp tutuşan karşı binanın camındaki yahut gün toplantısındaki diğer "hanım ablalara" veya mahalle "kıraathanesinde -hani şu, hemen hiçbir zaman adına uygun, okuyanları içinde bulamayacağınız yer-" bekleşen emekli taifesine yetiştirmenin yollarını arayanlar hiç eksik olmadılarki.


  İnce bazı noktalara dikkat çekmenin tam yeri: 

  Şüpheli bir kişinin kamu adına kanuni izin ve yetkiler çerçevesinde ki "adli takip" denilir, izlenmesi alışık olduğumuz bir vakıadır ve bazı olayların aydınlatılması için kamu yararına telefondan fiziki takibe kadar değişen aralıkta bu sürecin yaşanması doğal karşılanmakta olup, konumuz dışıdır.

  Fakat, belirli bir öznesi olmayan ve bir bölgeyi, kesimi hedef alan takipler ise mutlak surette ilgililerin ön uyarımını ve çalışma hakkında bilgilendirilmesini zorunlu kılar. Bu tür ön bilgilendirmeler uluslararası medeni normların kişilik hakları üzerindeki koruyucu taahhütleri ile garantilenmiştir.

  Buna güzel bir örnek olarak, şehirlerarası karayollarında sıkça gördüğünüz radar ile hız tespiti uygulamalarını rahatlıkla verebilirim.Trafik ekiplerinin vatandaşı zaman zaman habersizce, ansızın "tufaya düşürme" girişimleri çok şükürki, genellikle yargıdan dönmüş, yargı yüksek sesle "levhalar ile önceden bilgilendirmediysen, orada kestiğin cezanın hükmü yoktur" deme erdemini gösterebilmiştir.



  Bununla ilgili bilgim dahilindeki son örneklerden birisi, Yargıtay 12. Ceza Dairesi'nin 2014 Yılında vermiş olduğu; "uyarıcı levha olmadan radarla hız kontrolü yapılamayacağı" hükmüdür. Karar detayında, "hukuk devletinin bir erki olan idarenin görevinin, öncelikle bireylerin kuralları ihlal etmesini bekleyip cezalandırma yoluna gitmesi değil, kurallara uygun davranma düzeyini ve alışkanlığını geliştirmek olduğu" bahsine yer verilerek, insanların bilgileri dışında takip edilemeyeceğinin altı bir kez daha çizilmiştir.

  Bunca lafı neden mi şimdi ettim? Elbette işin ucunu bize; bilgisayar, iletişim, enformatik ve insan sularına çekeceğim:



  Yeni bir internet yasamız var, malumunuz ve üzerinde çokça spekülasyon yapıldı: Kimileri yerden yere vurdu kimileri baş tacı etti. Aslında değerlendirmelerin hepsinin tutarlı, haklı tarafları da var fanatizmle söylenmiş, görülmek istendiği gibi ele alınan, aslı astarı olmayan lakırdı dolu yönleri de.

  Bir de bildim bileli tahammül gösteremediğim, "Efendim, Avrupa'nın bilmem neresinde öyle yapılıyor" veya "Amerika'da da öyle oluyo, sen ondan daha mı iyi bilicen?" kabilinden sorgusuz, şuursuz, tam teslim olmuş bir ruh haliyle her referansı belirli dış düşünceye bağladığında içi rahat eden tipler var. Hem de tahmininizden çok fazla ve etkili yerlerde hep oldular ve olmaktalar. 



  Kah danışman, kah bürokrat kah siyaset kurumunda varlar ve onlara pirim verenler bu denli çok oldukça, "Avrupalı ya da Amerikalı ağzı ile" konuşmalarını hayran hayran izleyenler bulundukça, Amerikalı yazarların "kültür ve değerden yoksun" güya kişisel gelişim kitaplarından aldıkları zırvaları köşe bucak satanlar bunca teveccüh gördükçe semermeye ve serpilmeye devam edecekler. 

  Sahi, medeni kanunumuz neredendi bizim? Devşirmelerle, yap-boz bir puzzle gibi yama derlemeleriyle ortaya getirilen hukuki düzenlemelerin, ayrı bir kapta, yüzlerce hatta binlerce yıllık kültür sosu içinde mayalanmış bir topluma adapte edilmeye ısrarla çalışılması, yenemez derecede vahim bir tada sahip bir "vıcık" bulamacın olması sonucunu doğurmaz mı? Bu değil midir, dünyanın başlıca hukuk ihracatçısı Fransa, İsviçre ve diğerlerinden aldığımız "bulyonlar" ile lezzet vermeye çalıştığımız ama seksen küsür yıldır hala geveleyip durduğumuz?



  Eski köye yeni bir adet... Pek de severiz ya!

  Diyorumki; internette gezinmek de, karayolunda araç sürmekten farksızdır. Bir yerlere girer çıkarsınız, kimi yerde mola verirsiniz. "Dur bakayım, şu neymiş?" der, başka bir yere saparsınız. Kimi zaman internete girme amacınızı unutur, kendinizi linkler üzerinden zıplaya zıplaya bambaşka bir "meskun mahal, yerleşim bölgesi" yani "internet sitesi" içinde bulursunuz. Ortam farklıdır, gerçeklik farklı ancak olay aynı: Yolculuk!

  Dolayısı ile tıpkı Yargı'nın Emniyet'e söylediği gibi; kimse bir alanı, sorgusuz sualsiz ve özellikle haber vermeden, içeriği hakkında bilgilendirmeden dinleyemez, gözleyemez, bilgi toplayamaz. Kısaca "burada radar uygulaması var" yazan tabela koymadan kimseye ceza kesemez.



  Şimdi birer kullanıcısı olduğunuz internet dünyasına alıcı gözle dönüp bir kez daha bakın: Girip çıktığınız sitelerden hangisinin sizinle ilgili ne yaptığı hakkında bir bilginiz var? İçinde özgür müsünüz yoksa ensenizde sanal nefesini hissettiğiniz ajanlar mı dolaşıyor? Kesinlikle!

  Siz ve size dair hemen her şey; konum bilginizden IP adresinize, yaş ve cinsiyetinizden sosyoekonomik ve sosyokültürel yapınız, eğilimleriniz, tercihleriniz, eğitim durumunuz, yaşam tarzınız, ne zaman ne yaptığınız, psikolojik durumunuz, zaaflarınız, ettiğiniz sözlere, temasta olduğunuz insanlara kadar hemen her şey!

  Bir kullanıcı olarak, internette hakkınızda bunca bilginin durmak bilmeyen ajanlarca sürekli not edilerek raporlandığından haberdar mısınız? Peki hangi siteler hangilerini topluyor? Bu bilgileri kimler alıyor ve kullanıyor? Girdiğiniz bir internet sitesindeki sayfaya serpiştirilmiş reklamlara bakın; tam size göre değiller mi? Şuradaki kıyafetin  rengi ve bedeni... Sanki sizin için üretilmiş gibi, değil mi? Şu gıda reklamındaki tatlılara ne demeli? Tatlı sevdiğinizi kim bilebilirki?... Hadi artık kırmayın, alın onları (!). Tümü tesadüf mü? O halde, saflığa varan fazlaca bir iyimserlik içindesiniz.

  Başka nerelere gitti bilgileriniz? Pazarlamacılar dışında, araştırma şirketlerine? İstihbarat kurumlarına, gizli servislere hatta terör örgütlerine? Hatta belki de patronunuz bile bir sanal ajan tutmuş, yirmidört saatinizi an be an değerlendiriyordur, kim bilir?

  Bütün bunların etik, ahlaki olup olmadığını sormuyorum bile. Siz şüpheli değilseniz ve doğrudan hedef alınmıyorsanız hukuki erk izni ile takip edilebilirsiniz. Lakin kamuya açık hiçbir yol, alan kimselere haber verilmeksizin "dur bakalım, şurada ne oluyor" mantığı ile takip edilemez, log'lanamaz ve kişiye özel bilgiler toplanmaz. 

  Yasalar en azından böyle diyor ama görünene göre, demekle kalıyor. Çünkü internet dünyası tümüyle log tutanların, çerez ve benzeri yöntemlerle içeriden veri çekenlerin cirit attığı kirli, bir mafya dizisi sahnesini andırırcasına loş, karanlık, yerden buharlar çıkan, korkulası bir ortam olma yolunda hızla ilerliyor. İnternette peşinize takılanların büyük çoğunluğu, şimdilik pazarlamacı taifesindenmiş gibi gözükse de durumun giderek farklılaştığı, bu "kirli bilginin" pekçok farklı öbeğin de iştahını kabartarak alana çektiğini de söylemeden geçemeyeceğim.

  Sivil inisiyatif harekete geçmeli. Aklı başında toplumlar ve yasa koyucular mutlaka bu konuya ilgi göstermeli. Bu sözüm biraz "kızım sen işit, gelinim sen anla" der gibi oldu. Aslında, uzun uzadıya baştan beri aşamalandırarak anlatmaya çalıştığım meramım, başkalarından akıl edip çözüm üretmelerini beklemeden, genellikle yaptığımız gibi; sonra da kolaycılıkla ithal edip kendi yasalarımıza yamamadan, bir gereklilikten yola çıkarak sivil inisiyatiflerin tartışarak pişirdiği, kendi kültürümüzün baharatlarının aromalarını taşıyan bir yemeği, yasa koyucularımızın önüne koymak ve onları yasalaşma konusunda motive ettiklerini görmektir.

  Sözgelimi, tıpkı yoldaki radar uygulamasını işaret eden levha gibi "bu sitede hakkınızda bilgi toplanmaktadır" anlamına gelecek, de Facto bir standart sembol üretilebilir. RTÜK yayın sembolleri gibi. Kimlerin hangi bilgiyi, neden topladığını ilan etmesi istenebilir. Bu bilgilerin paylaşım güvenliği sağlanabilir...

  5651 Sayılı İnternet yasasına bir baktım, bazı açılardan ruhum daraldı: Bırakın internet sitelerini, internet servis sağlayıcıları, içerik sağlayıcıları, internet kafeler, bilgisayar kullanıcı sayısı belirli bir sayıda olan tüm şirket ve kurumları, otel ve benzeri konaklama yerlerini, internet altyapılarını kullanan kişilerin ne yaptıklarını takip etmeye, kayıtlar düşmeye mecbur bırakıyor. Bu casusluğu yapmazlarsa büyük ceza vereceğini söylüyor.

  Tüm bunları bildiğimiz, klasik devletin kendini koruma refleksi olarak anlayabiliriz. Adli bir gerekçeyle, kısa yoldan sonuca varmanın bir tedbiri olabilir.



  Peki ama ya bireyin korunması? 

  Birey hakkında sürekli bilgilerin damıtıldığı, elde edilen bilgilere bin türlü veri madenciliği entrikaları uygulayıp neredeyse yeniden sanal kaderi çizilmiş olan, bir laboratuvar faresi gibi davranışlarının takip edildiği ve sıkça müdahale edilerek başka bir doğrultuya yönlendirilen, mahremiyet hakkı olmayan, "ihmal" (ignore) ve speküle edilebilir bir absürd varlık olarak kalmaya devam mı edecek?

  Sistem halen bireyin birer kullanıcı olarak ekran başında yalnız yakalanmış olmasından aldığı cesaretle kullanıcı "kemirgeni" olarak yaşamaya devam ediyor. Korkarım böyle giderse, belki de makul bir gelecekte dünya, şimdiye kadar tanışmadığı yeni bir kavram ile karşılaşacak: Sanal ihtilal. İşte o gün birey, dijital yolla sömürülmeye karşı birlikte karşı koyuşun gücünü keşfedecek.

  Umarım gerek kalmaz. Aydın insan olmak, avamın güncesine girmeden bir konu hakkında farkındalığa sahip olup, alternatif tedbirler üretebilme basiretini gösterebilmek ise, buna gerek olmamalıdır.

Cem TURAN