24 Ocak 2015 Cumartesi

SONUNDA "İDDİA" EDEBİLEN KİMSE KALMADI

Evet, kalmadı. Onlarca yıllık bir hikaye. Hem de Devletin KENDİ ELİYLE ve KAMU KAYNAKLARIYLA!

Devlet aklını oldum olası, içine düştüğü tezatlıklardan dolayı anlamakta güçlük çekerim.

Neye üzülmek gerek, bilmiyorum: 

Bir yandan bir dil kurumu var devletin; "otobüse oturgaçlı götürgeç, faksa belgeçer, selfie yerine özçekim" dememizi isteyip duruyor. Diğer yandan aynı devlet KENDİ ELİYLE, KAYNAĞIYLA insanlarının dilini bozuyor.

Ben iddia ediyorum ama bugünün gençlerinin büyük çoğunluğu "iddia" edemiyorlar, "iddaa" ediyorlar. Denemesi bedava: Ortaokul ve liseli öğrencilerin eline birer kağıt parçası verip iddia kelimesini yazdırın. Sonuç dramatik! Tek sorumlu: Devlet!


Ondan da geçtim daha da vahimi, başkası yapınca suç kabul eden devlet yine KENDİ ELİ ve KAMU KAYNAKLARIYLA geniş bir coğrafyada kumarhane işletiyor, kumar oynatıyor hem de zorla, beyin yıkayarak! Spor diye sadece etiketi kalmış, kokuşmuş rant öbeği haline gelmiş bir futbol şov sektörünü malzeme edip ondan kumar üretiyor ve bu cürümünü makul göstermek için bin türlü ilüzyon üretiyor: "Çoluğunuzdan çocuğunuzdan keserek bize yutulduğunuz paraların yüzde bilmem kaçı Çocuk Esirgeme Kurumu'na yüzde bilmem kaçını şu hayra hasenata..."

Eğer bu devlete emanet kimsesiz çocukların, gençlerin, düşkünlerin kursağına devlet KENDİ ELİYLE, KAMU KAYNAĞIYLA haram, kumar parası sokuyorsa sözün bittiği yer olmalı ki kimsenin gıkı bile çıkmıyor. Örneğin devletin bir başka kurumu olan Diyanet camiası sükut içinde kalıyor, buna ortak oluyor. Devlet silahlı kuvvetlerini güçlendirme, emanet çocuklarını esirgeme, yaşlılarını gözetme, fukarasına yardım için kumarhane işletmeciliği yapmaya tenezzül etmemeli, kirletmemeli hem mideleri hem dimağları. Çünkü bunlar da yıllar içinde normalleşerek işte burada olduğu gibi kimselerin zoruna gitmez derece benimseniyor, bilinçler kabullenecek yönde yıkanıp yağlanıyor. Neyle? Devletin KENDİ ELİ ve KAMU KAYNAKLARIYLA!


Devlet damıtık, arı, kirlenmemiş bir yaşamı her haliyle insanlarına çağrıştıran kurum olmalı. Değerlerin, erdemli yaşamın, ahlak ve faziletin, kültürün önemini önce hal diliyle; bizzat her uzvunda yaşatarak eğitmeli insanlarını. KENDİ ELİ VE KAMU KAYNAĞI İLE dilini, kültürünü, etik değerlerini sürekli korozyona uğratan bir devletin daha kendini revize edecek çok sorunu var demektir. 

Ya şimdi? Başına bir de "Milli" koymamışlar mı piyangonun, güler misiniz ağlar mısınız? Milli mili bakışıyoruz yuvarlanan toplara. Lisanslar dağıtılıyor daha da kökleştirmek için kumarı. Orada burada internet sitelerinde kredi kartları boşaltılıyor, aileler yok oluyor, ocaklar sönüyor, hayatlar kararıyor, kimin umurunda? Neymiş, 18 Yaşından küçüklere yasakmış. Neden? Çünkü 18 Yaşından sonra hukuki ehliyet taşıyor insanlar ve ağa düşürülenler kendi yaptıklarından mesul oluyorlar, neleri varsa alınıyor. 

Şansa, talihe, falcı oklarına bağlıyoruz umutlarımızı, bağlattırılıyoruz. Neyle? Devletin KENDİ ELİYLE ve KAMU KAYNAKLARIYLA!

Devlet genç filizlerini, insanlarını kendisi bozmuyor mu aslında fazlaca? Hem de KENDİ ELİ ve KAMU KAYNAKLARIYLA! Ve tek örnek keşke burada yazanlardan ibaret olsa...

Hani anayasada yazıyor ya: İnsanlarının ahlakını, kültürünü, huzurunu korumak devletin görevi. Neyle? KENDİ ELİ VE KAMU KAYNAKLARIYLA! Ah bir de uygulasa!

Cem TURAN

17 Ocak 2015 Cumartesi

HEPİMİZ BİLGİYİZ

Hepimiz kesinlikle birer bilgiyiz. Önce kendimizi, sonra familyamızı ve bölgemizi temsil ediyoruz.Yaş grubumuz, cinsiyetimiz adına birer örnek teşkil ediyoruz. Dakikada aldığımız nefes sayısından attığımız adıma kadar herşey bir bütün yağlıboya resmin birer fırça vuruşu olmalı.


Dünyaya bu gözle bakınca; insan bir garip oluyor. Kimin eli kimin cebinde pek belli değil. Dünyanın bir bölgesindeki üretim planlaması, diğer bir bölgesindeki tüketici alışkanlıklarına göre yapılıyor. Dünyanın insan yüzü görmemiş bir köşesindeki nadir bir canlıdan elde edilen küçük bir bilgi, insanlığa kök söktüren bir hastalığa şifa olabiliyor...

Sosyal yaşamda şirketler, kurumlar, insan toplulukları için yön verici olabilen, birlikte oluşturduğumuz ağların sağılmasıyla elde edilen anahtar bilgiler olabilecekken, mikro ölçekte hücre ve genlerimizin, atomların birbirleriyle ilişkilerinden doğan sınırsız bilgi kümeleriyle karşılaşılıyor. Makro ölçekte gezegenler, galaksiler ve bunlar arasındaki hareket bağlarını siz düşünün.

Dolayısıyla dünya tam bir bilgi ağı ve karmakarışık bir arapsaçı yapıyor yaşamı. Bilgi teknolojilerinin gelişmesine paralel olarak düşen bilgi işleme maliyetleri ve artan teknik yeterlilikler, yakın geçmişe kadar mümkün gibi görülmeyen derinliklere kadar oltaların atılarak bilgi avına çıkılmasını mümkün kılıyor.

Bu bilgiler doğru ellerde anlamlandırıldığında, yapanlara büyük avantajlar ve faydalar sağlayabiliyor. Bu nedenle bilginin savaşının olduğu, bilgi çöplüklerinden kimsenin dikkatini çekmeyen atıklardan dünyayı altüst edebilecek yeni sonuçlar çıkarmanın önem kazandığı önemli bir döneme girmiş bulunuyoruz. Deyimlerimize yansımış haliyle; nabzımızın kaç attığının her an birileri tarafından bilinmesine alışmak gerek belki de. Yeterki biz de damarlara yakın durup kalbin ritmini duyabilelim.

Cem TURAN

14 Ocak 2015 Çarşamba

"SAĞLIKSIZLAR" CUMHURİYETİNE DOĞRU

Önüm arkam sağım solum sobe: Sağlığını devlete emanet eden ebe! Devlet dediğimiz siyasal organizmanın muteberliği; bağlı olduğu anayasasına sadakati ile ölçülebilir. Anayasada insanlarının beden ve ruh sağlığını korumak da devletin vatandaşlarına karşı sorumluluklarının başında zikredilmektedir. Oysa pratikte devlet, sağlığı bozan her türlü suniliğe, kimyager cambazlığına göz yumarak bu büyük vebalin bir hissedarı gibi davranmakta ve bunun sonucu olarak devasa hastane yatırımlarına her geçen gün daha fazla kaynak ayırmaktadır.

Daha fazla diyabet merkezi, daha fazla onkoloji hastanesi... Dudak uçuklatan maliyetlerdeki reçetelerin beslediği müthiş sektörler barındırır içinde, sadece bu bir kaç alan bile.

Köşe bucağın AVM ile doldurulmasında müthiş istekli görünen devlet, son zamanlarda "obeziteden" şikayet etmekte. Oysa çıkıp o biricik AVM'lerin son katlarındaki fastfood imparatorluklarının "vahalarını" görebilseler ne büyük bir tezat durum ürettiklerini de belki anlayabilirler. Şüphesiz obezitenin artmasında da devlet kabahatlilerin büyüğü.

Pancar şekerinin kökü kurumuş gibi, fruktoz ve glukoz şuruplarıyla yapılmış büsküvi ve tatlı şekerleme dolup taşan, doğal maya yerine kimya hokkabazlığı "mikrobiyal" mayadan üretme peynirlerin, ne olduğu hala meçhul, bozulmak nedir bilmeyen sütlerin, koruyucu ve katkılar ile yeniden keşfedilmiş kof, çamaşır suyuna bastırılmış gibi akla zarar beyaz ekmeklerin cirit attığı market gulyabanilerine  halkını yem olarak sunan kim?

Bir otomasyon projesinin analiz çalışmaları sırasında dinlerken irkildiğim, büyük bir et üreticisinin şu sözlerine ne buyrulur: "Türkiye'deki hemen her üretici bugün işkembeyi asetonla beyazlatır." Bu düpedüz cinayet değil de nedir? Birden değil, yavaş ve sancılı bir şekilde ölüme götürerek.

Piyasa ot, çöp satan cengaverlere kaldı. Dr. ünvanlı yeni marka yüzler türüyor her gün, televizyon televizyon dolaşıyorlar ve sonra kendi isimleri ile mağaza zincirleri kuruyorlar. Şifalı baharat imparatorlukları umut simsarlığı yaparak misliyle büyümeye devam ediyorlar. "Tarım Bakanlığı" izniyle "Sağlık Bakanlığı" alanında halay çekiyorlar, "ilaç, iksir, şifa..." üretiyorlar. Bizde bürokrasi ünlüdür, kelime oyunları ile kamuflaj üretmekte: Şimdilerde bu otlara "zinhar, onlar gıda takviyesi!" dedirtiyorlarsa da ne hamam ne içindeki tas değişmedi; eski tas eski hamam devam etmekte.  Devletin bu durumda da büyük günahları var.

Devlet bir ürün zararlıysa, zarar verme ihtimali küçük de olsa var ise, zamana yayılmış bir şekilde zararlı olma potansiyelini koruyorsa, üretenin adı, sanı, parası pulu ne olursa olsun, bu yanlışa "dur" diyebilmelidir. Halkının hakkı için!

Bal ile ilgili yaşanan trajikomik olayları hatırlıyorsunuzdur. Televizyonlar bal reklamından geçilmiyordu. O kadar ayyuka vardı ki rahatsızlık, devlet ancak o raddede tedbire ihtiyaç duydu ve şüphelerin ne kadar da yerli yerinde olduğu, yapılan tetkikler sonucunda ortaya çıktı.

Bir yerde, insanlar huzur içinde, "kontrolünü devletim yapıyor, doğallığına hiçbir müdahale yok" rahatlığı içinde alışveriş yapıp onlarla karınlarını doyurabiliyorlarsa, ancak oradadır anayasasının hakkını veren, insanını koruyan devlet.

Örnekler daha çok car ve her biri can sıkıcı. Tadında bırakmalı tenkiti. Politikaya malzeme olsun diye değil bu sözlerim. Bu sorunlar bugün olduğu gibi dün de vardı, ondan önceki gün de. Bu büyük kronikleşmiş sıkıntı şuursuzluğumuzdan beslenen asalaklardan birisi. Bugün var ama belki yarın kökü kazınacak, kim bilir. 

Umarım, inşallah, i hope!

Cem Turan

DEVLETE GÖRE 2014'TE TÜRKİYE'NİN EN GEÇİMSİZ ŞEHRİ: GİRESUN *

(* Devlet İstatistik Enstitüsü, 2014)

Boşanma oranlarına göre DİE böyle bir istatistik sonuç yayınladı, 2014 Yılı sonlarında. Kayda geçen temel nedeni de açıklamışlar: Geçimsizlik.

Sadece önüme gelen bir istatistik sonuç olduğu için paylaştım. Giresun değil elbette konum.

Yazılarımı takip edenler, insanı şekillendiren asıl belirleyici gücün öz ve genetik yollarla taşınanlardan çok, adeta genetikleştirilmiş çevresel koşullar olduğuna vurgularımın çok kuvvetli olduğunu bileceklerdir. Epigenetik dediğimiz; genellikle karşı konulamayan, hemen her bireyinin bünyesine "anane" olarak nüfuz eden bu müthiş etki, dışarıdan bakıldığında o yörenin ortak özellikleri gibi görülmesine neden oluyor. Sonuç, bölgesel ayırımcılık: "Şuradan adam çıkmaz" veya "şuradan olana güvenme", "şuranın insanı zekidir"...

Aslında değil; bölgelerin, şehirlerin hiçbir anlamı yok. İnsanları yörelerine göre böylesine ayırmak, oldukça kolaycı, akl-ı selamet ve bilimsellikten uzak, "damgalayıcı" bir eylem, şüphesiz. Oradaki insanların el birliği ile ürettikleri bir yaşam çevresi ile ilgilidir ifade edilen. 

Nedir bunlar?
Bilgisayar bilimlerinin aletlerini ve veri madenciliğini biraz bu yöne odaklarsak müthiş çıktılar elde etmek mümkün olabilecek:

- Bağımlılık: Bu insanlarda sigara, alkol hatta uyuşturucuya eğilim göstergeleri nedir? Sözgelimi; elden düşmeyen sigara ile oluşan sosyoenformatik tablo arasındaki ilişkiler nedir?
- Sosyal bağımlılık: Bu insanlardan ne kadarı ön kurgulanmış aidiyet duygularını yaşamaktalar? Futbol fanatizmi, hemşehricilik ve benzeri; bireysel öz iradeler yerine tabiyeti önceleyen, kabilevari yaklaşımların esiri durumundalar? Örneğin; salahiyetleri olmaları durumunda, kamu yönetiminde personel alırken neye önem verirler: Liyakat ve ehliyete mi yoksa kan ve yöre bağına mı?
- Ortalama çocuk-ebeveyn kaliteli zaman geçirme oranı nedir?
- Hangi alanlarda düşünür, bilim insanı yetişmiştir?
- Sosyal roller, sorumluluk kriterleri gibi önemli parametrelerin bölgesel izdüşümleri nedir?
- En çok devlet memuru mu olmaya eğilimlidirler, sosyal alanlarda çalışmaya mı, müteşebbis olmaya mı?
- Yüzde kaçı Toto, Loto, Piyango veya bilumum kumar tecrübesine sahiptir?
- Yaşamın ağırlığı emeğe dayalı mıdır yoksa entellektüel bir birikim var mıdır?
- Kitap okuma oranı nedir?
- Günlük gazete satış rakamları?
- Tarih, edebiyat, pozitif bilim gibi spesifik alanlardaki süreli yayın satışlarının ağırlığı nedir?
- Eğlence yerlerinin, barların, "kıraathanelerin" sayısı?
- Okul türleri, bölüm türleri ve rağbet oranları nedir?
- Uçbirimler arası telefon görüşme oranları, ağırlıkları nedir? 
...

Giresun örneğini başlığımda geçirmemin tek nedeni, dikkatinizi çekmekti elbette. Konumuzla hiçbir ilgisi yok. Giresun, Doğu Karadeniz'de Trabzon ve Ordu gibi iki dev şehrin arasında sıkışmış, kendi halinde bir şehir olmalı. Oldukça "geçimlilerini" de "geçimsizlerini" de tanıdım bu şirin şehrin, tıpkı diğer şehirdekiler gibi. Ama bu, doğusunda ve batısındakiler sosyal, endüstriyel ve ticari birer marka şehir haline gelmişken neden fındık kabuğu gibi küçük kaldığını sormama engel değil. Aynı ekonomik gelişmişlik farkını, bütünleşik kardeşler olan Sivas ve Kayseri arasında, Gaziantep ve komşuları arasında da görüyoruz. Bir şeyler farklı olmalı, hayata bakışa dair ve bakılan çerçeve üzerine tanzim edilen yaşam tarzına dair.

Bireylerin ona buna aidiyetleri ile, çevresel koşulları içinde hazır bulduklarını taklit eden kişiler olmaktan kurtulup, "okuyan" ve iradeleriyle "yorumlayıp değerlendiren" insanlar olmaları gerektiğini savunan birisi olarak, benim için muteber  tek bir kimlik var: İnsan olmak ama sorgulayan türden. "Oku!" davetine sonuna kadar icabet edenlerden olmak. Bu değerden ve ürettiklerinden yoksun insanlara tek parametre kalıyor: Aidiyet... Futbol takımına, hemşehriciliğe ya da arkadaşlarıyla oturduğu masanın üzerine koyduğu telefonunun markasıyla, cemaatiyle, siyasal gruplarıyla aidiyet...

Ancak şunu gözden kaçırmamalı: İster bir mahalle ister bir ülke ölçeğinde de olsa, oluşturulan çevresel etkilerin sonucunu yaşarız. Sözgelimi bir pazar ekonomisine sahip olmakla, uzun yıllar ve henüz tüketenler liginde olan "iyi bir satış alanı" olmamız gerçeğinin ardında da şüphesiz çevresel enstrümanlarla oluşturulan bu tür etkiler önemli rol oynamakta.

Diğer ifadeyle; çevre düzelmeden aydınlanma ve gelişim yolunun açılamayacağı açıktır.

Bu karman çorman sosyoenformatik yumağın ucunu tutup çekmenin, bizim için sürpriz olan çok sayıda anahtarı bize vereceğini umuyorum.

Cem TURAN

EN YÜCE KARİYER AİLEDİR

Gerçek sevgiler fedakarlık membağından kaynayan su ile beslenir. Dendiği gibi: İyi günde ve kötü günde, hastalıkta ve sağlıkta, güneşli günlerde de fırtınalı havada da, tebessüm edildiğinde de sitemli haykırışlarda da, gençlikte de yaşlılıkta da, dağ dolusu servetle de bir kuru soğanla da, övüldüğünde de yerildiğinde de...

Hayat dizi filmlerle beslenen son 30 yılın insanının algıladığı temeller üzerinde yükselmediğindendir, çocuk oyuncağına dönen evlilikler. Mantığın, muhasebenin, bilançoların, kar-zarar analizlerinin girmeyeceği yegane alan belki de ailedir.

Bugünlerde Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığımızın resmi bir söylemi haline nihayet dönüştüğü gibi; AİLE İNSANIN YAŞAMINDAKİ EN ÖNEMLİ KARİYERDİR.


Çocuklarımızı iyi bir aile kurucusu olmaya hazırlamalı. Fiziken, varlık içinde büyümeleri başka bir şey, geleceğin şekillendiricisi ve toplumun temel hücresi olan ailenin yapı taşı olabilecek bireyler olmaları bambaşka.

Siz de tanık oluyorsunuzdur, toplum giderek evliliği bir düğün merasiminden, Amerikan menşeili "sitcom" dizilerdeki karelerden ibaret gören, ailenin mayasında olması gereken sorumlulukları taşıma konusunda ciddi sıkıntıları olan insanlar zümresi haline gelmeye başladı.

Çocuğunu bir sonraki nesli şekillendirecek, aile kurdurup yaşatabilecek vasıflarla donatmak, bu konuda sağlam bir uygulamalı eğitim vermek anne babaların asli görevi, bu eğitimi almak çocukların ebeveynleri üzerindeki büyük bir haktır. Toplumun yapısını doğrudan etkileyen bu hakkın hesabının da ilahi mahkemede bir gün kişilerin karşısına çıkacağı bir gerçektir.

Şehirden köyüne, daha çok iş daha çok kazanç hırsının girdabına düşmüş günümüz anne babalarının, çocuklarının hayatlarındaki yokluklarını ve esirgedikleri bu eğitimi ciciler, oyuncaklar, yerine göre telefonlar, arabalarla kapatmaya çalışma zayıflıklarını ibretle izliyorum. Sonuçta bir şekilde büyümüş ama hayata hazırmış gibi yapılmasına rağmen aslında olmayan yavrular, sadece gelenek gözeterek evlendiriliyor. Sonuç, cepte para olmadan alışverişe çıkıldığı için facia oluyor, çoğu kez. 

Bu yetersizliğin farkına varan nice genç ise evlenmeyi gündeminden sildiğinden giderek yalnızlaşıyor bir yandan da toplum. Stüdyo daire satışları patlıyor. Oysa bir sorundan kaçarak değil, içine girilip el birliği ile desteklerle üstesinden gelme yolları bulunabilir.

Bildiğim kadarıyla, evlilik öncesi bazı fiziki sağlık tetkiklerini devlet artık zorunlu tutuyor. Peki ama ya yukarıda anlattığım yetkinlikler, manevi ve psikolojik yeterlilikler hakkında bir değerlendirme ve geç olsa da bir ön eğitim zorunluluğunu gündeme layığı ile getirmeyi ne zaman düşünür kamu aklı?


Bence...

Çocuğunu layığı ile toplum ve ailenin bencil olmayan, birlikteliği önceleyen, "biz" demeyi bilen bireyleri olarak yetişmelerini dert edinmemiş, "saldım çayıra Mevla kayıra" misali, ruhi sağlıklı şekillendiricilik görevini yapmayan anne baba en ağır şekilde cezalandırılmalı ve bir daha kabilevari böyle şuursuz birlikteliklerin oluşmasına engel olunmalı.Çünkü kayırıcılıktan rüşvete, adi suçlardan teröre kadar pekçok toplumsal ura odun bu çocuklardan çıkarılıyor.

"Bilmem nerelerde okuttuk" diyene yanıtım; öğretim başka şey eğitim başka. Etraf eğitimsiz öğretimli kaynıyor; kariyere tapan, kendi çıkarı için herşeyi yapabilecek.  

Geçtiğimiz günlerde görüştüğüm bir sağlık firmasından alıntı: Adam doktor olmuş, devlet hastanesine mal alacak. İhaleye katılan firmalara tek tek yanaşıp "istediğin fiyatı ver, kabul ettireceğim yeterki bana 50 bin TL gönder" diyor. Bunu 2014 Türkiye'sinde yapıyor. Hay senin okuduğun okula, seni yetiştirmeyen anne babaya!

Yaşanmış veya nakledilmiş örneklerden biri daha: 

Tıklım tıkış bir belediye otobüsü. İçeri kendini zor atabilmiş, gerçekten küçük çocuğunu kucağında güçlükle taşıyabilen bir anne. Diğer taraftan, ayakta bekleşen bu annenin hemen dibinde, ön koltukta 20'li yaşlarda bir genç ve sonradan anlaşılıyorki; yanında oturan bayan annesi. Önce şoför rica ediyor:
"Lütfen bir genç çocuklu bayana yer verebilir mi?"
Tık yok.
Sonra arkadakiler, müdahil oluyorlar: "İnsanlık namına bir kişi bu bayana yer verebilir mi?"
Yine tık yok... Kimse üstüne alınmıyor ama otobüsün çocuklu bayanı görebilen hemen hemen tüm kesiminin gözü oturmakta olan 20'li yaşlardaki insanın aymaz tavrını kınayarak izliyor.
Sonunda yolculardan birisi doğrudan bu gence sesleniyor: "Görmüyor musun halini yer neden vermiyorsun?"
İşte o anda kızılca kıyamet kopuyor:

Önce genç:
- Niye verecek mişim, böyle bir mecburiyetim mi var? Önce o gelseymiş ne yapalım?...

Asıl trajik durum gencin yanındaki annesinin söze girmesiyle ortaya çıkıyor:
- Aaa, ne münasebet canım, neden kalkacakmış. Daha yeni, iki bin lira saydığımız cep telefonunu ayaktayken çaldılar. Gene mi çalsınlar? Yok daha neler...

Fazla söze gerek var mı? A be annelik makamının içini dolduramamış bayan... Koskoca adama iki bin liralık telefon alarak ona kendini kabul ettireceğine, güya anneliğini perçinleyeceğine, manevi olgunlaşması için yapmadıklarını bu yolla örtbas edeceğine iki gram insani erdemlerden, bir yaratık olmakla bir insan olmak arasındaki farklardan, ahlak ve edepten söz etseydin. Ne olurdu... Her çiçek ne kadar güneş alırsa o kadar büyür. Her çocuğun da üzerine ne kadar erdemli bir anne baba gölgesi düşerse o kadar pişer, demlenir, yaşanılası ve yaşatası olur. Dünyanın geriye kalanı için anlamı olur. Yoksa hükmü sadece aşiretinde, ortak çıkar grubunda, camiasında, cemaatinde, kulübünde, işyerinde öter başkaca sıfır olduğu gibi değerlerle ayakta durmaya çalışan şu dünya için değersizliği ve bencilliği ile tam bir asalaktır.

Bu anne babalar maalesef ateşlerde yanacaklar, inanıyorum. Yansınlar da... Çünkü insanlığı tehdit ediyor şuursuzlukları. Eğer ben de onlardan biri olur isem buna ben de dahil olmaya hazırım. 

Kafamızdaki gözlerimizi kapatmamıza rağmen hayatı görebiliyorsak, işte o zaman yetiştik demektir. Ve ancak yetişen insanların hayata verecek değerleri olabilir. Kendini yaşatmak değildir şüphesiz, yaşamak.

Cem Turan

SEVGİ VE MAHLEP

Kim bilir, bugüne kadar kaç tane simit yemişsinizdir. Ben de öyle, sayısı meçhul. Dolayısıyla hepimiz profesyonel birer simit tadıcısı diyebiliriz kendimize; iyi ve kötü yapım ürünü olduklarını şıp diye anlayabiliriz, öyle değil mi?

Siz öyle sanın... Ben de öyle sanıyordum. Ta ki, bir vakit önce bir müşteri ziyaretimde sunulan ikram tabağındaki simitten bir parça alana kadar. Önce konuşmanın devamını getiremedim, sustum, tüm nöronlarımla başıma gelen bu halin ne olduğunu anlamaya çalıştım. Kelimenin tam anlamıyla vurulmuştum simide. Bir başkaydı. Şekli şimali bir simitti ama kendileri tam bir afetti, letafetti, zarafetti. Başka yerlerde daha önce hiç tatmadığım, çok özgün, biricik bir lezzetti. Aşk gibi tarif ettiğim bu şey sadece bir simidin başımı döndüren rahiyasıydı. İçine ne koydularsa müthişti!

Nezaketten kaynağını, orada bulunanlara soramamış olsam da ofise dönmek için dışarı çıktığımda ilk yaptığım şey, yakındaki pastaneleri taramak oldu. Nihayet, üzerinde susam yerine bana ikram edildiği gibi; çekirdek içi taneleri olan bir simidi vitrinde gördüğüm birisine hışımla girerek "Evet o! Onu istiyorum..." dediğimi hatırlıyorum. Adamcağız kesekağıdına koyar koymaz bana daha para üstünü bile vermemişken ben bir çocuk edasıyla "hımmm" içten geçirmeleriyle kendinden geçmiş bir halde simidimi ısırmaya başlamıştım.


Evet, kesinlikle oydu bu. Aradığım simit!

- Lütfen söyleyin bunun içinde ne var? Neden bu böyle?
- Yıllardır yaptığımız sıradan simit.
-Hayır hayır, bir şeyler farklı bunda. İzah edemediğim farklı bir aroma var ve bu harikulade bir tat bırakıyor ağzımda. Sanki bu dünyaya ait değil gibi. Bambaşka bir şey bu!
- Hamur, su, biraz şeker...

Adamcağız biraz düşündükten sonra mütebessim bir halde:
- Ve mahlep!
- Mahlep mi? Evet işte o! Bu isim beni çarpan ve tattan öte sihirli bir özüt olan neyse ona tam da uydu.

Öyle mutlu oldumki o tadı bulduğuma. Kendimi onu keşfetmekle çok ayrıcalıklı hissettiğimi hatırlıyorum. O bölgede ziyaretim oldukça, karnım tok olsa da mutlaka gider alırım bir tane ve beklemeden yerim.

Geçenlerde gittiğimde vitrinde göremedim ay çekirdekli simidi. İçeri girip mahzun bir çocuk edasıyla sordum. Bittiğini söylediler. Kaşlarım öne düştü, çok üzüldüm. "Ama o çok güzeldi" dedim, "neden?" dedi tezgahtar. "Onda mahlep vardı ve ben ona vurgundum" dedim. Tezgahtar bir başka simit türü çıkardı, tebessüm ederek. "Üzülmeyin, bu da aynı hamurdan yapılıyor" dedi. 

Bir anda heyecanlandım, alıp ısırdım. Haklıydı; işte benim emsalsiz lezzetim!
Demekki nicelik değil nitelikti peşinde olduğum. Simit değil, içindeki benim için emsalsiz o müthiş lezzet kaynağıydı ve tüm istediğim.
...

Günümüzün anne babalığa soyunan hazırlıksız insanlarının anlayamadığı şey işte bu: Emsalsiz bir lezzet sunmak! Ki onun adı da sevgi...

En lüks lokantalara, restoranlara götürüp yedirebilirsiniz çocuğunuzu ya da bir telefonla eve sipariş edebilir. Kurabiyeleri, kekleri hazır alırsınız ya da ihale edersiniz başkalarına. Belki yardımcı hanımlarınız, bakıcılarınız vardır: Onlar yaparlar envai çeşidini. Fazlaca çalışansınız ya...


Evde bir şeyimiz arızalanır; ya hemen atılıp başkası alınır ya da tamirci çağrılır. Küçük bir boya işi vardır belki, tiz boyacı tutulur. Nasıl olsa tüm bunlar da başkaları tarafından hem de daha kalifiye şekilde yapılan şeylerdir. Ha onlar yapmış ha anne baba işin içindeymiş, ne fark eder.  

Zamana ayak uydurmak gerek, tam gaz ileri, şuur ve erdem limanından demir alıp uzaklara açılma zamanı şimdi!

Velhasıl çocuk anne babayı emek verilir hiçbir işin içinde görmez. O işin üniversitesini de okumuş olsa piri de olsa başkasının katamayacağı, ruhsatı sadece gerçek anne babalarda olan bir iksir daha vardır yapılan işlerin içine katılacak. Mahlep gibi damakta benzersiz bir tad bırakacak, yuvanın huzuru ve çocukların ruhen doygunluğunu sağlayacak... O da şüphesiz sevgidir.

Beş yıldızlı bir otelin şefinin yaptığı bir yemek karın doyurabilir ama ruhu asla! Çünkü içinde sevgi yok ve annenin  içine sevgisini kattığı, yavan bir çorbanın yanında adı bile anılamaz.
Belki tutulan bir badanacı evinizi Picasso'yu aratmayacak teknikte boyayabilir ama o fırça darbeleri duvarlara asla sevginin resmini çizemez, babalar gibi.

Hani bir bisküvi reklamının sloganı var ya; "Anne eli değmiş gibi"...

Hah, işte tam da öyle: Anne de baba da elini değdirmeli çocuklarının hayatına. Zaman hızla akıp gidecek ve bizler yavaş yavaş tarih olurken çocukların damaklarında sadece mahlebin, yani içine sevgimizi katarak bizzat onlara sunduklarımızın kuvvetli aroması kalacak ve bizi onlarla yad edecekler.


Düşüncesi farklı olan da şaşırmasın sonraki muhtemel yaşayacaklarına. Öyle ya; mademki kimin yaptığının hiç önemi yok, önemli olan iş görmek ve hatta profesyonellerin yaptığı daha "muteber": Sayıları mantar gibi çoğalan yeni ve modern huzurevlerinin, kalabalıklar içinde yalnızlık yaşayarak ölümü bekleyen sakinlerinden birisi olmak, sizi rahatsız etmesin. Çünkü amaç sizin bakımınızsa, kimin baktığının ne önemi var? Hatta oralarda size daha iyi bakarlar teknik olarak ve profesyonellerin yaptığı tabiki daha "muteber" olacak.

Hadi şimdi yine, çocuğunuzu "anne eli değmiş bir kurabiyeyi" okuluna götürüp arkadaşlarıyla paylaşmaktan ve sizin varlığınızla gururlanmaktan mahrum edin ve en yakın pastaneye sipariş edin zamane anneleri...

Bozulan, kırılan ne varsa atın ve hiçbir gayret öğretisinde bulunmadan gidip yenilerini alıp getirin, olur mu zamane babaları. Atan bir sigortayı bile düzeltirken, patlayan bir lambayı değiştirirken görmesinler sizi. Bilye ve tahtalardan hiç kaykay yapmayın onlara, birlikte üretmenin hazzını yaşatmayın; nasıl olsa hazırı var, değil mi? 

Böylece çocuğunuzun bilinçaltına telafi ve onarım mekanizmalarının değil, para ve metanın gücünü bir kez daha kazıyın, çıkmamacasına.

Parasıyla değil mi herşey: Onlar da çok uzaklardan e-belediyeye bağlanır, yatırır mezar paranızı, eğer şansınız var ise, can emanetinizi teslim ettiğini gün. Birileri sanal medyada ölüm haberinizi paylaşır, diğerleri "Beğen" seçeneğini tıklar. Madem nasılını sorgulamadan elde edilen sonuç yeterli geliyor, bundan daha pratik ne olabilir.

İster beni duyun ister duymayın, servise bıraktığınız bir araba değildir insan.

Ve insan tercihlerinin sonucunu yaşar her zaman ve sevgi saf emektir.

Kendi ürettiği değersizliklerine rağmen sonrasında değer ummak ise insanın en büyük tezat noktası.

Cem Turan